"Kendine yatırım yap, en iyi şirketin sensin."
(Sosyal medyada viral olan bir motivasyon hesabının paylaşımı)
Bu slogan, neoliberalizmin insan zihnindeki en derin dönüşümü özetliyor. Sömürüyü “özgürlük”, güvencesizliği “fırsat”, yalnızlığı “girişimcilik ruhu” olarak paketleme sanatı.
Peki, bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?
18. yüzyılın “rasyonel, çıkarcı” ama yine de “toplumsal bir varlık” olan “homo economicus”u, nasıl 21. yüzyılın her an performans sergilemesi gereken “girişimci özne”sine evrildi?
Kapitalizmin ve liberalizmin tarihsel kökenini oluşturan Adam Smith'in meşhur “görünmez el” metaforu “bireylerin kendi çıkarlarını kollarken toplumsal refahı artıracağını” öne sürüyordu. Ama bu, bireylerin hala toplumsal varlıklar olduğu bir dünyada geçerliydi. Smith'in “ahlaki duygular teorisi”, insanların “empati kapasitesine, toplumsal bağlara” önem veriyordu.
Neoliberalizm ise bu dengeyi tamamen bozdu.
Neoliberalizmin ağababalarından Gary Becker'in “insan sermayesi teorisi” ile başlayan süreç, insanı sadece kendisine yatırım yapan, kendisini sürekli optimize eden bir “şirket” haline dönüştürdü. Artık “eğitim almak”, kendine yatırım yapmak oldu. “Sosyal ilişkiler kurmak”, network genişletmeye dönüştü. Hatta “evlenmek” bile, iki insan sermayesinin “merger”ı (birleşmesi) oldu.
Bir önceki yazıda da vurguladığım gibi Foucault'nun “yönetimsellik” analizi bu noktada kritik bir önem taşıyor. Neoliberalizm devletin bireyleri doğrudan kontrol etmesi yerine, onları “özgür” bırakarak “kendi kendilerini yönetmelerini” sağlarken, Foucault, en tehlikeli kontrolün, kontrol edildiğinin farkında olmayan kontrol olduğunu söyler.
Neoliberalizm tam da bunu yapar.
Bu “yeni özne tipi”, sürekli “kendini geliştirme” obsesyonuyla (takıntısıyla) yaşar. CV'sini güncelleme, LinkedIn profilini optimize etme, yeni beceriler kazanma, kişisel marka inşa etme benzeri birçok kaygı ile bir sarmalın içine saplanıp kalır...
Her şey bir “performans”, her şey bir “yatırım”, her şey bir “rekabet” haline gelir.
Türkiye'de bu dönüşümü en net 2010'larda yaşadık.
“Girişimcilik ekosistemi” söylemi, “start-up kuluçka merkezleri”, “angel investor” (melek yatırımcı) kültürü ekonomik aklın, yaşamın ve gelecek tahayyülünün temel “zihinsel makinesine” dönüştü.
Gençlere “kendi işinin patronu ol” vaadi verilirken, aslında onları temel “işçi haklarından” mahrum bırakan, “sosyal güvenliği” olmayan “mikro-girişimci”lere dönüştürme projesi adım adım hayata geçirildi.
Sıklıkla yararlandığım ve alıntılar yaptığım Nick Srnicek'in “platform kapitalizmi” kavramı, özünde bu dönüşümün dijital boyutunu açıklıyor.
Uber şoförü, Getir kurye'si, freelancer grafik tasarımcı...
Hepsi neoliberal havari ve guruların kutsadığı “bağımsız çalışan”, hepsi “girişimci”.
Ama gerçekte hiçbirinin “sermaye üzerinde” kontrolü yok, hiçbirinin “üretim araçlarına” sahipliği yok.
Bu sistem özellikle genç kuşaklar için cazip hale getirildi. “9-5 köleliğinden” kurtulma, “kendi patronun olma”, “özgür çalışma” vaatleriyle paketlendi. Ama sonuçta ortaya çıkan, 7/24 çalışan, sosyal güvenliği olmayan, sürekli algoritma baskısı altındaki “özgür” bireyler oldu.
Sonuçta “özgürleşen” maliyetlerini azaltan, sosyal güvenlik ve diğer vergisel sorumluluklardan kurtulan neoliberal sermaye sınıfı olurken, sahte bir özgürlük ve refah hayaliyle “zihinleri ve ruhları işgal edilen” ve kendi işinin patronu olduğu sanısına kapılan bireylere yalnızca “yeni nesil yoksulluk ve köleliği” kendi iradeleriyle tercih etme “özgürlüğü” kaldı.
Pandemi bu durumu daha da derinleştirdi.
"Evden çalışma" özgürlüğü, aslında özel yaşam ile iş yaşamının tamamen iç içe geçmesi anlamına geldi. “Ev”, ofis oldu, “yatak odası” toplantı salonu, “aile yaşamı” ise sürekli performans sergilenen sahne haline geldi.
(Lütfen, “Batsın bu dünya, yıkılsın bu düzen!” başlıklı yazıma ve orada aktardığım istatistiklere bir daha göz atın. Dünyanın en zengin yüzde 1’inin küresel servetten aldığı pay 2020’de yüzde 22 iken bu pay 2025’te yüzde 48’e çıktı. İşte milyonlarca, milyarlarca insanın emeği, yaşamı böyle çalındı.)
Kapitalizm, feminizm ve neoliberalizm odaklı kitapları Türkçe’ye de çevrilen Nancy Fraser'ın keskin analizi bu noktada karşımıza çıkıyor. Neoliberalizm sadece erkekleri girişimci özneye dönüştürmedi; kadınları da “süper kadın” idealine hapsetti. Hem “mükemmel anne”, hem “başarılı kariyer kadını, hem “bakımlı eş”, hem sosyal medyada “ilham verici” persona (kamusal alanda kimliğin stratejik bir maskesi)...
