“Devlet sorun değil, çözümdür diye düşünenler yanılıyor. Devlet sorunun ta kendisidir.”
(Ronald Reagan, 1981 Başkanlık Yemin Töreni)
ABD Başkanı Ronald Reagan’ın bu sözleri sadece göreve yeni başlayan bir başkanın görüşü değil, “kamusal alanın” sistematik yıkımının ilan edilişiydi.
Reagan'ın dudaklarından dökülen bu cümleler, “Keynesyen refah devletinin” mezar taşına kazınacak “epitaf”tı (kitabe, mezar taşı yazısı).
Peki, bu büyük dönüşüm nasıl gerçekleşti?
1945-1975 arasında “altın çağını” yaşayan “refah devleti”, nasıl piyasanın sadık hizmetkârına dönüştü?
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan “Keynesyen konsensüs”, “tam istihdamı” hedefleyen, “sosyal hakları” genişleten, “kamu yatırımlarıyla büyümeyi” destekleyen bir “devlet modeliydi”.
Fransa'da “Les Trente Glorieuses” (Yüz Yılın En Parlak Otuz Yılı), Almanya'da “Wirtschaftswunder” (Ekonomik Mucize), İngiltere'de “Welfare State” (Refah Devleti)... Her ülkede farklı isimlerle anılan ama benzer mantığa dayanan bu model, “kapitalizmin insancıl yüzünü” temsil ediyordu.
Ama 1970'lerde her şey değişti.
“Petrol krizleri, stagflasyon, kâr oranlarındaki düşüş”, David Harvey'in “birikim krizi” olarak tanımladığı bu süreç, neoliberallere altın tepside fırsat sundu. Milton Friedman ve Chicago Okulu, krizi "büyük devlet"in verimsizliğine bağlarken, çözümü serbest piyasada bulduklarını iddia ettiler.
Bu yazı dizisinin birinci bölümünde aktardığım Milton Friedman’ın neoliberalizmin iktidara gelişini özetleyen ünlü sözünü burada bir kez daha anımsatmak istiyorum:
“Gerçek olsun ya da olmasın, yalnızca kriz durumu gerçek bir değişim yaratabilir. Kriz ortaya çıktığında, atılacak adımlar halihazırda var olan fikirlere bağlıdır. Bana göre, bizim temel işlevimiz, mevcut politikalara alternatifler üretmek ve siyasi olarak imkansız kabul edilen, siyasi olarak kaçınılmaz hale gelene dek bu alternatiflerin canlı ve erişilebilir kalmalarını sağlamaktır.”
1947’de Mont Pelerin Cemiyeti’nin kuruluşuyla birlikte sürdürdükleri “ideolojik hazırlık”, neoliberallare istedikleri “sınıfsal hegemonya” fırsatını altın tepside sundu.
Bu anlatı öylesine etkili oldu ki, “sol partiler” bile ikna olmaya başladı. İngiliz İşçi Partisi IMF programlarını kabul etti, Fransız Sosyalistler "rigueur" (kemer sıkma) politikalarına (tasarruf, harcama kısıntısı, vergi artışı) yöneldi.
Kriz, neoliberalizmin hegemonyasını kurmak için biçilmiş kaftan gibiydi.
1979’da iktidara gelen Margaret Thatcher'ın İngiltere'sinde başlayan özelleştirme dalgası, tsunami gibi dünyayı sardı.
British Aerospace, Cable & Wireless, British Petroleum (BP), British Telecom (Telekom), British Gas (Gaz), British Airways (Havayolları), Rolls-Royce, British Steel (Çelik), Water Authorities (Su işletmeleri), Electricity Supply Industry (Elektrik üretim ve dağıtımı), British Rail (Demiryolları) 1980'li ve 1990'lı yıllarda sırayla özelleştirildi.
Benzer dev kamu kurumları tüm ülkelerde aynı “neoliberal iktisat aklının kuşatması ve saldırısıyla” özelleştirme adı altında yağmalandı.
“Kamu tekellerinin” birer birer özel sektöre devredilmesi, sadece “mülkiyet değişimi” değildi; “kamusal hizmet anlayışının” tamamen dönüştürülmesiydi.
Turgut Özal'ın 1984’te Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) kurmasıyla düğmeye basıldı ve Türkiye'de de neoliberal saldırı harekatı başlatıldı. Bu dönemde özelleştirme sınırlıydı, daha çok küçük ölçekli işletmeler satıldı.
İlk büyük satışlar 1990’larda geldi. Petrol Ofisi (PO), Turban Otelleri, Çimento Fabrikaları gibi işletmeler özelleştirildi. Ama büyük yağma dönemi 2000’lerde, özellikle de AKP iktidarı döneminde gerçekleşti.
