Büyük bir futbol stadyumuna sığabilecek kadar insan düşünün.
Şimdi bir de gezegenimizdeki 4 milyar insanı hayal edin.
İlk grup, ikinci gruptan üç kat daha fazla servete sahip.
Bu bir distopya romanından bir sahne değil.
2025 itibariyle “kapitalizmin ve neoliberalizmin” acı gerçeği bu.
Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı'nın Lucas Chancel, Ricardo Gomez-Carrera, Rowaida Moshrif ve Thomas Piketty koordinatörlügünde hazırlanan “2026 Dünya Eşitsizlik Raporu”, yüzümüze çarpan bir gerçeği gözler önüne seriyor:
“Yaşadığımız sistem (kapitalizm) sadece adaletsiz değil, ahlaki olarak da sürdürülemez.”
Ve belki de en kötüsü, bu durum “tesadüf” değil; “bilinçli siyasi tercihlerin” sonucu.
Gelin isterseniz raporda dikkat çeken bazı istatistiklere bir göz atalım ve dünyanın “neden ve nasıl bir ekonomik ve siyasi krize savrulduğunu” daha iyi anlayalım...
RAKAMLARIN ARKASINDAKİ İNSANLAR
En zengin yüzde 10'un küresel gelirin yüzde 53'ünü aldığını söylediğimizde, bu sadece kuru bir istatistik değil. Bu, dünyanın en yoksul yarısının sadece yüzde 8'le geçinmek zorunda olduğu anlamına geliyor.
Günde 10 avro ile hayatta kalma mücadelesi veren milyarlarca insandan bahsediyoruz.
Daha da çarpıcı olanı “servet dağılımı”.
En zengin yüzde 1 (yaklaşık İngiltere'nin toplam nüfusu kadar insan) küresel servetin yüzde 37'sine sahip. Bu, gezegenimizdeki 4 milyar yetişkinin sahip olduğunun 18 katı.
Ve işte asıl skandal: “Bu uçurum kapanmıyor, açılıyor.”
1995'ten bu yana milyarderlerin serveti yılda yüzde 8 büyürken, dünyanın yoksul yarısının serveti sadece yüzde 3,4 büyüdü.
Rakamlar yüzümüze tokat gibi çarpıyor:
“Zenginler geometrik olarak zenginleşirken, yoksullar aritmetik olarak biraz ilerleme kaydediyor.”
EŞİTSİZLİK SADECE EKONOMİK DEĞİL
Ama bu rapor bize eşitsizliğin sadece “banka hesaplarında” olmadığını gösteriyor:
“Her yerde, her şeyde.”
Örneğin “iklim krizini” ele alalım…
En zengin yüzde 10, özel sermaye sahipliğine dayalı emisyonların yüzde 77'sinden sorumlu. En yoksul yüzde 50'nin payı ise sadece yüzde 3.
Yani “gezegeni yakanlar, yangından en son etkilenecek olanlar.”
Ve tahmin edin bakalım, 2050'de iklim kayıplarının yüzde 74'ünü kim üstlenecek?
Tabii ki “en yoksul yarı”.
“Toplumsal cinsiyet eşitsizliği” bir diğer trajedi…
“Kadınlar”, “ev içi emek” dahil edildiğinde erkeklerden haftada 10 saat daha fazla çalışıyor ama erkeklerin saatlik gelirinin sadece yüzde 32'sini kazanıyor.
Ortadoğu'da kadınlar toplam emek gelirinin sadece yüzde 16'sını alıyor. Bu rakamlar, “milyarlarca kadının görünmez emeğinin nasıl sistemik olarak değersizleştirildiğinin kanıtı.”
EĞİTİM: FIRSAT EŞİTSİZLİĞİNİN KALBİ
Belki de en acı veren eşitsizlik, “eğitimde…”
Sahra Altı Afrika'da okul çağındaki bir çocuk için yapılan yıllık kamu eğitim harcaması 220 avro. Kuzey Amerika'da bu rakam 9.025 avro.
