SON DAKİKA
Hava Durumu

Altan Öymen’in siyasetteki devrimini Deniz Baykal nasıl boğdu?

Yazının Giriş Tarihi: 20.07.2025 12:33
Yazının Güncellenme Tarihi: 20.07.2025 17:45

Gazeteci, siyasetçi, her şeyden önemlisi onurlu, vicdanlı bir insan olan Altan Öymen 93 yaşında aramızdan ayrıldı.

Ama öyle sessiz sedasız değil, ilerleyen yaşına rağmen, son günlerinde bile, miting meydanlarında dimdik ayakta durarak, ülkesi ve geleceği için alın teri akıtarak, nefes tüketerek, darbe girişimine direnerek…

Sakin, tutarlı ve kararlı kişiliğiyle tarihe, halkına onurlu bir miras bırakarak sonsuzluğa uzandı.

Gazeteci, siyasetçi ve insani kimliğiyle ilgili çokça haber, yorum okuyor olmalısınız.

Okumalısınız da…

Ülkemizin büyük bir krize doğru savrulduğu, derin bir demokrasi kaosu yaşandığı bugünlerde, aslında bugünleri yaşamamızı yıllar öncesinden engelleyebilecek Altan Öymen’in bir çabasını anımsatarak, hatırası önünde saygıyla anmak istiyorum.

Türkiye tarihi hep darbelere ve darbe girişimlerine değil, beher zamanlarda dahi olsa demokrasi girişimlerine de sahne oldu.

Şimdi size onlardan birisinin hikayesini anlatacağım.

Ama önce kısa bir anımsatma yapmama izin verin…

HALK SHP’YE BİR FIRSAT SUNDU, HEBA EDİLDİ

Malum, 12 Eylül askeri darbesinden sonra DYP-SHP iktidarı döneminde, 1992’de Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kapatılan partilerin yeniden açılmasının yolu açıldı. 1988 ve 1990 kurultaylarında SHP’de Erdal İnönü’ye karşı iki kez seçim kaybeden Deniz Baykal, Hikmet Çetin ve Altan Öymen ile 9 Eylül 1992 tarihinde CHP’yi tarihsel mirasının devamcısı olarak yeniden açtı.

1989 Yerel Seçimleri'nde SHP 39 il belediyesini kazandığı (o tarihte 67 il vardı), 1994’de Refah Partisi’nin İstanbul (Recep Tayyip Erdoğan), Ankara (Melih Gökçek) gibi birçok il belediyesini kazanarak yeni bir siyasi süreci başlattığı ara bir tarihte CHP, Baykal’ın liderliğinde siyasi hayata yeniden dönmüş oldu.

Hem SHP hem CHP’nin, (ayrıca Bülent Ecevit’in DSP’sini de unutmamalı), yani solun bölünerek girdiği 1994 yerel seçiminde ağır yenilgi almasının ardından, CHP ve SHP’nin birleşme arayışları hızlandı.

1995 başında CHP ve SHP’nin birleşmesi kararlaştırıldı. SHP, CHP’ye katıldı ve birleşme sonucunda “CHP” adı altında devam etme kararı alındı.

SHP'nin Genel Başkanı Murat Karayalçın, CHP’nin ise Deniz Baykal’dı. Ancak Baykal, birleşme sonrası partinin genel başkanlığına devam etmek istiyordu. 18 Şubat 1995’te yapılan birleşme kurultayında Baykal'ın önerdiği yeni Parti Meclisi reddedildi ve Baykal istifa etti.

Genel başkanlık, geçici olarak Hikmet Çetin’e devredildi. Ancak yaklaşık 7 ay sonra, 9 Eylül 1995’te yapılan yeni kurultayda Deniz Baykal yeniden CHP Genel Başkanı seçildi. Bu süreç Baykal’ın, parti içindeki gücünü konsolide etmesini sağladı.

