“Eğer bir ulusun iktisat kitaplarını ben yazacaksam, o ulusun yasalarını kimin yazdığı ya da üst düzey hukuk metinlerini kimin tasarladığı umrumda bile olmaz.”
ABD’li ünlü iktisat profesörü Paul Samuelson’un bu düşüncesi dünyanın son 75 yılına damga vurdu ve tam da dediği gibi oldu…
1945’te Mont Pelerin Cemiyeti’yle (hala aktif) başlayan bir süreçle neoliberal iktisadın ideologları büyük bir sınıfsal mücadele yürüttü ve neoliberalizmi 1980’de hegemonik bir ekonomik/siyasal dalgaya dönüştürmeyi başardı.
1970’lerde ABD’de kurulan Heritage Foundation ile Hoover Enstitüsü, Manhattan Politika Araştırmaları Enstitüsü ve Milton Fridman öncülüğündeki Chicago Okulu küresel çapta neoliberal düşünceyi inşa eden kuruluşlar haline geldi. İnsanlar teker teker ABD’deki neoliberal okullara gidiyor, sonra da neoliberal ideolojiyle aşınlanmış olarak ülkelerine dönüyor, sonra siyasi parti ve hükümet programlarını buna göre şekillendiriyorlardı.
Neoliberalizmin kurucu babalarından Antony Fisher ise, 1981 yılında kurduğu Atlas İktisadi Araştırma Kurumu’nu, “yeni düşünce kuruluşlarının açılmasına destek olma sürecini kurumsallaştırma” ve neoliberalizmi dünyaya yayma hedefinin merkezi haline getirdi. Atlas bugün aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 80’den fazla ülkede 400’ü aşkın neoliberal düşünce kuruluşunun kurulmasına ve birbirleriyle bağlantı kurmasına önayak oldu.
DÜNYA NEOLİBERALİZME NASIL TESLİM OLDU?
Şimdi tüm bunları size niye anımsatıyorum?
Eğer bugün ülkemizde bizler, dünyanın birçok ülkesinde halklar derin bir ekonomik, sosyal kriz yaşıyorsa ve dünya derin bir buhrana doğru sürükleniyorsa buraya nasıl geldiğimizi iyi anlamamız gerekiyor ki bu derin krizden nasıl çıkabileceğimizi de bulabilelim!
Paul Samuelson ve Milton Fridman gibi neoliberal ideogların öncülüğünde yazılan kitaplar ekonomiyi teknik bir alan olarak tasarladı ve bu ideolojiyi tartışmasız tek gerçekmiş gibi toplumlara benimsetebilmek için üniversiteleri, diğer eğitim kurumlarını, medyayı, düşünce kuruluşlarını ele geçirdi, kullandı.
Hakim neoliberal ekonomi öğretisi “zihinsel ve kültürel hegemonya” kuran bir araca dönüştürüldü. İktisat kitapları, sadece ekonomik sistemin nasıl işlediğini öğretmedi, aynı zamanda “Nasıl düşünmemiz gerektiğini”, “Ne tür çözümlerin meşru olduğunu”, “Nelerin doğal, kaçınılmaz ya da verimli kabul edilmesi gerektiğini” dikte etmeye başladı.
1970’lerden itibaren neoliberalizm yükseldikçe, ekonomi kitapları giderek daha fazla piyasayı “verimli ve optimal” olarak sundu; devleti “verimsiz ve müdahaleci” olarak gösterdi; “kamusal alanı küçültmeyi rasyonel bir zorunluluk” gibi çerçeveledi.
İktidara kim gelirse gelsin (merkez sağ/sol fark etmez) yasaların ve hukuk düzeninin, önceden şekillenmiş ekonomik aklın dışına çıkamayacağına koşulladı ve kurumsallaştırdı. 1979’da Margaret Thatcher ile İngiltere’de, 1981’de ABD’de Ronald Reagan ile düğmeye basıldı ve büyük bir kampanya, neoliberal furyayla dünyanın birçok ülkesinde su, elektrik, ulaşım, sağlık, enerji, telekomünikasyon, konut gibi toplumlar için birçok hayati kamu kurumu özelleştirildi; serbest piyasaya, sözde rekabete, ranta teslim edildi.
