Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yol güzergahı nedeniyle Mardin’in Şenköyü'nden geçecektir. Köyün akıllı muhtarı, Cumhurbaşkanı Demirel’in geçeceği sırada köylülere aynı anda kurban kestirir. Demirel durur ve köy muhtarı ile konuşur. Muhtar, köylülerin Demirel’i ne kadar çok sevdiklerini anlatır. Demirel de bu sevgi karşısında “Dile benden ne dilersen” der. Akıllı köy muhtarı önceden köyün işsiz delikanlılarının isimleri yazdığı kâğıdı Demirel’e verir, iş ister. Demirel bu talebi karşılıksız bırakmaz ve gençleri PTT olmak üzere çeşitli devlet kurumlarında işe yerleştirir. Bu olay Mardin genelinde elektrik, su, altyapı çalışmalarının önce bu köyde başlamasına vesile olur.
Son gün. Midyat’tan Mardin’e giderken dinliyoruz Şahmeran’ın hikayesini de. Cemşab isminde bir çoban vardır. Geçimini dağlardan sağlar. Cemşab, bir gün bir mağaraya rastlar ve mağaranın içerisine bakınca Şahmeran’ı görür. Cemşab, bu efsanenin gerçek olduğunu görünce Şahmeran’ın yanında kalır uzunca bir süre. Cemşab artık ayrılmak ister, geri dönmek ister. Şahmeran, “Gidebilirsin. Ancak benim yerimi kimseye söyleme ve vücudunun alt tarafını topluma açık kesimlerde suya sokma” diye tembihler. Cemşab eski hayatına devam ederken ülkenin kralı ağır bir hastalığa yakalanıyor. İyileşmesinin tek çaresinin Şahmeran’ın etinden bir parça yedirmek olduğunu söylüyorlar. Şahmeran’ın yerini bilmedikleri için, yerini bilen kişiyi bulmak için bütün yöre halkını suya sokup çıkarıyorlar. Suda yılanlaşacağı için Şahmeran’ın yerini bilen kişinin Cemşab olduğu ortaya çıkıyor. İşkenceye katlanamayan Cemşab, Şahmeran’ın yerini söylemek zorunda kalıyor. Şahmeran’ı bulup öldürüyorlar, kral iyileşiyor. Fakat lanet başlıyor. Bu nedenle insanlığın sonunun yılanlardan geleceği düşüncesi var. İnsanlar evlerinde, kıyafetlerinde, takılarında Şahmeran bulunduruyorlar ki eğer yılanlar gelirse Şahmeran’ı görüp onları affetsin.
Efsanenin en yaygın olan versiyonu Lokman Hekim ile olandır. Şahmeran’ın Mardin’deki anlamı daha çok nazarı, kötü enerjiyi uzaklaştırmak. Yüzyıllar geçse de değişmeyen efsanedir Şahmeran.
Mardin’de evler Güney’e doğru bakıyor. Güneş her odaya girebilsin diye…
Pencereden giren güneş karşı duvara vurur.

Mardin’in dar sokaklarında gezerken kapıların her iki yanında bulunan soluk taşlarına oturarak soluklandık. Arabaların geçmesi için kapılara iyice yanaşırken üzerindeki motifler bitki veya çiçekse Ermenilerin, balık veya kuş ise Süryanilerin, Allah veya Kâbe sembolleri varsa Müslümanların yaşadığı evler olduğunu öğreniyoruz. Gelen misafir erkekse tokmağı yukarı doğru, kadınsa aşağıda yer alan tokmağı vuruyor. Bir evde kaç kişinin yaşadığı ise kapının üzerindeki kemer dilimlerinin sayısından anlaşılıyormuş. Evlerin yaşı 200 ile 800 yaş arasında değişiyor.

Bazı evlerin kapıları mavi renkte boyanmış. Bunun nedeni börtü, böceği uzaklaştırmak.

Kim demiş Mardin'de deniz yok diye…
Biz Suriye’ye uzanan uçsuz bucaksız ovada denizi de gördük adeta.