Baykal, genel başkan olarak girdiği ilk genel seçim olan 22 Aralık 1995’te yüzde 10,7 oy oranıyla barajı kıl payı geçmeyi başardı ve CHP, RP, DYP, ANAP ve DSP’nin ardından 5. parti olabildi.

18 Nisan 1999 Genel Seçimleri'nde Deniz Baykal liderliğindeki CHP yüzde 8,7’lik oy oranıyla baraj altında ve Meclis dışında kaldı; Baykal 22 Nisan 1999’da görevinden bir kez daha istifa etti.

ÖYMEN VE ERDEM’İN YARATTIĞI TARİHİ İKİNCİ FIRSAT

23 Mayıs 1999 tarihinde yapılan olağanüstü kurultayda Altan Öymen genel başkanlık görevine seçildi.

İşte CHP ve genel olarak sol için tarihi fırsat kapısı Altan Öymen’in genel başkanlığı döneminde açılma fırsatı yakalamıştı. Belki bu değişim gerçekleşseydi 1989’da SHP’nin sürüklendiği yanlışları, 1999’dan sonra da CHP’nin tekrarlamasının önüne geçilecek, bir demokratik devrim vücut bulabilecekti.

1999 öncesi ve sonrası analiz edildiğinde Türkiye demokrasisi için nasıl büyük bir fırsatın heba edildiği ve ülkenin 25 yılına mal olduğu anlaşılabilir.

1990’lı yıllar her anlamda karanlık, zor yıllardı. Ekonomik ve siyasi kaosla yorulan toplum, Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle 18 Nisan 1999 sonrası DSP (Bülent Ecevit) ve MHP’ye (Devlet Bahçeli) bir fırsat sundu. 17 Ağustos 1999 depreminin de etkisiyle DSP-MHP koalisyonu da halkın derdine derman olamadı; Refah Partisi’nin kapatılması sonrası kurulan Fazilet Partisi’nin de kapısına kilit vurulunca Ağustos 2001’de kurulan AKP’nin ve Erdoğan’ın da önü açılmış oldu.

Bu hafıza tazeleme babındaki anımsatmalar sonrası gelelim Altan Öymen’in liderliğindeki CHP’nin yakaladığı ve kaçırdığı büyük fırsata.

SHP, 1989 Yerel Seçimleri'nde büyük bir başarı elde etmiş, ancak 5 yılda bu fırsatı heba etmişti. 1994 Yerel Seçimleri, 1995 Milletvekili Genel Seçimi ve 1999 yerel ve genel seçimleri CHP ve sol için ağır yenilgilerle geçti. 12 Eylül sonrası Bülent Ecevit’in DSP’sinin ekonomi-politik çizgisinin ne kadar sol içinde değerlendirilebileceği apayrı bir tartışma.

Yani, 1990’lı yıllar ekonomik sıkıntılar, hukuk, adalet, özgürlükler anlamında toplumun en ciddi sıkıntıları yaşadığı yıllardı. Oysa CHP, Baykal ile 1995 kurultayı sonrası kapalı bir organizasyon yaratmış, dar, elit siyasi kadrolarla halkla bağ kuramayan, derdini dinleyemeyen, derman olamayan bir siyasi harekete dönüşmüştü. Salonlara hapsolmuş, sokakla, tarlayla, fabrikalarla organik, dinamik bir bağ kuracak bir siyasi organizasyon ve bunu sağlayacak güçlü kadrolar oluşturamamış, SHP-CHP birleşmesiyle keskinleşen parti içindeki hiziplerle birbirleriyle boğuşan bir parti yapısına evrilmişti.

Bu bağ zayıflığı 1994 yerel seçimleri sonrası RP’li belediyelerin sosyal yardımlarla toplumla yeni bir bağ kurması, CHP’nin 28 Şubat sürecinde, Baykal CHP’sinin halktan kopuk parti yapısının da etkisiyle, demokrasi tarafında durmak yerine askeri müdahalelerin arkasına saklanması, iktidarla siyasi mücadeleyi askerlere havale etmesiyle toplumla arasındaki mesafenin açılmasını hızlandırdı.