2005'te Türk Telekom Lübnanlı Oger Telecom’a, Erdemir OYAK'a satıldı; Tüpraş Koç Holding & Shell ortaklığına geçti. 2008'de TEKEL’in sigara bölümü British American Tobacco’ya, Petkim Azerbaycan SOCAR’a satıldı. Elektrik dağıtım şirketleri kademeli olarak özelleştirildi. 2000–2010 arasındaki özelleştirme tutarı toplamda 30 milyar doları aştı.
Özelleştirme yağması 2010'dan sonra da sürdü. 2017'de Milli Piyango Demirören–Italansız konsorsiyuma devredildi. 2018'de Şeker Fabrikaları büyük tepki ve eleştirilere rağmen satıldı. Şehir hastaneleri, hava limanları, otoyollar, köprüler ve liman işletmeleri uzun vadeli kiralama veya satış yoluyla devredildi. THY bile kısmi olarak özelleştirilerek piyasa mantığına kurban edilmeye çalışıldı.
TEKEL'in özelleştirilmesi sadece bir tütün şirketinin satılması değildi; devletin üretici kimliğinden tamamen çıkması anlamına geliyordu. Türk Telekom'un satışı, iletişim hizmetinin kamusal mal olmaktan çıkıp özel mülke dönüşmesiydi.
Tarım, sağlık, enerji, ulaşım gibi kamu açısından stratejik hizmetler piyasalaştırıldı ve yoksullaştırılan halkın bu hizmetlere erişimi “fiilen” engellendi. Gezi Parkı direnişinin altında yatan öfkenin bir kaynağı da buydu: “Hiçbir değer önemli değildi, her şey satılabilirdi.”
Özelleştirme sadece “mülkiyet devriyle” sınırlı kalmadı.
David Osborne ve Ted Gaebler'in "Reinventing Government" (Hükümetin Yeniden Keşfi ) kitabıyla sistematize edilen "Yeni Kamu Yönetimi" anlayışı, devleti özel sektör gibi yönetmeyi hedefledi.
"Müşteri memnuniyeti", "performans ölçümü", "stratejik planlama"...
İşletme terimlerinin kamu yönetimine sızması tesadüf değildi.
Bu süreçte vatandaş "müşteri"ye dönüştü. Sağlık hizmeti "sağlık ürünü", eğitim "eğitim hizmeti" haline geldi.
Kamusal hizmetlerin “ücretsiz, eşit ve kaliteli olması” gerekliliği yerini "verimlilik" ve "etkinlik" kriterlerine bıraktı.
Türkiye'de bu dönüşüm 2003'ten sonra hızlandı.
“Kamu Yönetimi Reformu” adı altında gerçekleştirilen değişiklikler, devleti “hizmet üreticisi” konumundan çıkarıp “hizmet alıcısı” yapmayı hedefledi. Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ), (uluslararası alanda bilinen adıyla PPP - Public Private Partnership) modelleriyle kamusal yatırımlar bile özel sektöre devredilmeye başlandı.
Türkiye'deki şehir hastaneleri projesi, “neoliberal kamu anlayışının” en çarpıcı örneği.
“Daha iyi sağlık hizmeti” vaadi altında, sağlığın tamamen metalaştırılması hedeflendi. KÖİ/PPP modeliyle özel şirketlere 25 yıllığına garantili ödeme yapılması, kamusal kaynakların özel kâr için kullanılmasının tipik bir örneği.
Bu model sadece “mali açıdan” değil, “ideolojik açıdan” da önemli.
Sağlık artık “kamusal bir hak” değil, “satın alınabilir bir hizmet” haline geldi.
“VIP oda”, “premium paket”, “plus hizmet”...
Sağlıkta “eşitlik ilkesi” yerini “piyasa mantığına” bıraktı.
2003'te başlayan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”, sadece teknik bir reform değildi; sağlık anlayışının kökten değiştirilmesi projesiydi.
“Genel Sağlık Sigortası” ile herkesin “sigortalı” hale getirilmesi olumlu görünse de, aslında sağlığın sigorta mantığına sokularak piyasalaştırılmasının bir başka boyutu anlamına geliyordu.
“Performansa dayalı ek ödeme” sistemi, doktorları hasta sayısını artırmaya yöneltirken, “hasta memnuniyeti” anketleri sağlık hizmetini “müşteri ilişkisi” haline dönüştürdü. Şehir hastaneleriyle bu süreç tamamlandı: “Sağlık tamamen metalaştırıldı.”
Eğitim sektörü de neoliberalizmin en derin tahribat oluşturduğu alanlardan biri.
OECD'nin PISA testlerinden Dünya Bankası'nın “insan sermayesi” raporlarına kadar, eğitim tamamen “ekonomik kalkınma” aracı olarak tanımlanmaya başladı.
Türkiye'de bu süreç özel üniversitelerin çoğalmasıyla hızlandı. 1984'te sadece 2 olan özel üniversite sayısı bugün 75'i buldu. Eğitim “yatırım” haline gelirken, öğrenci “müşteri”, öğretmen “hizmet sağlayıcı” olarak tanımlandı.