Mehmet Selim Gökçen’in atölyesinden geçiyoruz. Taş ustası Gökçen. Üniversite mezunu olmayabilir ama Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ders veriyor. Gökçen, Yaşayan insan hazinesi somut olmayan kültürel miras taşıyıcısı. Mardin’in kireç taşları hakkında da bir raporu var.

Kırklar Kilisesi, Mor Behnam ve kız kardeşi Saro adına 4. Yüzyılın başlarında inşa edilmiş. Bir azizle tanışıp Hristiyanlığı kabul eden Mor Behnam ve Saro babaları tarafından öldürülürler. Amansız bir hastalığa yakalanan babanın kurtuluşu da bu aziz sayesinde olur. Baba, pişman olur ve Hristiyanlığı kabul eder. Çocukları adına kiliseler inşa eder.
Uçurtma sanatçısı Arzan Mungan’ın çocukken yaptığı drone çekimleriyle nasıl dünyaca ünlü bir sanatçıya dönüştüğünü dinleyerek Zinciriye Medresesi’ne varıyoruz. Mardin’deki ilk medrese burası. Astronomi alanında gökyüzü incelemeleri ilk olarak burada yapılıyor.

Doğumdan ölüme varan insan hayatını anlatan su yolu bu medresede de var.

Bir zamanlar Mardin’de ciddi bir susuzluk sorunu yaşanmış. Öyle ki medresenin duvarlarına zincir asmışlar, zincirlerin ucuna da variller bağlamışlar. Yağmur suları toplansın diye. Yeri geldiğinde bu su hastalara şifa olarak dağıtılmış. Tam da susuzluğun göbeğinde kalan Bursa’da nerelere varil bağlasak ki hastalandığımızda şifa olsun yağmur suları. Bütün sanayinin kirinin o damlalarla birlikte üzerimize yağdığını unutursak tabi.

Neyse ki Zinciriye Medresesi’nin manzarası güzel. Manzaraya doyamadan Yaşayan Müze’de Reyhan dansı izlemek için sıraya giriyoruz.
Reyhan dansı da susuzluğu anlatıyor bize. Yağmurun sevincinin dansı. Bir dua, yakarış dansıdır ve der ki; “Haktan aldım, toprağa verdim.”
Kürtlerin ozanı Dengbej dinletisinin ardından Erbane çalgısını öğreniyoruz. Dengbejler, aşk, ölüm, hasret acılarının hikayelerini seslendiriyorlar.
İçerisinde 99 halkanın Allah’ın 99 ismine tekabül ettiği Erbane çalgısı, maalesef Türkiye’de müzik envanterine dahil edilmemiş. Kız çocuğu doğduğunda Erbane hediye edilirmiş. Erbane, kadının aşkı, kutsaliyetiymiş. Ceylan derisinden yapılan Erbane’nin ritminin kalp ritmine yakın olduğu, kalp ritmini düzenlediği söyleniyor.

Yaşayan Müze’nin diğer bir odası ‘Kurşun’. 5 bin yıllık bir tarihe sahip kurşun dökmek. Ne kadar Türklerin bir ritüeli olarak geçse de Almanlar da yeni yıla arınarak girmek için, İskandinavlar yeni evli çiftler için kurşun döktürüyorlarmış. İşin özü, kötü enerjinin, nazarın uzaklaştırılması. Kurşun odasındaki anahtarlar ise Mardin evlerine ait eski anahtar örnekleri. Dinleri, toplulukları temsil ediyor.

Telkari Atölyesi’nde gümüşlerin nasıl takı haline geldiğini dinledikten sonra Mardin çarşısından uzanan yolun sonu bizi Mardin Ulucami’ye çıkarıyor. 1176 yılında inşa edilen bu caminin minaresinde Nur Suresi’nin 36. Ayeti, Kelime-i Tevhid, Ayetel Kürsi, sahabe isimleri yazıyor. 8 adet boş kapı, cennetin kapılarını simgeliyor ki biri Mardin Kapı.
Bu caminin minaresi pusula gibi. Şehrin tam ortasında. Minareyi görünce şehre yakın mısın, uzak mısın, şehrin hangi yönündesin anlaşılıyor. Mardin’e özlem, şehre adım attığın ilk andan itibaren başlıyor.