Demokrat Parti’nin iktidarı devraldığı 14 Mayıs 1950 seçiminden bir gün sonra CHP’ye üye olan Altan Öymen, hem gazeteci hem de siyasi kimliğiyle ülkenin çok önemli tarihi olaylarına tanıklık etmiş, derin bir bilgi ve deneyime sahipti. Türkiye siyasetinin önündeki zorlukları ve CHP özelinde kurumsal tıkanıklıkları da iyi biliyordu.

ÖYMEN’İN CHP’DE DEVRİM VAADİ: HALKLA BİRLİKTE ÇÖZÜM

1989 (SHP – Erdal İnönü) ile 1999 (CHP – Deniz Baykal) arasındaki 10 yıllık siyasi türbülans dönemini de iyi kavramış ve analiz etmiş olan Altan Öymen, KONDA araştırma şirketinin kurucusu Tarhan Erdem (Genel Sekreter) ile birlikte önemli bir işe ve dönüşüme soyundu.

Öymen ve Erdem, “dar bir üye ve kadro yapısına sıkışmış olan”, kadroları itibariyle toplumu temsil etme kabiliyeti zafiyet içindeki CHP’yi halka açmaya yöneldi. Partiyi delege temelli, kontrollü “ben seni seçeyim, sen de beni seç” döngüsünden çıkarmak için üyeliklerden başlayarak organizasyon yapısını güncellemeye, yenilemeye girişti. Eş zamanlı olarak “parti tüzüğünü ve programını” da kökten yenilemek için düğmeye bastılar.

Taslak çalışmalara göre, örgüt içinde yerinden yönetim ve demokrasiyi güçlendirmek için parti örgütlenmesinde tabanın söz hakkı artırılıyor; örneğin il ve ilçe kongrelerinde delege seçme ve temsil sistemi değiştiriliyordu.

Tüzükte hem kadınlara hem de gençlere ayrılmış kontenjanlar öngörülüyordu; böylece partide daha kapsayıcı bir yapıya geçilecekti. Program metinleri “yukarıdan aşağıya dayatılan” değil, “örgütte ve dış kamuoyunda tartışılarak” şekillenecek; bu da parti içi etkileşimi ve aidiyeti artıracaktı.

Programın sloganı olarak "Halkla birlikte çözüm" yaklaşımı benimsenmişti. (Bugünlerde miting meydanlarını inleten “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganı 20 yıl önce hayat bulabilirdi.)

Program hazırlık sürecinin örgütsel tabandan başlayarak sokak siyasetine kadar uzanan geniş katılımlı bir süreç olması savunuluyordu. (Şimdi bunun kıymetini düşünün; CHP’nin sokağın ve halkın özgücünü keşfetmesi için 19 Mart darbe girişimine kadar beklenmesi gerekti.)

Belki de bu çalışmaların en tartışmalı kısmı Tarhan Erdem’in CHP’nin “sol” tanımı yerine, “kitle partisi” kimliğine vurgu yapması önerisiydi. Bunun anlaşılabilir bir motivasyon kaynağı vardı; 1990’lı yıllarda Doğu Bloku ülkeleri çözülmüş, sol/sosyalizm irtifa kaybetmiş, dünya genelinde neoliberal dalga, Türkiye özelinde neoliberal dalganın teşvik ettiği “siyasal İslam” hızlı bir yükseliş yaşıyordu. Solda derin bir siyasal kavramsal kargaşa ve toplumsal boşluk alanı oluşmuştu. İdeolojik bir arayış ve mücadele yerine, bu durum, kendiliğinden sağın ideolojik hegemonyasına hapsolmayı getiriyordu.