Vakıf üniversitelerinin yarattığı “elit eğitim” algısı, eğitimde eşitlik ilkesini tamamen çökertti.
“İyi eğitim” paralı eğitim haline gelirken, kamu üniversiteleri kaynak yetersizliği yaşamaya başladı. YÖK'ün özel üniversite yanlısı politikaları, bu durumu daha da derinleştirdi.
David Harvey'in kavramıyla söylersek, neoliberalizm "ilksel birikim"i (el koyarak birikim) sürekli hale getirdi. Marx'ın "primitive accumulation"u (ilkel birikim) sadece kapitalizmin başlangıcında değil, sürekli olarak devam ediyor.
Neoliberalizmin kâr oranları düştükçe, kapitalizm yeni birikim alanları yaratma ihtiyacı duyuyor. David Harvey'in “mülksüzleştirme yoluyla birikim” tezi, bu süreci net biçimde açıklıyor.
Neoliberalizm, yalnızca üretimi artırarak değil, daha önce piyasa dışı olan alanları (doğa, kültür, bilgi, kamu hizmetleri) piyasalaştırarak kâr elde etmeye çalışıyor.
Özelleştirmeler, fikri mülkiyet haklarının genişletilmesi ve finansallaşma, bu sürecin en önemli araçları. 2008 krizi, konut piyasasının ve finansal türevlerin bu mantıkla nasıl işlediğinin bir sonucuydu. Evler bir barınma ihtiyacı olmaktan çıkıp, finansal bir enstrümana, bir “yatırıma” dönüştürülmüş ve piyasa balonu patladığında milyonlarca insan evsiz kalmıştı.
Bu süreç Türkiye'de özellikle çarpıcı boyutlar aldı. İstanbul'un finans merkezi haline getirilme projesi, Kanal İstanbul gibi mega projeler, 3. havalimanı inşaatı...
Hepsi kamusal kaynaklarını özel sermayeye aktarmanın araçları.
“Mülksüzleştirme”, sadece ekonomik varlıkların el değiştirmesi anlamına gelmiyor; aynı zamanda “ortak varlıklar” (kamu binaları, meydanlar, parklar) üzerindeki “kolektif hakları” da ortadan kaldırıyor.
Bu dönüşüm sadece “merkezi hükümet” seviyesinde değil, “yerel yönetimlerde” de yaşandı.
Belediyeler “belediye şirketi” gibi yönetilmeye başlandı.
“City branding”, “kent markalaması”, “yatırım ortamının iyileştirilmesi”...
Şehirler birbirleriyle “rekabet” eden, “yatırımcı çekmeye” çalışan işletmeler haline geldi.
İstanbul'un “finans merkezi” olma hevesi, Ankara'nın "teknoloji vadisi" projesi, İzmir'in “tasarım kenti” iddiası, Bursa’nın “Ar-Ge, İnovasyon ve Tasarım Şehri” olma arayışı... Her şehir kendini “marka” yapmaya çalışırken, şehrin sakinleri “müşteri konumuna” düştü.
Jürgen Habermas'ın “kamusal alan” kavramından hareket edersek, neoliberalizm sadece ekonomiyi değil, demokrasiyi de çökertiyor. Kamusal tartışma yerini “müşteri memnuniyeti” anketlerine, kolektif karar alma süreçleri yerini “uzman” görüşlerine bırakıyor.
“Teknokratik yönetim” anlayışı, politikayı “teknik uzman” işi haline dönüştürürken, vatandaşlar karar alma süreçlerinden dışlanıyor.
“Bağımsız düzenleyici kurumlar”, “merkez bankası bağımsızlığı”...
Hepsi demokratik kararların “piyasa mantığı”na kurban edilmesinin araçları.
Bu kapsamlı dönüşüm karşısında direniş alanları da daralıyor. Sendikalar "sosyal partner" haline gelirken, sivil toplum kuruluşları "proje" mantığıyla çalışmaya başladı. "Kamu yararı" kavramı yerini "paydaş memnuniyeti"ne bıraktı.
Ama bu durum karşısında yeni direniş biçimleri de doğuyor. Gezi Parkı'ndan orman yangınlarına kadar, kamusal alanı savunma refleksi güçleniyor. İklim krizi derinleşirken, kamusal müdahalenin gerekliliği daha da açık hale geliyor.
Peki bu kapsamlı tahribat karşısında zihinlerimiz nasıl etkilendi? Neoliberal özne inşasının psikolojik boyutları neler? Bu soruları yanıtlayabilmek için, bir sonraki bölümde zihinlerin kolonizasyonu sürecini incelememiz gerekiyor.
Bir sonraki bölüm: "Zihinlerin Kolonizasyonu: Neoliberal Özne ve Toplumsal Bilinç"