Türkiye'de bu durumun daha da çarpıcı boyutlar kazandığını bile söyleyebiliriz.
Geleneksel aile değerleri ile modern kariyer beklentileri arasında sıkışan kadınlar, sürekli “denge kurma” baskısı altında yaşamaya başladı. Sihirli bir sözcüğe dönüştürülen “work-life balance” (Bir kişinin zamanını iş ve iş dışındaki aktiviteler arasında böldüğü veya dengelediği durum) söylemi, aslında kadınlara iki kat çalışma yükü bindiren “ideolojik bir araç” haline geldi.
Bakım işi metalaştı. Kreşler özelleşti, yaşlı bakım hizmeti piyasalaştı, hatta duygusal destek bile satın alınabilir hale geldi.
“Self-care” (öz bakım, fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal sağlığı koruma) endüstrisi milyarlık bir pazara dönüştü; yoga stüdyoları, mindfulness uygulamaları, life coach'lar...
Her şey tüketilecek bir hizmete (nesne ve metaya) dönüştürüldü.
Chantal Mouffe'un “agonistik demokrasi” kavramından hareketle söylersek, “neoliberalizm politik olanı” (farklı projeler arasındaki mücadele) “ekonomik olana” (bireysel rekabet) indirgedi. Artık toplumsal sorunları çözmek için “kolektif mücadele etmek” yerine, bireysel olarak “en iyisi” olmaya odaklanır hale geldik.
Bu mantık eğitim sistemimizi de kökten değiştirdi.
Okul öncesinden üniversiteye kadar her aşama bir yarış pisti haline geldi. TEOG, LGS, YGS, LYS, YKS, TYT, AYT...
Sürekli değişen sınav sistemleri, aslında gençleri sürekli rekabet halinde tutmanın araçları oldu. “Başarısızlık” bireysel yetersizlik, “başarı” ise kişisel üstünlük olarak kodlandı.
Bu sistem en çok orta sınıf aileleri vurdu. Çocuklarına “en iyi” eğitimi vermek için kendilerini yıpratan, “özel ders, kurs, aktivite” derken ailecek tükenen binlerce aile hikâyesi... Neoliberalizmin aile kurumu üzerindeki tahribatını gösteren en somut örnekler.
Mark Fisher'ın işaret ettiği gibi, neoliberalizm sadece “kurumsal” değil, “teknolojik araçlarla” da zihinlerimizi şekillendiriyor. Sosyal medya algoritmaları, arama motoru optimizasyonları, kişiselleştirilmiş reklamlar... Hepsi bizi sürekli “tüketime”, sürekli “performansa”, sürekli “karşılaştırmaya” yönlendiriyor.
Instagram'da “mükemmel” yaşamlar, LinkedIn'de “başarı” hikâyeleri, YouTube'da “nasıl zengin olunur” videoları... Her platform, “neoliberal öznelliği” yeniden üretmenin araçları haline geldi.
En tehlikelisi de bu sürecin görünmez olması. Sanki kendi seçimlerimizmiş gibi, “özgür irademizle” bu içerikleri tüketiyor olmamız.
Neoliberalizmin belki de en büyük başarılarından birisi de, “toplumsal sorunları bireysel sorunlara çevirmesi”.
İşsizlik “kişisel yetersizlik”, yoksulluk “tembellik”, stres “kişisel zayıflık” olarak algılanır hale geldi. Bu süreçte insanlar kendi durumlarından “kendilerini sorumlu” tutarken, sistemin “yapısal sorunları” görünmez oldu.
Türkiye'de “Sen de yaparsın” söylemi, reality show kültürü, influencer fenomeni bu depolitizasyonun araçları oldu.
Herkesin “kendi markası” olabileceği, herkesin “başarılı” olabileceği vaadi verilirken, aslında başarının ancak çok azına “nasip” olduğu gerçeği ustaca gizlendi. Bu nasipliğin de “neoliberal öznellik” ideolojisini ayakta tutabilmek için LinkedIn, Instagram, TikTok, Youtube gibi mecralarda “seçilmiş (yaratılmış) idoller” üzerinden tasarımlanması da bu ustalığın parçası oldu.
Bir “idol fenemonenin” etrafında hiçbir zaman aslına dönüşmeyecek milyonlarca “sahte silüetler” (hayaller), neoliberal makinenin parçasına dönüştürüldü.
Bu kapsamlı “öznellik” dönüşümü karşısında direniş nasıl mümkün?
Geleneksel sol politikalar, hala eski tip özneye hitap ederken, yeni neoliberal özne bambaşka bir dil, farklı bir müdahale tarzı gerektiriyor.
Sık sık andığım Mark Fisher'ın “kapitalist gerçekçilik” kavramına tekrar dönecek olursak: “Alternatif hayal etmek bile imkansız hale geldi.”
İşimiz kolay değil!
“Başka bir dünya mümkün” sloganı, “hayal kurma” olarak dışlanırken, mevcut sistemin çerçevesi içinde “reformlar” yapmak tek “gerçekçi” seçenek olarak sunuluyor.
Peki, bu “hegemonya” gerçekten aşılmaz mı? Teknoloji ve otomasyon ilerlerken, “insan emeğinin” anlamı değişirken, iklim krizi derinleşirken, “neoliberal özne” modeli sürdürülebilir mi?
“Kamusal alanın” nasıl çöktüğünü anlayabilmek için, bir sonraki bölümde devletin piyasa hizmetkârına dönüşüm sürecini incelememiz gerekiyor.
Bir sonraki bölüm: “Kamusal Alanın Ölümü: Devlet Nasıl Piyasanın Hizmetkârı Oldu?”