Velhasıl, bu köklü değişikliklerle birlikte partinin elinden kayıp gideceğini kavrayan Deniz Baykal, kısa sürede harekete geçti ve “ben seni seçtim sen de beni seç” ekibini ve mekanizmasını harekete geçirerek hâkim olduğu delegelerle CHP’yi olağanüstü kurultaya götürdü ve 15 ay sonra koltuğuna geri döndü.

Ta ki, 2010’da kimine göre “kaset skandalı”, kimine göreyse “kaset komplosuyla” genel başkanlığa geri dönmemek üzere veda etti. Ama onun misyonunu aratmayacak bir profil olan Kemal Kılıçdaroğlu’na koltuğunu devrederek.

ÖYMEN VE ERDEM BAŞARILI OLSAYDI NE FARKLI OLURDU?

Şimdi, kritik soru şu: “Deniz Baykal’ın akamete uğrattığı Altan Öymen ve Tarhan Erdem'in çabaları başarılı olsaydı ne değişirdi?”

Her şeyden önce bu değişim girişimi yalnızca CHP açısından değil Türkiye siyaseti açısından önemli bir kırılmayı tetikleyebilirdi. Ne yazık ki demokratik siyaset alanı ve demokrasinin varlığı seçimlere sıkıştırılmış ve darlaştırılmış vaziyette. (Gerçi bugün Türkiye’de ve dünyada bu bile artık tehdit altında).

CHP’de dahil siyasal partiler, organizasyonları ve işleyişleri itibariyle yurttaşın aktif siyasete katılımına maalesef kapalı. Siyasi katılım, karar ve temsil mekanizmaları açık ve şeffaf bir yapıda değil. Her düzeyde önseçime başvuran parti yok gibi; taban düzeyinde çarşaf liste bile nadiren kullanılıyor.

Özetle, Öymen ve Erdem, arı kovanına çomak soktu ve CHP’yi kökten değiştirmeye, halka (üyeye ve siyasi katılıma) açmaya yeltendiler.

Doğrusu her iki isim de tam da kişiliklerine uygun biçimde çok naiftiler ve sert bir siyasi mücadeleye yönelmektense Deniz Baykal ve ekibinin kuşatmasına teslim olmayı seçtiler.

Belki de Öymen ve Erdem’in kudretini aşan müesses nizamın gücünü ve sınırlarını aşamadılar; buna meydan okuyamaya cesaret edemediler…

Her iki halde de bu seçim, ne yazık ki, Türkiye’nin 25 yılına mal oldu.

1999 DEVRİMİ GERÇEKLEŞSEYDİ AKP’NİN YÜKSELİŞİ ENGELENEBİLİR MİYDİ?

Diyeceksiniz ki, “Öymen projesi başarıyla ilerleseydi ne değişirdi? 3 Kasım 2002’de AKP’nin ve Erdoğan’ın iktidara gelmesini engelleyebilir miydi?”

Kesinlikle… Emin olun engellerdi.

Belki çok kısa süreç içerisinde toplum nezdinde bir oy patlaması yaratacak destek tabanı bulamayabilirdi, ama CHP, 1999 – 2002 arasında Türkiye siyasetine yeni bir soluk getirebilir, yeni isimleri, kadınları ve gençleri siyasete daha fazla katarak yeni bir toplumsal dalga yaratabilirdi. Halk, siyasetin içinde, kendisini, kendinden olanı, kendi hayallerini ve umutlarını bulabilir, siyaseti bağrında yeşertebilirdi. Bu, diğer partileri de domine edebilir, AKP’nin 2002’de yüzde 34 ile yüzde 70 oranında temsil oranına ulaşması gibi abuk sabuk bir siyasi tablo oluşmazdı. Halk, askerlerin arkasına saklanmış Deniz Baykal CHP’sini ve diğer muhalefet partilerini cezalandırmaya dayalı bir öfke patlamasına meyletmez, içinde kendisini de bulacağı bir siyasi harekete arzuyla katılabilirdi.

