Tarihin kokusunu alıyoruz,
Eski medeniyetlerin halen daha yaşadığı yerdeyiz,
Dinlerin ve dillerin kentindeyiz,
Özgün mimarisi, taş evlerin merkezindeyiz,
UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne aday Mardin’deyiz.
İki nehir arasında Mezopotamya topraklarındayız,
Türkçe, Kürtçe, Arapça, İbranice, Süryanice, Aramice duyuyoruz,
Süryani çöreği, Şarabı, Kahvesi, Reyhan Şerbeti, Mardin Kebabı, Midyat Tavası, Haşlaması, Sembusek, Midin Pizzası, Ezidi Kahvesi, Hayalet badem şekeri…
Gastronominin merkezi Mardin’deyiz.
Güney’de Suriye sınırını selamlıyoruz. Bir gün Nusaybin, bir gün Cizre’deyiz.
Mardin’e Merhaba…
Rehberimiz Nagehan Akın önde, kulaklarımız her anlattığı hikâyede, 6 gün Mardin topraklarını arşınladık.

Kasımiye Medresesi’nde hem Artuklu hem Osmanlı mimarisini gördük. Artuklular başkent olarak Mardin ve Hasankeyf’i kullanmışlar. Mardin taşıyla (nahit) yapılan Taç Kapı’dan içeriye giriyoruz. Yaklaşık 2 milyon yıl önce Diyarbakır- Urfa arasında bulunan Karacadağ volkanının patlamasından oluşan bazalt taşı… Bu nedenle Mardin ve çevresinde çok sayıda taş ocağı bulunuyor. Taşlar dantel gibi işleniyor bu bölgede.
Artuklu medreselerinde ortada bir havuz bulunuyor. Astronomi derslerinin yazı tahtasıdır bu havuz. Yıldızların konumunun suya yansımasıyla iki yıldız arasındaki mesafeyi ölçüyorlarmış. Medreselerde havuza akan bir çeşme bulunuyor: Çeşmenin olduğu duvar ‘ana rahmi’ni sembolize ediyor. Sağ ve sol tarafındaki semboller erkek ve dişiyi ifade ediyor. Suyun akış noktası bir insanın dünyaya geliş anını, suyun sesi bebeğin dünyaya geldiği ilk ağlama sesi ve sonrasında bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunlaşma, yaşlılık, ölüm… Zemindeki renklerin değişimi de insan hayatındaki değişimi sembolize ediyor. Suyun aktığı havuz, aynı zamanda bir mahşer yeri. Tüm insanlık aleminin toplanacağı yer. İyi bir insan olarak akarsanız, üst olduktan Cennet’e, kötü bir insan olursanız havuzun dibindeki tıpadan akarak kanalizasyona, pis suya karışırsınız. İster Cennet’ten ister Cehennem’den gidin varacağınız yer Mezopotamya’dır. Yani topraktır. ‘Su zerresi olarak Allah’tan geldik, toprağa gideceğiz’ serüveninin mimari şeklidir.
Aynı yapıyı kente ilk yapılan Zinciriye Medresesi’nde de görüyoruz. Zinciriye Medresesi’nin duvarlarında zincirler asılı. Mardin’de susuzluk olduğu için zincirlerin ucuna variller bağlanmış, yağmur suları toplanmış, yeri geldiğinde bu su hastalara şifa olarak dağıtılmış. ‘Yıllar öncesinde insanlar yağmur sularını kullanmak için basit teknikler kullanmışlar da günümüzde susuzluk nedeniyle suların kesildiği Bursa’da yağmur sularının toplanması için yeterli yöntemler neden yok?’ diye düşünüyorum.
Kasımiye Medresesi’nde üç boyutlu olarak bilim insanı El Cezeri ile karşılaşıyoruz. Arapça ‘El Cezeri’, ‘Cizre’, Mezopotamya demek. Bu topraklarda yaşayan El Cezeri’nin ilk icatlarından biri fil saati.
Kasımiye Medresesi’nin Taç Kapısı’ndan Mardin’e doğru bakıyoruz. Denizi andıran ovada gökyüzüne doğru uzanan grilikler gözleri yoruyor. Doğanbey TOKİ faciasını andıran bir görüntü şehrin bütün tarihi yapılarından ve kutsallığından hançer gibi geçiyor. Bursa’daki müteahhit! potansiyeli Mardin’de olsaydı ne olurdu? Öğrendiğimiz bir bilgide bu soruma eşlik ediyor. 6 Şubat depremlerinde önce orta hasarlı olarak kayıtlara geçen, sonrasında ‘arkamız sağlam’ denilerek nasıl oluyorsa hasarsız duruma getirilen binalar… Bursa’nın arkası sağlam mafyatik, dolandırıcı müteahhitlerinin elinde kalsa ne ova ne tarih ne turizm ne doğal güzellik ne mimari ne de Mardin kalırdı geriye. Aynı Bursa gibi… Ve Mardin’in UNESCO Açıkhava Müzesi başvurusunun kabul edilmemesinin sebebi. UNESCO’ya elveda.
