SON DAKİKA
Hava Durumu

Yol ayrımı

Yazının Giriş Tarihi: 18.03.2023 09:38
Yazının Güncellenme Tarihi: 18.03.2023 10:04

Seçimlere doğru gidilen bu süreçte muhalefetin birlik arayışlarını ve demokratik siyaset adına bir cephe oluşturma çabalarını konu etmek istediğim bir yazıya "Yol Ayrımı" başlığını seçmiş olmam çelişki gibi görünebilir. Ama öyle değil, bugün Türkiye siyasetinin geldiği yeri toplum adına, Cumhuriyet tarihi adına  çok keskin bir yol ayrımı olarak tanımlamak abartı olmayacaktır.

Bu ifade zihnimde başka bir çağrışımı da canlandırdı: Kemal Tahir'in ünlü romanı "Yol Ayrımı"nı. Genç Cumhuriyetin daha on yılını doldurmadan, 1930'lar Türkiye'sinde iktidar gücünü kişisel çıkarları için kullananların kavgaları ve onların karşısındaki gerçek Kuvayı Milliye kahramanlarının şaşkınlıklarının ve hüzünlerinin anlatıldığı bir roman.

Aslında bu başlığı Meral Akşener'in son çıkışından önce yazmıştım. Tek adam yönetimi ve bunun karşısında konumlanmaya çalışan muhalefetin yol arayışını anlatabilmek için. Oysa gelinen noktada başka bir anlama da gelebilecek bir nitelik kazandı. Bunu bir kenara bırakarak, tekrar asıl konumuza dönersek; giderek daha totaliter bir nitelik kazanan mevcut iktidarla mı yola devam edilecek, yoksa daha geniş toplum kesimlerini sürece dahil edecek, daha demokratik bir yönetim mi hedeflenecek? Sorun burada düğümleniyor.

Yalçın Küçük, yıllar önce siyasî mülteci olarak bulunduğu Fransa'dan Türkiye'ye dönme kararını Fransız yetkililere bildirirken, "Türkiye hapishanelerindeki  yaşamın Paris'tekinden daha rahat olduğunu düşünmenizi istemem, ama Türkiye'ye dönüyorum" diyerek, bir siyasi tavır ortaya koyuyordu. Yalçın Küçük'ü seversiniz veya sevmezsiniz, siyasi düşüncelerine katılırsınız, katılmazsınız, hatta bu tavrını da doğru bulmayabilirsiniz. Bunun hiçbir önemi yok.

O, bir tavır koyuyor ve Türkiye'ye dönüyor. Yazıyor, konuşuyor ve gün geliyor "Ergenekon" ve "Oda TV Davaları"nda sanık olup, yargılanıyor, hapis yatıyor. Kendisi adına, yaşamı adına aldığı tavrın bedelini de ödüyor. Bundan bir pişmanlığını da duymadık.

12 Eylül döneminde yargılandığım ve beş buçuk yıl tutuklu kaldığım siyasi davadan sekiz yıl sonra beraat ettiğimde, düşüncelerine değer verdiğim bir arkadaşımla Avrupa İnsan Hakları  Mahkemesi'ne "tazminat" davası açıp açmama konusunu konuştuk. Sonuçta, dava açmanın siyasi ve ahlâkî olarak doğru olmayacağına karar verdik ve dava açmadım. Öyle bir davayı ekonomik olarak karşılama gücümün olup olmadığı gerçeği de başka bir konu. Ama bu tür davalar açıp, tazminat alan insanları siyasi olarak yargılamak da aklımdan geçmedi hiç. Bu benim düşüncem ve benim kararımdı, hepsi bu.

Hüsamettin Cindoruk; Tükiye sağının yaşayan en önemli isimlerinden biri. Bir dönem Demirel'in en yakınındaki kişi. Son 25-30 yılda ilerleyen yaşına rağmen ve kendi siyasal çizgisiyle örtüşmese de; farklı, muhalif bir duruş sergiledi. Önümüzdeki seçimlerde iktidarın baskıcı tek adam politikasını aşabilmek için, tüm muhalif güçlerin ortak hareket etmesinin gerekliliğine vurgu yaparken, kişisel hiçbir beklentisinin olmadığına samimiyetle inanıyorum. Hatta alışılmış emekli politikacı refleksi olduğunu da düşünmüyorum.

Son yirmi yılın gel-gitleri içinde bir zamanlar yolu bu iktidarın kadrolarıyla kesişmiş olan Dr. Turhan Çömez'i, "Ergenekon Kumpasları"nda kırılan gururu, hırpalanan kişiliğiyle bir gün tekrar ekranlarda gördüğümüzde, yaşadığı olayların ruhunda yarattığı örselenmenin bir daha hiç silinmeyecek izlerini taşıdığını söylememiz abartı olmayacaktır. Kimse görmediyse de, kendi adıma o izleri gördüğümü söyleyebilirim. O da, bugün farklı bir kimlikle, iktidarın baskıcı politikalarına karşı, muhalif cephede yerini almış görünüyor.