Böylece Türkiye daha dengeli bir siyasi yapıda ilerlerdi.

Kabul etmemiz gerekiyor ki, Cumhuriyetimiz’i güçlü bir demokrasi ile taçlandıramadık; bunu sağlayacak siyasi kanalları açmayı, bunu olgunlaştırmayı beceremedik. Özellikle 1989’da SHP ile ve sonrasında ekonomik ve siyasi koşullarla bu fırsatlar ve aralıklar oluştu; ancak CHP ve diğer kitlesel sol partiler, demokrasiye halkla birlikte ulaşabileceklerini ve halkı siyasi partilerin içine alarak bu yolun yürünebileceğini en naifinden kavrayamadılar, içselleştirip siyasi eyleme dönüştüremediler. Demokrasi anlayışımız, seçkinci dar bir kadronun kültürel bir reaksiyonu olarak kaldı. İçine düşünülen siyasi buhranın teorik çözümlemesi ve siyasi yükü her daim “halkın cahilliği ve eğitimsizliğine” yıkıldı; o sıralarda sırça köşklerinde ve konfor alanlarında parti elitleri halkın acılarından ve ihtiyaçlarından bihaber yaşıyorken… Tüm bunlar da dünyadaki birçok örneğine tezat biçimde “sol” adına, “çağdaşlık” adına yapıldı.

Anti-demokratik siyasi parti yapılarıyla halksız, halka demokrasi vaat edecek çaresizlik ve acziyete hapsolundu, üstelik yıllarca; kendi içinde demokrasiyi icra edemeden halka refah ve özgürlük getirecek bir demokrasi vaadinin peşine düşüldü. (Bugünlerde Özgür Özel’in miting meydanlarında dile getirdiği, “yıllarca seçim kaybettik kusuru halkta değil, kendimizde aradık” sözleri keşke o yıllar için geçerli olabilseydi.)

Parti üyelerinin sayısının artması, önseçim benzeri mekanizmalarla üye iradesinin ve tercihlerinin siyasi katılım mekanizmasının engellenmesi, siyaseti dinamik, halkın arasında dolaşan, ondan beslenen ve onu etkileyen bir mekanizma olmaktan çıkardı.

Belki biraz sert, keskin bir ifade olacak ama yıllar içerisinde giderek siyaset yapma biçimi ve kültürü parti yapılarını “şirketlere”, parti yönetimlerini “şirket yönetim kurullarına” benzer yapıya dönüştürdü. Parti yönetimlerinde, temsil makamlarında yer alma motivasyonu ve tahayyülü “genel toplumsal sorunları çözmek” yerine “çıkar, mevki, makam, rant temelli” bir beklenti ve tahayyüle dönüştü.

Oysa, siyaset halkındır, partiler halkındır, siyaset bir meslek, partiler çıkar, menfaat dağıtım organizasyonları değildir; demokratik olan budur, öyle olması gerekir.

Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu, “yılmak ve yorulmak bilmez seçim yenilgileri” arasında “istifa etmek ve yeni kadrolara görevi teslim etmek” yerine, koltuklarına yapışarak sembolik rozet takma tören ve ritüelleriyle geniş kitlelere ve halka açılma siyasi serapları peşinde koştu. Oysa halk bu fotoğrafları değil, her gün çayını kahvesini birlikte içtiği, ekmeğini paylaştığı, onunla soluk alıp veren, sık sık onunla dertleşen ve onu anlayan insanları kendi özgür iradesiyle seçerek ilçesinde, kentinde, ülkesinde temsil etmesini istiyordu. İstediği zaman yükselteceği, istediği anda da değiştirebileceği bir imkân bekliyordu.

Emin olun her halk böyle bir siyasi hareketi ve kadrolarını anlayacak ve kavrayacak bir zekaya ve kalbe sahip.

