Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ile Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından yayımlanan Tarım Görünümü 2025–2034 raporunda tarım emtia fiyatlarında düşüş beklentisi, düşük gelirli ülkelerde süregelen beslenme eşitsizlikleri, hayvansal üretimin yoğunlaştırılmasına dayalı büyüme modelleri ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde üretici gelirlerinin baskılanması gibi temel eğilimler yer almaktadır. Aynı zamanda gıda sistemlerinin geleceğine dair küresel durum sunulurken mevcut küresel tarım rejiminin derinleşen yapısal çelişkileri göz ardı edilmektedir. Rapor, tarımsal üretimin önümüzdeki on yılda yüzde 14 oranında artacağını öngörmekte; bu büyümenin özellikle hayvansal ürün talebindeki artıştan kaynaklanacağını vurgulamaktadır. Ancak bu büyüme, gıda sistemlerinin endüstriyel tarım paradigması içinde kalmaya devam edeceğinin bir göstergesidir.
Tarımsal üretimin yoğunlaştırılması, özellikle hayvansal üretim üzerinden yapılan verimlilik vurgusu metan emisyonlarında artış, su ayak izi genişlemesi ve toprak tükenmişliği konusunda çevresel baskılamanın artmasına neden olacaktır. Bu süreç, Stockholm Dayanıklılık Merkezi tarafından tanımlanan gezegen sınırlarının ihlaline ve ekolojik taşma noktalarına işaret etmektedir. Raporun çevresel etkileri yalnızca karbon metrikleri ile sınırlı biçimde ele alması, tarımı doğayla ilişkili değil, doğaya rağmen kurulan bir üretim faaliyeti olarak tanımladığını göstermektedir. Türkiye özelinde ise bu projeksiyonların yansıması, çok daha kırılgan bir yapıya tezahür etmektedir. Tarımsal üretim, yüksek düzeyde girdi bağımlılığı ile karakterize olurken (mazot, gübre, hibrit tohum, yem) kuraklık, düzensiz yağışlar ve su stresi gibi iklimsel eşitsizlikler üreticilerin karşısındaki temel sınamalardır. Bölgelerinde su kıtlığı riski olan çiftçiler için tarımın yalnızca ekonomik değil aynı zamanda hidropolitik bir mesele olduğunu göstermektedir.
Bu tabloya rağmen raporun sunduğu çözüm seti, teknik verimlilik odaklıdır. Oysa mevcut üretim-tüketim desenlerinin ekolojik sürerlikten uzak olduğu açıktır. Agroekolojik dönüşüm mülkiyet ilişkilerinin, gelir dağılımının, iklim sorumluluğunun ve gıda hakkının yeniden tanımlanmasını gerektirir. Rapor, bu çok katmanlı dönüşüm ihtiyacını göz ardı ederek neo-Maltusçu kaygılarla şekillenen bir üretim büyümesi tahayyülünü devam ettirmektedir. Türkiye’deki tarımın yapısal sorunları değer zinciri boyunca ortaya çıkmaktadır. Üretici ile tüketici arasındaki makas hem ekonomik hem de sosyal bir adaletsizlik üretmektedir. Gıda zincirinde kârın asimetrik dağılımı, sermaye yoğun aracılık sistemlerinin egemenliğini artırmakta, küçük üreticiler sistematik olarak marjinalleştirilmektedir. Tarımsal neoliberalizasyon, kırsal emeği güvencesizleştirirken, özellikle mevsimlik tarım işçileri üzerindeki emek sömürüsünü yoğunlaştırmaktadır.
Tarım ve Orman Bakanlığı verileri, 2020–2023 arasında Türkiye’de yaklaşık 200 bin hektar orman alanının yangınlarla kaybedildiğini, bu bölgelerde çalışan mevsimlik işçilerin yüzde 60’ının kayıt dışı olduğunu göstermektedir. Bu durum iklim adaleti açısından da ciddi bir eşitsizliği ortaya koymaktadır. Mevsimlik tarım işçileri informal yapılar içinde, sağlıksız ve insani olmayan koşullarda çalışmaktadır. Bu gerçeklik sınıf, etnisite ve cinsiyet gibi toplumsal boyutlarla da ilişkili olduğunu gösterir. Raporda bir başka dikkat çekici eksiklik ise gıda egemenliği kavramına hiçbir biçimde yer verilmemesidir. Gıda egemenliği gıdanın nasıl, kim tarafından ve hangi yöntemlerle üretileceğini belirleme hakkını kapsayan politika-temelli bir gıda hakkı savunusudur. La Vía Campesina tarafından küresel ölçekte geliştirilen bu yaklaşım, yerel bilgi sistemlerine, agrobiyoçeşitliliğe ve doğa ile uyumlu üretim biçimlerine dayanır. Ancak OECD–FAO raporu, bu kolektif alternatifleri dışlayarak, küresel sermayenin yön verdiği tahıl ve yem merkezli bir üretim sistemini teşvik etmektedir.