Neoliberal iktisat, akademik altyapıyı, medyayı, STK’leri, kanaat önderlerini kullanarak piyasayı ve neoliberalizmi tek rasyonel düzen olarak ilan etti. “Rekabet, verimlilik, özelleştirme, bütçe disiplini” gibi kavramlar “tarafsız gerçekler” gibi anlatıldı; oysa her biri açıkça ideolojik, sınıfsal tercihlerdi.
Üniversitelerde okutulan ekonomi kitapları, sadece “piyasayı” öğretmedi, aynı zamanda “piyasacı yurttaşı” da üretti. Neoliberalizmin “şekillendirdiği” yeni bir “özgürlük ve modernite” anlayışı adım adım “tasarlandı” ve “neoliberalizmin motoru ve tüketimin makinesine dönüşen” bir insan profili gündelik yaşama hâkim olmaya başladı.
Böylece “hukuk ve siyaset”, bu çerçevenin dışına çıkamayan “dar yollar” haline geldi. Devletin rolü küçüldü, sosyal haklar zayıfladı, kamu politikaları özel sektör mantığıyla yönetilmeye başlandı.
Neoliberalizmi ve özelleştirmeleri kalıcı hale getirebilmek ve rant akışını güvence altına alabilmek için (siyasetin dışına taşıyabilmek için), “Sermaye Piyasası Kurulu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Rekabet Kurumu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu, Şeker Kurumu, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu, Kamu İhale Kurumu ve Kamu Gözetimi Kurumu” gibi kurul ve kurumlar ihdas edilerek, neoliberal ekonomiyi ve rant düzenini “siyasetin” elinden alarak özerkleştirdiler, siyasal partileri sembolik hale dönüştürdüler. (Türkiye’de bu kurumların neredeyse tamamının sol olarak bilinen DSP ve Bülent Ecevit iktidarında Kemal Derviş marifetiyle gerçekleştirildiğini ve sanki harika bir iş yapmış gibi hala kendisini solda gören insanların Derviş’i övgü dolu sözlerle anmaya devam ettiğini anımsatmak isterim. Bu bile neoliberal ideolojinin zihinleri nasıl ele geçirdiğinin basit bir örneği.)
Bu kurul ve kurumlar önceden inşa edilmiş neoliberal akılla ve kurulan hukuk düzeniyle bir avuç azınlığa aralıksız rant üretirken, sosyal adalet odaklı bir yasa önerildiğinde, "piyasa dengesi bozulur" denilerek geri çevirecek arsızlığa kadar ulaştı.
Paul Samuelson çok haklıydı, ekonomi kitaplarını istedikleri gibi yazdılar ve sonrasında artık iktidarda merkez sağ, merkez sol hangi iktidar olursa olsun aynı hukuk metinlerini parlamentolarından geçirdiler, aynı ekonomi politikalarını uygulamaya başladılar.
NEOLİBERALİZM, İKTİSAT AKLINI, SİYASETİ VE SİYASET KURUMLARINI ELE GEÇİRDİ
Bu sürecin sonucunda, merkez partiler (hem sağda hem solda) “aynı iktisadi dili konuşan, birbirinin kopyası partilere” dönüştü. Bu ideolojik benzerlik, halkın gözünde “siyasetin anlamını yitirmesine” neden oldu. Sosyal demokratlar özelleştirmeleri savundu, merkez sağ partiler sosyal yardımlarla “kırılgan” toplumsal yapıyı yönetti. Her kriz döneminde “kemer sıkma” ortak reçete haline geldi, ancak krizi yaratan sermaye sınıfı olduğu halde bedeli ödeyen, kemeri sıkılan hep milyonlarca yoksul oldu.
Bu “apolitikleşmiş iktisat anlayışı”, sonunda “temsil krizini” kaçınılmaz olarak derinleştirdi. Avrupa’dan Latin Amerika’ya, ABD’den Türkiye’ye kadar pek çok ülkede seçmenler, “klasik merkez partilere” güvenini yitirdi. “Aşırı sağ popülizmin” yükselişi ve “otoriter eğilimlerin güçlenmesi”, bu temsil boşluğunun dolaylı sonucu oldu. Çünkü ekonomik adaletsizliğe yanıt veremeyen, sadece “neoliberal akla dayalı rasyonel yönetim” öneren partiler, “duyguları, öfkeyi ve umudu” dile getiremez hale geldi.
