Midyat ve Nusaybin ilçeleri arasında Bagok Dağı eteklerine yakın bir vadide yer alıyor Beyaz Su. Kahverengi platolar ve ovalar arasından geçen bir su olunca bölgedeki en değerli varlık haline geliyor. Hatırlamak gerekir ki artık günümüzün petrolü; su. Beyaz Su’yun kenarında sabah kahvelerimizi içtikten sonra gezimize başlıyoruz.

Önümüz Nusaybin. Zembilfroş (Gazete Duvar) efsanesini dinleyerek gittiğimiz yol, uzun değil kısa geliyor bize. ‘Ancak efsanelerde olur’ diyerek Nusaybin’e varıyoruz. İlk durağımız, Mor Yakup Kilisesi. Bu kilise, dünyanın ilk üniversitesi olarak anlatılıyor. Kilise, Mor Yakup tarafından 313 yılında yapılıyor. Mor Yakup Kilisesinin diğer bir din insanı Mor Afrem. 3 milyona yakın ilahisinin olduğu söyleniyor.

Mor Yakup Kilisesi’nin ardından Nusaybin’in kaçakçılar çarşısında alışverişe kaptırıyoruz kendimizi. Birçok ürün burada 3’te bir fiyatına orijinal olarak satılıyor.
Çok vakit kaybetmeden büyüleyici bir dünyaya akıyoruz sanki. Burası Artuklu ilçesinde bulunan Dara Antik Kenti. Yüzde 85’i toprak altında bu kentin. Sasanilerle Romalıların arasında savaşın eseri Dara. Roma İmparatoru Anastasius, imparatorluğun doğu sınırını Sasanilere karşı korumak için askeri amaçla bir kent inşa ediyor. Dara kentinin en belirgin özelliği dev sarnıçların olması. Hem kentin su ihtiyacını karşılamak hem de savunma amaçlı kullanılmış bu sarnıçlar. Romalılar, sulara zehir katan Sasanilere karşı sularını korumak için ilkel yöntemlerle ilk barajı da inşa etmişler.

Sasaniler, yıllar süren savaşın ardından fıçılara koydukları akrepleri şehrin merkezine tepeden bırakarak Nusaybin’i ele geçirirler.

Dara Antik Kenti’nde 3 katlı kaya mezarlık bulunuyor. Binlerce insan kemiği bulunmuş. Bu kemiklerin toplu defnedilen askerlere ait olduğu düşünülüyor. Kaya mezarlığın girişinde kanatlı insan figürü, kemik figürleri, Hz. Meryem ve İsa figürü yer alıyor. Mezarlıklara gözyaşı şişeleri konuluyormuş. Ölen kişinin ne kadar saygın bir insan olduğu gözyaşı şişesinin çok olmasından anlaşılıyormuş. Diş ve göz kapaklarının üzerinde paralar bulunuyormuş. Kişi, sırat köprüsünden geçerken kayıkçıya bu paraları verebilsin diye.

Dara Antik Kenti’nden dev sarnıçları gezerek ayrılıyoruz. Mardin’de akşam yemeğimizi yedikten sonra yağmurlu hava nedeniyle bir gün sonraki Cizre gezisine hazırlanmak için geri dönüyoruz.
Cizre’nin sembolü, Fırat ve Dicle nehirlerini sembolize eden aslan kafaları. Bu aslan kafalarının orijinali yok artık maalesef. Cizre’de gezimiz Mem û Zîn Türbesi’ni görerek başlıyor. Burası bir aşk türbesi. Hikayesi Leyla ile Mecnun’a benziyor Mem ve Zin’in. Kavuşmaları ancak mahşere kalıyor. Bu nedenle yan yana mezarları.

Zin, Cizre Beyi’nin kız kardeşlerinden biridir. Mem ise herhangi biri. Çarşamba günleri düzenlenen kadın eğlencesinde erkek kılığına girmiş Zin ve kadın kılığına girmiş Mem gözlerinden birbirine aşık olurlar. Zin, yüzüğünü Mem’e vermiştir. Fakat o günden sonra birbirlerini göremeyecekleri için yemeden içmeden kesilirler. Beyin kötü karakterli yardımcısı Beko, gözünü Zin’e dikmiştir. Mem’i zindana attırır. Mem zindanda işkence görmektedir. Zin, kara sevdadan günden güne eriyip bitmektedir. Bey, sonunda evlenmelerine ikna olur, Mem’e gider. Mem, “Beyim ben yalnızca kardeşinizi sevdim. Onu o kadar çok sevdim ona olan aşkımla Allah aşkına kavuştum” der ve son nefesine verir. Zin de Mem’in ölüm haberini duyunca o da son nefesini verir. Mem’in arkadaşı Tajdin rivayete göre kavuşmalarına engel olan Beko’yu ikisinin mezarı üzerinde hançerler. Beko’nun birkaç damla kanı Zin ve Mem’in mezarına akar ve kara bir çalı çıkar. Kara çalı ne bu dünyada ne öteki dünyada kavuşamamanın sembolüdür aslında.

Cizre’deki ikinci durağımız Kırmızı Medrese oldu. Medrese-i Sor. ‘Sor’ Kürtçe’de kırmızı anlamına geliyor. II. Han Şeref Bey tarafından 14. Yüzyılda yaptırılan medrese, kırmızı tuğlalardan yapıldığı için bu adı almış. Nuh Tufanı'ndan sonra inşa edildiğine inanılan Medrese-i Sor’un en dikkat çekici yeri Çilehane’si. Adı Çilehane ama ışık alan, sessiz, kitap okumalık küçük bir alan. Çilehane’den avluya çıkınca öğrencilerin de dersliklerden çıktıklarını görüyoruz. İkramlık çaylarını içiyoruz.
Çarşısında biraz dolaşıp, Çin’den gelen kumaşlara göz gezdirdikten sonra Kahve Celu’da kahvelerimizi içiyoruz. Celaleddin Rumi’den geliyormuş 82 yaşındaki Celu Amca’nın adı. “Ben çok güzel gülerim” diyerek attığı kahkaha ikon olur.
Celu Amca’nın sohbetinden ayrılarak Dengbejleri dinlemeye gidiyoruz. Söylerken eğlendiler, eğlendirdiler. Türkülerin duygusunu kalplerimizde hissettik. Ve tabi ki “Bu sevdalar boşuna” türküsü eşliğinde halay çekerek veda ettik Dengbejlere.
Hz. Nuh’un Türbesi ile İslâm âlimi Cizreli meşhur mucit İsmail Ebu’l İzzel-Cezeri’ye ait türbeler de Cizre’de bulunuyor. Hz. Nuh’un Hz. Adem’den 2 bin yıl sonra yaşadığı, 1300 yıl yaşadığı rivayet edilir. 80 kişiyle bindikleri gemiden 8 kişi olarak, Hz. Nuh, eşi, 3 oğlu ve 3 gelini, inerler.

Hz. Nuh'un türbesi
Günün son gezisini de Cizre Ulucami’ye yapıyoruz. Türkiye’deki 118 tane Ulucami’den biri de Cizre’de bulunuyor. Burası birkaç kilisenin birleştirilmesiyle camiye dönüştürülmüş.

Kubbesi, gözetleme kulesi, yangın kulesi amaçlarıyla da kullanılmış. Orijinal taş sütunlar sonradan sıva ile kapanmış ama bir- iki taş sütun örnek olarak bırakılmış.