Kimi iş insanı, kimi ev hanımı, kimi öğretmen. Yaşamlarında da hedeflerine tam isabet ettirmeyi başaran on iki kadın! Gezmeyi seviyorlar, dünyayı tanımayı istiyorlar; olanakları elveriyor, yola çıkmakta tereddüt etmiyorlar.
Dünyayı deyim yerindeyse, bir uçtan bir uca dolaşmış olduğunu söyleyen Hüsniye Hanım (Baş), kendi ülkemizi yeterince tanımadıkları kanaatine varınca, “ortak eleman”ı olduğu iki arkadaş grubunu birbirine kenetleyip, ilk gezi programı için kolları sıvamış.
Mardin Zinciriye Medresesi
Bu gezinin tadı, yöre yemeklerinin lezzetini aşınca, sadece gezip görmekle kalmak istememiş hiçbiri. Bu gezilerinin özel bir amacı olsun istemişler: Denizde bir damla da olsalar, ülkemizi tanıtmak adına, görüntüledikleri fotoğrafları sergilemeyi planlamışlar. Ve bu sergiden elde edilecek geliri, bir sosyal projede değerlendirmeyi hedeflemişler.
İyi plancı, hedefini belirlediğinde, projesine bir ad bulmakta gecikmeyeceğine göre, on iki Nilüferli kadının bir araya geldiği yerde, bu adı bulmak da hiç zor olmamış:
Nilüferli kadınların, yöre yöre ayak izleri.
En geç iki yılda tamamlanması düşünülen bu projenin daha erken sonuçlanması için kafa yormuyor değiller, ama koşulları dikkate alarak hareket etmenin daha gerçekçi olacağını da göz ardı etmiyorlar.
Mardin Midyat
Profesyonelce yaşama tutkularıyla çıktıkları ve çıkacakları yolculuklarında, fotoğrafları, makinalarının kadrajından amatörce görüntülenmiş olsa da niyetlerinin güzel sonuçlar vereceğine inanıyorlar.
Belki bir anlamda, gönüllü turizm elçiliği de yapacak on iki kişiden oluşan bu ekip, Türkiye’nin turizm alanında yeterince tanıtılmadığını da düşünüyor. Bazı diziler sayesinde belli yörelerin ilgi odağı olduğuna ve tanındığına dikkati çekiyorlar.
Mor Gabriel Manastırı
İlk durak
İşte bu gezi planının ilk durağı,“Sıla” ve “Hercai” isimli diziler sayesinde görmeye can attıkları, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Mardin olmuş. İkinci il de komşusu Diyarbakır. Bir süre önce yaptıkları bu geziye ilişkin anıları, o kadar güçlü ve sıcak ki söyleşi sırasında, zaman zaman hep bir ağızdan konuştuklarında bile sözleri adeta, kulağımı ıskalamamak adına, sırası gelince beynime ulaşmak için kulak kepçemin bir yerlerine tutunuyor.
Anılarında öncelikle yörenin ne tarihi yapısı ne de yemekleri yer alıyor: en çok insan ilişkilerindeki güven, saygı ve içtenliğe vurgu yapıyorlar.
Aralarında kökeni Arnavut, Gürcü olanı da var, doğma büyüme İzmirli, Bursalı, Gaziantepli olanı da… Güneydoğu Anadolu’ya ilk kez gidenler, riyasız bir içtenlikle, özellikle Diyarbakır’a karşı önyargılı olduklarını söylemekten çekinmiyor. Pek çok kültürü, dini bağrında barındıran Mardinlilerin hoşgörüsü, Mardin’in enerjisi dizilerden de kaynaklanan bir etkiyle tanıdık gelmiş.
Diyarbakır Balıkçılar Başı'ndaki Dört Ayaklı Minare... Hukukçu, aktivist Tahir Elçi'nin öldürüldüğü bu yer, yöre halkı için barışa, kardeşliğe tutkunun da simgesi haline gelmiş.
Diyarbakır ise şaşkınlıklarını gizleyemedikleri kadar etkileyici!
Kulak kepçeme sıkı sıkıya tutunan bir söz: Diyarbakır, bir İzmir gibi! Elif’in (Mollasalihoğlu) ağzından dökülen bu sözler, belli etmesem de Diyarbakır doğumlu, Ege Üniversitesi mezunu olan beni çok mutlu ediyor. Hatta İstanbul ve Ankara gezilerindeki olumsuz anılarından söz etmekten de kaçınmaksızın, Diyarbakır’da hissettiği rahatlığı, güveni anlatıyor.
Nilüferli kadınlar, Doğu insanına yönelik olumsuz eleştirilerin, yöre insanına ne büyük haksızlık olduğuna ilişkin tanıklıklarını örneklemek için adeta yarışıyor.
Hiç mi gönüllerinin kırıldığı anıları yok?
Olmaz mı?
Diyarbakır Gazi Köşkü'nü gezisi sırasında, İl Emniyet Müdürü Hüseyin Aşkın'la tanışan ekip, kısa bir sohbet gerçekleştiriyor. Gezi ekibi tarafından kentin güzelliği, insanlarının sıcaklığı konu olunca, Aşkın'da belli ki bu sohbetten keyif alıyor.
