Türkiye, 2 Temmuz 2025 tarihinde İklim Kanunu’nu kabul etti ve 9 Temmuz 2025’te Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanun, Paris Anlaşması’nın yükümlülüklerini iç hukuka taşıma ve iklimle ilgili düzenleyici çerçeveyi netleştirme amacı taşıyordu. Ancak yasanın kapsamı ve içeriği, iklim krizinin çok katmanlı doğasını yeterince gözetemedi. Ne sosyal eşitsizlikler ne de tarihsel sorumluluklar yasa metnine yansıdı. Sadece emisyon azaltım hedeflerine odaklanan yaklaşım, bizi gerçek bir iklim adaletinden uzak tutuyor.
Adil geçiş, yalnızca enerji sektöründeki dönüşümle sınırlı görülmemeli. Bugün Türkiye’de çevresel kırılganlıkla toplumsal eşitsizliklerin çakıştığı bölgelerde hâlâ ciddi veri eksiklikleri bulunuyor. Ekolojik risklerle sosyal dışlanmayı birlikte analiz edecek kümülatif etki haritaları, çevresel risk modelleri ve kırılganlık endeksleri hâlâ oluşturulmuş değil. Bu eksiklik, karar alma süreçlerini adaletsizleştiriyor.
İklim kaynaklı sağlık krizleri artarken, Türkiye’de işçi sağlığı, çevre sağlığı ve halk sağlığı birbirinden kopuk sistemlerde izleniyor. Oysa liman kentleri, sanayi bölgeleri ve tarım havzalarında hem işçilerin hem de yerel halkın eş zamanlı olarak izlenebileceği, entegre bir sağlık gözlem sistemine ihtiyacımız var. Sendemik (çoklu krizli) halk sağlığı yaklaşımları bu nedenle önem kazanıyor.
Hava kalitesi indeksleri hâlâ ulusal ortalama üzerinden sunuluyor. Oysa PM2.5, VOC ve NO₂ gibi zehirli kirleticiler özellikle yoksul bölgelerde yoğunlaşıyor. Kirlilik hakkaniyeti göstergeleri geliştirilmeden çevresel eşitlikten söz edilemez.
Enerji yoksulluğu sadece "tüketemeyen" yoksulların değil, aynı zamanda enerji üretim süreçlerinden dışlanan kadınların da meselesidir. Enerji kooperatiflerinde kadınların temsiliyeti, enerji planlamasında bakım emeği gibi meseleler yok sayılmamalı; toplumsal cinsiyet bakışı iklim politikalarına entegre edilmelidir.
Kentlerde giderek artan sıcak dalgaları, yeterli yeşil alana erişimi olmayan mahallelerde ölümcül etkilere neden oluyor. Düşük gelirli bölgelerde yeşil altyapı planlamaları yapılmalı ve yeşil alan hakkaniyeti ile iklim sığınakları yasal güvence altına alınmalıdır.
Organize sanayi bölgelerinde, tersanelerde ve limanlarda bulunan tehlikeli atık depoları kamuoyundan gizleniyor. Atık adaleti için yerel yönetimlere açık veri zorunluluğu getirilmeli, nükleer ve termik santraller “temiz enerji” tanımından çıkarılarak şeffaf değerlendirmeye alınmalıdır.
İklim değişikliği kaynaklı iç göç hareketleri hâlâ planlama sisteminde yok. Kuraklık, sel ve geçim kaybı gibi nedenlerle yerinden edilen insanlara yönelik konut, istihdam ve sosyal destek altyapısı oluşturulmalı; bu bölgeler "iklim adaleti bölgeleri" ilan edilmelidir.
Adil geçiş, sadece dönüşümü değil, işçinin hakkını da güvenceye almalı. Emek kotası içeren iklim fonları, sendikaların ve işçilerin doğrudan katılımıyla yapılandırılmalı; toplumsal adalet iklim politikalarının asli bileşeni haline getirilmelidir.
Kurumsal karbon muhasebesi zorunlu hale getirilmeli; tarihsel emisyonlara dayalı “iklim borçlusu şirketler” listesi oluşturulmalıdır. Karar alma süreçleri demokratikleştirilmeli; yerel halkın rızası olmadan hiçbir karbon yatırımı yapılmamalıdır.
Devletler, fosil yatırımları koruyan tarafsız yapılar değildir. Bu yüzden ulusal karbon bütçeleri anayasal sınırlara bağlanmalı, askeri emisyonlar açıklanmalı ve kamu kaynaklarının fosil yatırımlara yönelmesi yasaklanmalıdır. "İklim barışı" ilkesi anayasal güvence altına alınmalıdır.
Doğu’da su krizi, Karadeniz’de HES’ler, Marmara’da sanayi kirliliği, Ege’de küçük çiftçiliğin tasfiyesi... Türkiye'nin farklı bölgeleri farklı çevresel adaletsizliklerle boğuşuyor. Kürt/Laz halkı, Roman topluluklar, göçmen işçiler, kırsal kadınlar, LGBTİ+ bireyler gibi kırılgan gruplar bu yükü en ağır şekilde taşıyor. İklim politikaları bu sosyal eşitsizlikleri tanımadan adil olamaz.
Mevcut İklim Kanunu, teknik eksiklerinin yanı sıra sınıfsal, toplumsal ve bölgesel adaletsizlikleri de görmezden geliyor. Oysa iklim politikası, yalnızca karbon hedeflerinden ibaret değildir; aynı zamanda bir eşitlik ve demokrasi meselesidir. Yeni bir iklim kanunu; bilimsel verilerle donatılmış, demokratik katılımı esas alan, çevresel ve sosyal adaleti gözeten bir temelde inşa edilmelidir.