41 kat fark…
Bu sadece bir istatistik değil.
Bu, bir çocuğun doğduğu “coğrafya”, içinde “yer aldığı sınıf” yüzünden hayatının ilk gününden itibaren elinden alınan fırsatlar demek.
Bu, “yetenek, çabanın ve insan olmanın” değil, “tesadüfün ve içinde yer aldığı sınıfın” belirleyici olduğu bir dünya demek.
NEOLİBERALİZM BÖYLE TASARLADI
Rapor, küresel finansal sistemin de “kazara” adaletsiz olmadığını gösteriyor.
Zengin ülkeler, her yıl dünya GSYİH'sının yüzde 1'ini “yoksul ülkelerden” net gelir transferi olarak alıyor.
Bu, kalkınma yardımının üç katı.
Modern sömürgeciliğin yeni yüzü bu…
ABD, Japonya ve Avrupa, “ucuza borçlanıp” yüksek getirili yatırımlar yapabiliyor. Yoksul ülkeler ise “pahalı borçlar” altında eziliyor ve varlıkları düşük getiri sağlıyor.
Bu “piyasa dinamiği” değil, bilinçli politik tasarım.
Basel III gibi düzenlemeler, kredi derecelendirme kuruluşları, rezerv para birimleri...
Hepsi, “neoliberal mimari tasarımının” parçalarını, “kapitalizmin can damarlarını” oluşturuyor.
VERGİ: KAYBEDİLEN SAVAŞ
Ve vergiler?
Adalet sağlaması gereken mekanizmanın tam tersi yönde işliyor.
Milyarderler, orta sınıftan orantılı olarak “daha az vergi” ödüyor.
Fransa'da, Hollanda'da, ABD'de, Türkiye’de...
En tepedeki “efektif vergi oranı” düşüyor, geri kalan herkes için yükseliyor.
Daha 3-5 ay önce ABD’de Donald Trump’ın en zenginlerin vergilerini düşürürken, yoksullara yapılan “sağlık ve gıda yardımlarını” nasıl kaldırdığını anımsayın…
Ama işte iyi haber…
Çözüm elimizin altında…
Sadece 100 bin civarındaki milyoner ve milyardere yüzde 2 oranında bir “servet vergisi”, yılda 503 milyar dolar gelir sağlayabilir. Yüzde 3'te 754 milyar, yüzde 5'te 1,3 trilyon dolar.
Bu, düşük ve orta gelirli ülkelerin toplam eğitim bütçeleriyle karşılaştırılabilir rakamlar.
Yalnızca bu gerçekler bile “vergi ve faiz politikalarıyla” bilinçli olarak “nasıl gelir transferi” yapıldığının ve adaletsizliğin “politik ve sınıfsal bir tercih olarak” kökleştirildiğinin göstergesi.
DEMOKRASİ TEHLİKEDE
Eşitsizlik sadece “ekonomik bir sorun” değil, “demokratik bir kriz”.
Rapora göre, Fransa ve Güney Kore'de en zengin yüzde 10, politik bağışların yarısından fazlasını yapıyor. ABD'de en zengin binde bir, hayır kurumu bağışlarının beşte birini kontrol ediyor.
Batı demokrasilerinde “işçi sınıfının” temsiliyeti düşmeye devam ediyor.
Bunun yerine “çoklu-elit” sistemler yükseliyor: Yüksek eğitimli “Brahmin Sol” ile zengin “Tüccar Sağ” birbirine karşı*.
“İşçiler, çalışanlar, yoksullar” ise ikiye bölünmüş, siyasi güçten (etkiden) yoksun bırakılmış durumda…
UMUT VAR MI?
Ama tarih bize “umudun kaynağını” gösteriyor…
Eşitsizlik bir “kader” değil.
20. yüzyılın ortalarında ilerici vergilendirme, güçlü sosyal yatırımlar ve demokratik kurumlar eşitsizliği önemli ölçüde azalttı. Avrupa'da “vergiler ve transferler”, üst yüzde 10 ile alt yüzde 50 arasındaki gelir farkını 19'dan 10'a indirdi.