Ve elbette kaderleri de aynı olmaya başladı. 2000’li yıllar sonrası, özellikle son 10 yılda birlikte çökmeye başladılar. İngiltere’de Muhafazakar Parti (merkez sağ) ile İşçi Partisi (merkez sol), Fransa’da Sosyalist Parti (merkez sol) ve Cumhuriyetçi Parti (merkez sağ), Yunanistan’da Yeni Demokrasi (merkez sağ) ve PASOK (merkez sol), Almanya’da Hristiyan Demokrat Birliği (merkez sağ), Sosyal Demokrat Parti (merkez sol) ve daha birçok ülkede benzer şekilde merkezdeki siyasi partilerin birlikte çöküşü ve halk desteğini kaybetmeleri bir tesadüf değildi.
Geniş kitleler ya büyük öfkeyle aşırı sağın popülizm dilinden etkilenerek medet umuyor ya da siyasal partilerden, seçimlerden uzaklaşarak siyasal sisteme karşı derin bir “güvensizliğe ve umutsuzluğa” savruluyor.
YENİ SOL NASIL İNŞA EDİLEBİLİR?
Ve 2025 itibariyle ABD, Avrupa, Latin Amerika, Türkiye siyaseten kaynıyor ve neoliberal iktisat aklının ihya ettiği tüm ülkeler çatırdıyor.
Yeni bir sol dalganın ise doğuşunun ayak sesleri duyuluyor.
Bir süredir dikkat çekmeye çalıştığım ABD’de “Demokratik Sosyalist” Zohran Mamdani’nin New York Belediye Başkanlığı ön seçim zaferi, İngiltere’de eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn ile İşçi Partisi’nden istifa eden Zarah Sultana’nın öncülük ettiği “Your Party” girişimi, kavram, öneri ve vaatleriyle neoliberalizmin kalelerine cepheden akınlar düzenliyor, ön vuruşlar yapıyor, yeni nesil solu filizlendirmeye aday gözüküyorlar.
Ancak bunlar umut verici olsa da “neoliberalizmin karanlık çağından” çıkış yolunda yeni solu arayan her kişi ve hareketi zorlu bir sürecin beklediğini bilmeliyiz.
Sadece mevcut neoliberal reçetelere alternatif önermekle kalmayıp, aynı zamanda ekonomi düşünce ve politikalarını sınıfsal olarak siyasetin merkezine geri getiren bir yaklaşım gerekiyor. Yeni solun görevi, ekonomiyi yeniden tartışılabilir hale getirmek, “başka türlü bir ekonomi mümkün” söylemini neoliberal ideoloji ve öğretinin dışında somut politik programlara dönüştürmek olmalı.
Bu, sadece “parti ve seçim programı yazmakla” olamaz. Yeni bir sol hareket, Samuelson’un işaret ettiği gibi, “ekonomi kitaplarını” değiştirmekle, “eğitimi, bilgi üretimini ve toplumsal algıyı” yeniden kurmakla başlamalı.
“Teknoloji ve yapay zeka devriminin” şekillendirdiği yeni dünyada alternatif iktisat modelleri (örneğin otomasyon ve robot vergileri, herkes için evrensel temel gelir, çalışma gün ve saatlerinin azaltılması, çalışma sonrası dünyanın tasarımı, 100 yıldır klasik sosyal demokrasinin dayanağı olan Keynesyen tam istihdam politikası yerine tam işsizliği savunmak gibi), demokratik planlama, kamusal mülkiyetin yeni biçimlerini tasarlamak gibi fikirler üniversitelerin dışına taşırılmalı; halkla birlikte öğrenilen, tartışılan konular haline gelmeli. Bugün üniversitelerde hâlâ hakim olan neoliberal iktisat öğretisiyle bu paradigma değiştirilemez, yeni sol özgürce tasarlanamaz.