Mardin’de restoranda çalışan bir garson kızın, Diyarbakır’da yirmi dört yaşındaki Lamia’nın, bu Batılı kadınlara özenci! Restorandaki kız, bu işte çalışmak için ailesiyle verdiği mücadeleyi anlattığında; Lamia, Diyarbakır’ın dışındaki dünyayı tanıyıp görmesinin kendisi için imkânsız olduğunu söylediğinde; her birinin yüreğinde hissettikleri burukluk, o anlardan sökün edip,bir kez daha bu kadınların yüzüne vuruyor.
Düşünüyorum: Mardin’de gecenin bir yarısında ara sokaklarda bile huzurla gezdiklerini, Diyarbakır On Gözlü Köprü üzerinde halay çekerek türküler söylediklerini anlatan bu batılı kadınlara bu güveni hissettiren yöre insanı, kendi genç kızlarından bu hakkı neden esirger?
Dara Antik Kenti
Süryani Kurabiyesi
Sabiha Hanım (Kayaalp), ilginç bulduğu ve paylaşmak istediği bir anısı için, "Süryani Kurabiyesi" almak üzere girdiği bir dükkânda yaşadıklarını anlatarak sözlerine başlıyor.
Sağ elini göbeğine kadar indirip, temsili bir sakal şekli yaparak, süryani erkeklerinin genellikle bu boyda sakalları olduğunu belirttiği sözlerinin devamını şöyle getiriyor: Sakalı göbeğine kadar uzanan, süryani olduğunu düşündüğüm satıcıdan beş kilo Süryani Kurabiyesi aldım. Alışverişim sırasında yaptığım sohbette, satıcının süryani olmadığını öğrendiğim bu kişi, süryani satıcıları da olumsuz yönde eleştirdi.
Dükkândan çıktım. Karşıdan Hüsniye, elleri kolları paket paket Süryani Kurabiyeleriyle dolu geliyordu. Kaça aldığını sordum. Benim aldığım fiyatın yarı fiyatına, nerdeyse yirmi kilo almıştı. Hüsniye Hanım, hemen söze giriyor, hem de yeni gelen tepsiden taze taze aldım.
Sarnıçlara su taşıyan kanallar
Bu sırada NilüferliKadınlar’dan biri soruyor: Yazınızda fotoğraf kullanacak mısınız? Evet, diyorum. “Sabiha’nın fotoğrafını, kazıklanan kadın olarak kullanın” diyor.
İnsan olmanın, dinle, imanla, ırkla, milletle ilgisi olmadığını bilirim ya, bir kez daha bu fikrime kanaat getiriyorum.
Dillenen anılar, tadını bilmediğim Süryani Kurabiyesi’nin sıcaklığında, tazecik! Dilden dile atlayan sözlerde öyle yüreğe akan güzellikler var ki bin dokuz yüz altmış yedi yılında ayrılıp geldiğim memleketimin yollarına düşesim geliyor. Ya hele şu söz: Otelin balkonundan Mezopotamya’yı karşına alıp, kahve içmek çok büyük bir keyif!
Uzak olmayan bir zamanda, kadim kültürlerin anavatanı Mezopotamyalı olduğumu bilinçli bir şekilde düşünüp, duygulanmıştım. Aslında evrenliyim, derim kendime.
Mardin Ulucami’de … Soldan sağa: Melda Çakal, Hüsniye Baş, Eda Yıldız, Sabiha Akbulak Kayaalp, Emel Güneş, Seda Mutluay, Aslıhan Akbulak, Ebru Tutkun, Dilek Çetiner, Esra Sakallı, Emek Görmez
Yalan yok: Bu düşünceme yakın gelen bir zamanda, bu sözü duymak etkiledi beni.
Nilüferli kadınların, şu anısını da aktarıp sonlandırmalıyım yazıyı. Profesyonel yaşamlarının, amatör kadrajlarından yansıyan ve yansıyacak fotoğraflarına bırakmalıyım geriye kalan sözlerini, gözlemlerini, ayak izlerini …
Konakladıkları bir otelde sahne alan Mehmet’in şarkılarına, türkülerine Nilüferli kadınlar eşlik ettikleri sırada, Hüsniye Hanım, Mehmet’e “Çocuk” diye seslenir. Mehmet gönül koyar bu söze. Hüsniye Hanım tavrından, edasından sanatçının içerlediğini anlayınca, "Hayırdır!" der. Mehmet, "Sen bana ‘çocuk’ dedin" der.
Söyleşimiz sırasında yöresel yemeklere övgülerin arasına espirili sözler de karışıyor: "Sosyetik adı 'gastronomi' olsa da bizimki biraz da 'gırtlak gezisi' oldu."
Hüsniye Hanım, Mehmet’e fısıldarcasına bir şeyler söyler. Bir anda yüzü aydınlanan Mehmet, saz heyetine döner, "Çal o zaman İzmir’in Dağları’nı" der. Hüsniye Hanım, Mehmet’e, Atatürk’ün sevdiği kişilere, "Çocuk" diye seslendiğini belirtmiştir.
Bütün salon, dışarıdan da katılan insanlarla birlikte, yeri göğü inletircesine hep bir ağızdan, "İzmir Marşı"nı söylerler:
"İzmir’in Dağlarında çiçekler açar,
Altın Güneş orda sırmalar saçar,
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar,
Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa,
Adın yazılacak mücevher taşa!"