Ülkemizde ağır ekonomik sıkıntıların, adalet ve hukuktan yoksun bir sürecin hüküm sürdüğü bir dönemde, Ekim ayından bu yana yeni bir süreç yaşanıyor. Kimilerinin “Barış süreci” veya “Çözüm Süreci” olarak adlandırdıkları bu sürece pek çok kişi bir ad vermekte zorlanıyor. Çünkü bu süreç hayatı boyunca “Barış” kelimesini ağzına almayan, hatta “Barış” diyenleri ihanetle suçlayan Devlet Bahçeli tarafından başlatıldı. İktidar çevrelerinin “Terörsüz Türkiye” adını verdikleri bu süreci, Selahattin Demirtaş ise “Demokratikleşme, Barış ve Kardeşlik Süreci” olarak adlandırıyor.
Öyle görünüyor ki herkes süreci kendi öncelikleri üzerinden isimlendiriyor. Ancak sürece destek veren herkesin üzerinde hem fikir olduğu konu, kırk yıldan uzun süredir devam eden çatışmalı sürecin sona ermesi, Barış olması, PKK’nin, en azından Türkiye sınırlarında silah bırakması.
Kuşkusuz ki bugüne kadar ağzına barış kelimesini almamış Devlet Bahçeli’nin birden “Barış” sevdalısı kesilmesi, Türk-Kürt kardeşliğinden bahsetmesi herkesin dikkatini çekiyor. İktidar çevreleri bunun nedeninin “terörsüz Türkiye” yaratma isteği olduğunu söylerken, bir kısım muhalif, Erdoğan’ı yeniden seçtirecek bir Anayasa değişikliği için, iktidarın DEM Parti'yi yanına çekme oyunu olduğunu düşünüyor.
DEM Parti, Kürtlerin büyük bölümü ve sosyalist, demokrat kamuoyunda ise konu barış olduğunda, kim tarafından başlatılırsa başlatılsın, en küçük bir barış ihtimaline bile karşı çıkılamayacağı, temkinli bir destek verilerek, sürecin kendi önerilerini de içererecek biçimde yürümesi için çaba gösterilmesi görüşü ağırlık taşımakta.
Özellikle Suriye’de yaşanan son gelişmeler, ABD’de Trump’ın yeniden başkanlığa gelişi ile Suriye politikasında meydana gelebilecek değişiklikler ışığında Bahçeli’nin “Barış” çıkışının ağırlıkla Suriye kaynaklı olduğu, Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu’da etkin bir güç olabilmesi için Kürtlerle barışması, onlarla birlikte hareket etmesi zorunluluğuna dayandığı yorumları kamuoyunda ağırlık kazanmaktadır. Yani Bahçeli’nin barışı veya Kürtleri sevdiği için değil, zorunluluktan bu süreci başlattığı ileri sürülmektedir.
Kuşkusuz ki Bahçeli’nin ve iktidarın süreçten beklentileri ile Kürtlerin, muhalefetin, sol kesimin beklentileri farklıdır. İktidar PKK’den koşulsuz silah bırakmasını istiyor. Öcalan ve PKK’nin bunu koşulsuz kabul etmesinin mümkün olmadığı düşünülüyor. DEM Parti ve Türkiye demokrasi güçlerinin de iktidardan adalet, demokrasi, eşitlik gibi bazı koşulları olacaktır. Öncelikle yıllardır cezaevide yatan Demirtaş, Kavala, Can Atalay başta olmak üzere siyasi tutsakların, Gezi tutsaklarının özgürlüğü talep edilecektir.
Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi aslında birbirine bağlı olaylar. İkisi birlikte olacak veya biri diğerini tetikleyecek. Silahların susması tek başına Kürt sorununun çözümü veya ülkenin demokratikleşmesi için yeterli olmasa da, bu bile ülke koşullarında önemli bir adım sayılabilir.
Barışın yani silahların susmasının ülkeye neler kazandırabileceğine bir göz atalım;
-Öncelikle Türkü, Kürdü gençler, insanlar ölmeyecek. 1980 yılından bu yana yaklaşık yüz bin kişi, çoğu genç, çatışmalı süreçte yaşamını yitirdi.
-Bu süre içinde en az 3 trilyon dolar ülke kaynağı harcandı. Bu kaynak bütçede kalsa, eğitime, sağlığa, çalışan ve emekli maaşlarna aktarılsa nasıl bir ülke olurduk acaba!
-Ülkede hergün muhalifleri “terörist”, “bölücü”, “hain” vb olarak niteleyen dil değişecektir. Artık DEM Parti'yi, CHP’yi “terör işbirlikçisi” olarak nitelemek mümkün olmayacaktır. Böyle bir ortamda siyaset yapmak, demokratik talepleri dile getirmek ve hayata geçirmek kolaylaşacaktır.
-Hiçbir siyasi fikri olmayan, sadece hamaset üzerinden siyaset yapan, ırkçı, milliyetçi partiler en önemli silahını kaybedecek, halkı “terör” ile kandıramayacaktır. Bu parti ve kesimlerin barış istememeleri kendileri açısından anlaşılabilir bir durumdur.
-Kendi ülkesinin Kürt yurttaşları ile barışan, Suriye ve Irak’ta yaşayan Kürtler ile anlaşan ve birlikte hareket eden bir Türkiye hem Suriye’de hem de genel olarak Ortadoğu’da en etkili ve kapsayıcı bir ülke konumuna gelecek, bu durum ülke prestijini, dolaylı olarak da ekonomisini olumlu etkileyecektir.
Sonuç olarak, aklımızda pek çok kuşku da olsa, eksik de bulsak, bazı şeyler içimize sinmese de gündeme gelmiş olan Barış ihtimaline karşı olumsuz yaklaşma lüksümüz yok. Barışın karşıtının savaş olduğunu çok iyi biliyoruz ve ülke olarak artık savaştan, çatışmadan, ölümlerden yorulduk. Barış sağlanamaz ise, özellikle Suriye sınırında çıkabilecek bir savaşın yıllarca Türkiye’yi her açıdan bir çöküşe götürebileceği ihtimalini göz ardı etmemeliyiz.
Barışın arkasında durmalı, süreci iktidarın insiyatifine bırakmadan toplumsal barışın sağlanması ve demokrasi, eşitlik, adalet, özgürlük için tüm demokrasi güçleri ile birlikte mücadeleyi sürdürmeliyiz.