İşe yarayan araçlar elimizde:
“Milyarderler ve milyonerler için küresel minimum servet vergisi; kamu servetinin yeniden inşası; kadınların görünmez emeğinin tanınması ve değerlendirilmesi; eğitime eşit yatırım; uluslararası finansal sistemin demokratikleştirilmesi; işçi sınıfının politik temsilinin güçlendirilmesi.”
SONUÇ: SEÇİM YAPMALIYIZ!
Bu rapor bize acı ama “kurtarıcı bir gerçeği” işaret ediyor:
“Yaşadığımız eşitsizlik doğal değil, seçilmiş ve tarihsel bir tasarımın sonucu”.
Ve “seçilmiş” olması, “değiştirilebilir” olduğu anlamına geliyor.
Yeni bir “sol gelecek” tasarlamanın, neoliberalizme karşı “yeni bir hegemonya” inşa etmenin zamanı…
Her gün, dünyanın dört bir yanında milyarlarca insan, sadece “doğduğu yere” göre, sahip olduğu “cinsiyetine” göre, “rengine”, içinde yer aldığı “sınıfa” göre sistematik olarak dışlanıyor.
Bu insanların “yaşamları”, bir avuç insanın “servet birikiminin” malzemesi haline getirilmiş durumda.
“Demokratik sosyalist” bir vizyon, bize şunu söylüyor:
“Ekonomi (sistem) insanlara hizmet etmeli, insanlar ekonomiye (sisteme) değil.”
“Servet” birkaç kişinin “tekelinde” değil, toplumun “ortak ürünü” olarak görülmeli.
“Demokrasi” sadece “sandıkta” değil, “işyerinde, okulda, her yerde” olmalı.
56 bin insanın 4 milyardan daha zengin olduğu bir dünya, “sürdürülebilir değil”.
“Ahlaki” olarak çökmüş, “ekolojik” olarak yıkıcı, “demokratik” olarak tehlikeli.
Ama değişim mümkün…
Gerekli olan tek şey, “kolektif cesaret” ve “siyasi irade”.
Tarih bize gösterdi ki, “örgütlü insanlar örgütlü paradan güçlüdür”.
Soru şu: “Bu gerçeği ne zaman hatırlayacağız?”
NOT:
(*) “Brahmin sol” (Brahmin left) terimi, Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı araştırmacılarından Thomas Piketty ve ekibi tarafından modern Batı demokrasilerindeki politik dönüşümü tanımlamak için kullanılan bir kavram. “Brahmin” kelimesi, Hint kast sistemindeki en üst kast olan rahip/bilgin kastına atıfta bulunuyor. Bu bağlamda, üniversite mezunları, akademisyenleri, öğretmenleri, sağlık çalışanları, sosyo-kültürel profesyonelleri, kamu sektörü çalışanları, şehirli aydınlar gibi “yüksek eğitimli seçmenleri” temsil ediyor. Karşıtı “Tüccar Sağ” (Merchant Right) ise bir ikiliğin parçası… “Brahmin Sol”, yüksek eğitimli, düşük-orta gelirli, sol partilere oy veren, “Tüccar Sağ”, yüksek gelirli, zengin, sağ partilere oy verenleri kavramlaştırıyor.
Tarihsel olarak değişime bakıldığında, 1960’larda hem yüksek eğitimli hem de yüksek gelirli insanlar sağa oy veriyordu; işçi sınıfı ve düşük eğitimliler sola oy veriyordu; net bir “sınıf” bölünmesi vardı…
2025’e gelindiğinde, yüksek eğitimliler sola kaydı, yüksek gelirliler sağda kaldı. “Çoklu-elit sistemi” ortaya çıktı. Yani, iki farklı elit grubu karşı karşıya geldi. Bu dönüşüm, “işçi sınıfını siyaseten parçaladı”.