Çünkü “yasaları kimin yazdığı” değil, “toplumun neyi mümkün ve meşru gördüğü” belirleyici olacak. Neoliberal ekonomi öğretisi ve çerçevesi değişmeden, “anayasa” da değişse, “seçim sistemi” de yenilense, “sandık milletin önüne” de gelse sonuç farklı olmayacak.
Yeni bir sol hareketin başarısı, yalnızca “politik söylemde” değil, “zihinsel hegemonya mücadelesinde” kazanılacak.
Samuelson’un yıllar önce dile getirdiği ve yazının girişinde aktardığım sözü, bugün sol için uyarıcı bir rehber olabilir. İktidar, yalnızca “sandıkta” değil, “ideolojide, düşüncede, eğitimde ve kültürde” de kazanılır.
Eğer biz “iktisat kitaplarını” değiştirmezsek, başkaları “neoliberalizmin kitaplarını” yazmaya devam edecek ve yazılan her kitap, ekonomik krizin daha da büyümesine, toplumsal çöküşün sürmesine, dünyanın derin bir buhrana doğru sürüklenmesine vesile olmaya devam edecek.
Kabul ediyorum, kolay bir yol değil; zahmetli, zor ve sabır gerektiren bir yol; ama başka da bir çıkış yolu yok!
Neoliberal ideologların 1945’ten 1980’e kadar (sonrası da var tabi) 35 yıl mücadele ettiklerini unutmayın!
Avrupa için de dünya için de ve elbette Türkiye için de alarm zilleri çalıyor! İngiliz aşırı sağı Cumartesi günü (13 Eylül) Londra'da eşi benzeri görülmemiş bir güç gösterisinde bulundu ve Birleşik Krallık tarihinin en büyük ırkçı mitingini düzenledi. Polis, katılımın 110.000 ila 150.000 arasında
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), yaklaşık bir yıldır yeni bir siyasi program için çalışıyor ve anladığımız kadarıyla yakında halkla paylaşılacak. Nasıl bir program içeriği olacak yakında görmüş olacağız… Ama bu yazıda, “nasıl bir program olması gerektiğini” nedenleriyle birlikte yorumlamaya ve analiz
Başlığı görünce “nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim! Ama gerçeklik bu… “Bu nasıl oluyor?” diye merakınız daha da arttıysa izahı var; izin verin tane tane anlatayım… Hikâyenin özeti, neoliberalizmin (kapitalizmin) derin krizinin Fransa sahillerine sert biçimde vurmasıyla alakalı… Eğer son ayla
Duymuşsunuzdur, “tarih tekerrürden ibarettir” denilir. Bazen şaşırtıcı derecede olayların tarihteki örneklerine benzer şekilde yaşandığını, tekerrür ettiğini görebilirsiniz. AKP’nin akıbeti de bu tekerrüre uğrayabilir, geldiği gibi gidebilir… Kuvvetle muhtemel! İzin verin anlatayım… Tarihte baz
"Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu onu icat etmektir." (Alan Kay - ABD’li bir bilgisayar bilimci) COVID-19 pandemisi bize bir şeyi net olarak gösterdi: “İmkânsız” diye sunulan şeyler aslında çok mümkünmüş. Bir gecede trilyon dolarlık ekonomik paketler hazırlandı, “çalışmayanlar açlıktan ölür” söy
"İnsanların mutsuz olmalarının sebebi kendilerini yeterince sevmemeleridir." (Bir self-help -kendin yap- kitabının kapak yazısından) Bu sözler, neoliberalizmin “zihinsel kolonizasyonunun” mükemmel bir özeti. Toplumsal sorunlar “bireysel yetersizliklere”, yapısal çelişkiler “kişisel başarısızlıklar
“Devlet sorun değil, çözümdür diye düşünenler yanılıyor. Devlet sorunun ta kendisidir.” (Ronald Reagan, 1981 Başkanlık Yemin Töreni) ABD Başkanı Ronald Reagan’ın bu sözleri sadece göreve yeni başlayan bir başkanın görüşü değil, “kamusal alanın” sistematik yıkımının ilan edilişiydi. Reagan'ın dudak