Bilimsel literatür bu konuda açıktır. Cadavid ve arkadaşlarının (2024) derleme çalışması, gıda egemenliği uygulanan bölgelerde toprak verimliliğinde artış ve sera gazı emisyonlarında yüzde 40 azalma tespit etmiştir. Lieu (2025) ise adalet temelli modellerin, iklimsel risklere karşı topluluk dayanıklılığını artırdığını ortaya koymuştur. Earth Commission’un 2024 tarihli değerlendirmesinde, agroekolojik sistemlerin su tüketimini yüzde 25 oranında azalttığı ve biyolojik çeşitlilikte yüzde 15 artış sağladığı rapor edilmiştir. Doran (2024) tarafından yürütülen saha çalışması da, geleneksel üretim pratiklerine sahip topluluklarda gıda erişiminin iyileştiğini göstermiştir.
Dolayısıyla Türkiye’nin mevcut tarım politikası, ekolojik ranta açılma, dış ticaret bağımlılığı, kooperatifleşme eksikliği ve plansız destekleme sistemleri ile sürdürülebilirlikten uzaklaşmaktadır. Yerel üretimi ve üreticiyi merkeze alan, topluluk temelli agroekoloji ilkeleri doğrultusunda şekillenen, kamucu ve dayanışmacı bir dönüşüm elzemdir. Bu dönüşümün temel bileşenleri; girdi bağımlılığını azaltacak politikalar, genç nüfusun kırsalda tutulmasını sağlayacak teşvikler, ürün planlamasında kamu yararı odaklı müdahaleler ve kolektif mülkiyet temelli üretim modelleridir.
OECD–FAO tarafından öngörülen tarımsal gelecek, yalnızca teknik bir büyüme senaryosu sunmakta; doğa, emek ve yaşam üzerindeki baskıları görünmez kılmaktadır. Oysa gerçek bir dönüşüm, kapitalist gıda rejiminin sorgulanmasını, tarımın metalaştırılmasına karşı kolektif bir üretim-yaşam modeli kurulmasını zorunlu kılar. Tarım, yalnızca üretim değil; doğayla, toprakla ve emekle kurulan ilişkinin etik-politik bir ifadesidir.
Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ve Yeşil Finans Mekanizmalarının örtülü maliyetleri işçileri nasıl etkileyecek? Türkiye, karbon yoğun sektörlerin bulunduğu endüstriyel gölge yapılanmasıyla ve ihracattaki yeri ile Emisyon Ticaret Sisteminden (ETS) etkilenecek ülkeler arasında yer almaktadır. İklim Kan
2022 yılında başlayan küresel plastik anlaşması süreci üç yıl boyunca devam eden görüşmelerin ardından 2025 itibarıyla sonuçsuzlukla karşı karşıya. Cenevre’de başlayan ve 14 Ağustos Perşembe akşamı sona ermesi beklenen 184 taraf ülkenin katıldığı müzakerelerde; temel tanımlar, anlaşmanın kapsamı ve
Kent sokaklarından geçerken yerin altını düşünmek gibi bir alışkanlığınız yoktur değil mi? Oysa biz çevre mühendisleri için durum çok farklı, bir kentin sağlığı görülmeyen altyapısında saklı.. İçme suyu şebekesi gibi sistemler, gündelik yaşamda görünmeyen ama yaşamın sürekliliği için vazgeçilmez ola
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ile Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından yayımlanan Tarım Görünümü 2025–2034 raporunda tarım emtia fiyatlarında düşüş beklentisi, düşük gelirli ülkelerde süregelen beslenme eşitsizlikleri, hayvansal üretimin yoğunlaştırılmasına dayalı büyüme modelleri ve
2025 yılı orman yangınlarının sıklığı ve şiddeti bakımından son yılların kritik dönemlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. NASA verilerine göre Türkiye genelinde bu yıl en az 235 orman yangını meydana gelmiş ve yaklaşık 80000 hektarlık ormanlık alan zarar görmüştür. Bu yangınların büyük kısmı İz
Ramsar Sulak Alanlar Sözleşmesi’nin 15. Taraflar Konferansı, 23–31 Temmuz 2025 tarihleri arasında Zimbabve’de gerçekleşecek. 1970’ten bu yana, küresel sulak alanların üçte birinden fazlası yok oldu. Üstelik bu kayıp, ormanların yok oluş hızının da üç katı. Ramsar Sözleşmesi’nin araştırmalarına göre
Türkiye 21. Yüzyıl'ın çevresel krizlerinden biri olan sukrizi ile son günlerde her zamankinden daha açık şekilde yüzleşmektedir. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün kuraklık haritaları ile bilimsel su projeksiyonları bir araya getirildiğinde, ülkenin dönemsel bir kuraklıktan ziyade yapısal ve kalıcı bir