Acı olansa, cehaletin bir halkın “eğitimsizliğinden” kaynaklanmamış olması; yıllarca bilinçli ve organize biçimde halkı siyasetten uzak tutan “eğitimli” parti liderleri ve kadrolarının “bilinçli, organize tercih ve eylemlerinden” kaynaklanmış olması. Bunu artık “cehalet” yerine başka bir sözcükle de tanımlayabilirsiniz; ayrıca halkın eğitimsizlikten kaynaklanan cehaleti bunun yanında pek masum kalır!

Defalarca istifa edip, ayak oyunlarıyla koltuğa geri dönmek mi, art arda seçim kaybedip koltukta oturmayı becermek mi “cehalet”, yoksa yoksulluğunu kullanmaya çalışmasına rağmen halkın yakınında gördüklerine yönelmesi mi?

Eğer Altan Öymen’in araladığı kapı tam anlamıyla açılıp ilerlenebilseydi, bugün uçurumun kenarında sallanıp durduğumuz bu buhranlı günlere ulaşmamış, ülkemizi yıkıma uğratmamış, ömürlerimizi heba etmemiş olurduk.

ÖYMEN’E VEDA EDERKEN TARİHSEL MİRASI CANLANABİLİR Mİ?

Sizce de artık Türkiye siyasetini kurumsal olarak radikal biçimde değiştirme zamanı gelmedi mi? Miting meydanlarında dimdik ayakta durarak, direnerek yaşama veda eden Altan Öymen’in mücadelesi, duruşu çok şey ispat etmiyor mu?

23 Mart’ta kendisine kucak açıldığında koşa koşa geleceğini 15,5 milyon yurttaşımız ispat etmedi mi? Yozgatlı çiftçi, Bayburtlu esnaf, Mersinli üretici, sokağına, tarlasına gittiğinizde sizi geri mi gönderdi?

Halk, 19 Mart’tan beri meydanları dolduruyor. Halk siyaseti, CHP özelinde siyaset kurumu da halkı keşfediyor, meydanlar doldukça karşılıklı özgüven artıyor. Meydanlarda yükselen toplumsal mücadele, halkın kendi alınteriyle demokrasiyi adım adım inşa etmesini sağlıyor. Çektiğimiz zorluklar ve acılar, zorunlu olarak demokrasiye sürükleyen bir kuvvet ve kaldıraca dönüşüyor.

Otoriter rejim, tüm demokrasi kurumlarını yerle bir etmeye yönelirken, kendi özgücünü keşfeden halk, siyasete katılımının önündeki tüm engelleri ve siyasi yapıları da yerle bir ediyor; başta CHP olmak üzere siyasi partileri bu değişime zorluyor.

Özgür Özel ve yönetiminde CHP artık geri dönüşü olmayan bir değişim sürecine adım atmış durumda; özellikle 19 Mart’tan sonra…

Bu kaos günlerinde umut verici olansa partiler demokratikleştikçe ülkemizin demokratikleşme olasılığının, kapısının aralanmış olması.

Bunun içindir ki, 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’na yönelik hamleyle başlayan süreç, O’nu aşarak CHP’ye ve genel anlamda toplumsal muhalefete saldırıya dönüşmüş vaziyette. Çünkü, Özgür Özel ve CHP’nin temsil ettiği değişim ve siyaseten taşma potansiyeli Ekrem İmamoğlu ve CHP’nin çok ötesinde.

Önümüzde duran görev, şimdi demokrasimize yönelen bu darbe girişimine karşı mücadele ederken, siyasi partilerden başlayarak bu demokratik değişimi kökleştirip kalıcı hale getirip getiremeyeceğimiz.

Hepimizi zor günler bekliyor, ama bunu başarmak için çokça emare belirdi. Belki Altan Öymen yaşarken tam sonucunu göremedi, ama dimdik ayakta mücadele ettiği o son anlarında bunun ışığını görerek, emaneti gençlere bıraktı.

Bu vesileyle, hatırası önünde onurlu mücadelesini saygıyla selamlıyorum.

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.