SON DAKİKA
Hava Durumu

Ramsar Sulak Alanlar Sözleşmesi Konferansı Toplanıyor: GWO 2025 Temel Bulguları ve Türkiye’nin Durumu

Yazının Giriş Tarihi: 23.07.2025 11:18
Yazının Güncellenme Tarihi: 24.07.2025 09:44

Ramsar Sulak Alanlar Sözleşmesi’nin 15. Taraflar Konferansı, 23–31 Temmuz 2025 tarihleri arasında Zimbabve’de gerçekleşecek.

1970’ten bu yana, küresel sulak alanların üçte birinden fazlası yok oldu. Üstelik bu kayıp, ormanların yok oluş hızının da üç katı. Ramsar Sözleşmesi’nin araştırmalarına göre, bu durum sulak alanları dünyanın en fazla tehdit altında olan ekosistemi haline getiriyor. Yeni yayımlanan Küresel Sulak Alan Görünümü 2025 raporu, dünya genelindeki sulak alanların beşte birinden fazlasının kötü durumda olduğunu ve durumlarının giderek kötüleştiğini ortaya koyuyor.

Raporda, sulak alanların bozulma nedenleri kirlilik, hidrolojik müdahaleler, iklim krizi ve yaşam alanı başka yere taşınan türler olarak öne çıkıyor. Türkiye, hem Akdeniz hem de Karadeniz havzalarında yer alması nedeniyle önemli sulak alanlara ev sahipliği yapıyor. Göksu Deltası, Manyas Gölü, Sultan Sazlığı, Burdur Gölü, Gediz Deltası ve Kızılırmak Deltası gibi birçok alan, hem kuş göç yolları hem de biyolojik çeşitlilik açısından büyük öneme sahip. Ancak Türkiye de küresel eğilimden muaf değil. Son yıllarda plansız tarımsal sulama, kirlilik ve kuraklık gibi nedenlerle birçok sulak alan ya kurudu ya da ciddi şekilde bozuldu. Ramsar Listesi’ne dahil edilmiş 14 uluslararası öneme sahip sulak alanımız bulunuyor. Ancak bu listeye dahil olmak, tek başına yeterli değil. Türkiye’nin 2053 Net Sıfır Emisyon hedefi doğrultusunda sulak alanların karbon tutma kapasiteleri mutlaka dikkate alınmalı. Ayrıca, bölgesel su yönetim planlarının ve çevresel etki değerlendirme süreçlerinin sulak alan duyarlılığına göre yeniden ele alınması gerekiyor.

Sulak Alanlar Üzerindeki Teknik Riskler ve Uyuşmazlıklar

Global Wetland Outlook 2025 Raporu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sulak alanların acil müdahale ve yönetim gerektiren doğal varlıklar olduğunu güçlü verilerle ortaya koyuyor. Bu alanların korunması gıda güvenliği ve iklim direncini de güvence altına alacaktır.

2025 yılında Türkiye’de hem yeni İklim Kanunu’nun yürürlüğe girmesi hem de çevre, orman ve enerji düzenlemelerini içeren torba yasa teklifinin sunulması, ekosistemlerin korunmasıyla çelişen riskli düzenlemeleri beraberinde getirmiştir.

İklim Kanunu, karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik ulusal hedefleri tanımlarken, fosil yakıt altyapısının dönüşümünü doğrudan teşvik etmeyen, piyasa temelli karbon ticaretine dayalı çözümler önermektedir. Sulak alanlar gibi doğal karbon yutaklarına dair özel düzenlemelerin eksikliği, ekosistem temelli iklim politikalarının ihmal edildiğini göstermektedir.

Öte yandan, aynı yıl içinde çıkarılan enerji-orman-çevre torba yasası; orman, mera, zeytinlik, sit ve koruma alanlarında madencilik ve enerji projelerine izin vererek doğa koruma ilkelerini zayıflatmaktadır. Bu yasa ile çevresel etki değerlendirme (ÇED) süreçlerinde muafiyet ve zımni onay gibi yöntemler meşrulaştırılarak çevre üzerindeki kamu denetimi etkisizleştirilmiştir.

Orman Genel Müdürlüğü’ne madencilik ruhsatı verme yetkisinin tanınması, kurumsal yapıların doğrudan yatırım odaklı işlevlerle bütünleştirilmesi anlamına gelmektedir. Buna ek olarak, zeytinliklerin madencilik projelerine açılması, hem yerel tarımsal üretimi hem de bu alanların doğal su döngüsüne katkısını tehdit etmektedir.

Benzer biçimde, enerji projeleri için orman ve mera alanlarının acele kamulaştırılmasını öngören düzenlemeler, yerel ekosistemlerin bütünlüğünü bozan ve halkın mülkiyet haklarını zayıflatan müdahalelerdir.

GWO 2025’in önerdiği temel ilkeler arasında, sulak alanlara özel koruma ve restorasyon politikalarının uygulanması, uzun dönemli veri temelli izleme sistemlerinin kurulması, karar alma süreçlerine yerel toplulukların katılımının sağlanması ve doğa temelli çözümlerle iklim uyum politikalarının bütünleştirilmesi yer almaktadır. Ancak Türkiye’nin İklim Kanunu ve torba yasa yaklaşımı bu ilkelerin tamamı ile çelişmektedir. Sulak alanlara yönelik herhangi bir özel yasal koruma mekanizması getirilmemektedir. Uzun dönemli izleme sistemleri için veri altyapısı eksik kalmakta, karar alma süreçleri bilimsel temelden yoksun ilerlemektedir. Torba yasa ile ÇED süreçlerinin daraltılması, yeni projelerin sulak alanlara etkisinin önceden değerlendirilmesini engellemektedir. Maden ve enerji projelerine tanınan geniş imtiyazlar, sulak alanların su rejimini, biyolojik çeşitliliğini ve karbon tutma kapasitesini doğrudan tehdit etmektedir. Bu düzenlemeler, çevresel adaleti sağlayacak kurumsal yapıların yerine, merkezi yönetimi güçlendiren ve yerel toplulukları karar dışı bırakan bir model önermektedir.

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.