Sol siyaset içinde konumlanan kişilerin, hele de yönetici konumdakilerin geleneksel siyasi anlayışların dışında  tavır almalarını beklemek, Türkiye siyasetinde pek alışılmış bir şey değildir. Seçimler yaklaşırken bu cepheden de alışılmışın dışında farklı tavırların ortaya çıktığını görüyoruz. 2019 Yerel Seçimlerinde bunun ilk örneklerini görmeye başlamıştık. Alper Taş; bir dönemin ÖDP Genel Başkanı ve şimdilerde Sol Parti Meclis Üyesi, sol siyasetin görünür isimlerinden. Yerel seçimlerde CHP'den Beyoğlu Belediye Başkanı adaylığı ile önemli bir potansiyeli harekete geçirebilmişti.

Yine, bir önceki milletvekili seçimlerinde genel siyasi farklılıklarını bir kenara koyarak, İYİ Parti adaylarına kendi listelerinde yer vererek; bugün oluşturulmaya çalışılan muhalefetteki birliğin, oluşumun temellerini atan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun çabalarını da öncelikle anmamız gerekiyor.

"Hak, hukuk, adalet!" diyerek çıktığı Ankara-İstanbul yürüyüşünün bugün başka bir noktaya evrildiğini görüyoruz.

Mevcut iktidarın baskı politikalarının iyice yoğunlaştığını ve artık olan bitenin basit bir iktidar değişikliğinin ötesinde anlamlar taşıdığını görmemek mümkün değil. Bu da son yıllarda kitleler üzerinde büyük bir umutsuzluğa, karamsarlığa ve çözümsüzlüğe yol açmakta. Toplum adına bu süreçten kendiliğinden çıkışlar beklemek mümkün değil. Siyasî partilerin ve bu alanda göz önünde olan kişilerin mikro siyasal farklılıklarını öne çıkararak bu sürece önderlik etmesi ya da bu süreçten fayda sağlaması pek mümkün görünmüyor.

Başka bir yazının konusu olarak "Cezaevinde Unutulmak" başlığı ile anmak istediğim kişilerden Selahattin Demirtaş'ın uzun bir süredir bu süreçten çıkışla ilgili olarak muhalefetin her türlü siyasi farklılığı bir kenara koyarak, birlikte tavır almasını işaret eden feryatları zaman zaman günlük kısır politik çekişmeler arasında kaynıyor gibi. Görüleceğini umut ediyorum.

Yine son dönemde solun bir kesimini sürükler görünen TİP Genel Başkanı Erkan Baş'ın; birlikten yana, samimi yaklaşımlarını anmamak haksızlık olacaktır.

Her ne kadar bir siyasi partinin, hareketin ve oluşumun temsilcisi olmasa da; medyada yüklendiği misyon düşünüldüğünde, sözünü ettiğimiz ittifak adına arkadaşımız Merdan Yanardağ'ın samimi çabalarını da anmak gerekiyor.

Seçimler yaklaştıkça toplumun beklentileri iyice artmış gibi; iktidarın tek adam politikası bu beklentileri karşılamanın çok uzağında. Muhalefet bu umudu yok saymamalı. Eğer politika kişilerin kendisi için yaptığı bir şey değilse, buna kayıtsız kalınamaz. Bugünlerde muhalif kesimdeki çabaları umut verici gayretler olarak anmak istedim. Yoksa, 20 yılı aşan bir dönemin ardından hala iktidardan yeni bir hikaye beklemek pek mantıklı bir yol olmasa gerek.

2010 referandumundaki bir kesimin "Yetmez ama evet!" tavrını sadece bir söylem olarak düşünemeyiz. Sonrasında bu tavrın ağır bedellerini de ödedik toplum olarak. İktidarın bu referandumdan aldığı güçle, yeni bir baskı ve hukuksuzluk sürecine girdiğini göz ardı edemeyiz.

Gün geldi "Yetmez ama evet!" söyleminin savunucuları bile, o referandumun getirdiği sürecin sanıkları oldular. Hatta belki de öncelikle. Bundan daha ibretlik bir durum olabilir mi? Bunu nasıl unutabiliriz?

Deprem sürecinde ve deprem sonrasında bir kere daha görüldü ki, bu kadar büyük bir felaket bile; iktidarı, muhalefetle, yerel yönetimlerle, sivil toplum kuruluşlarıyla sorun çözücü, toplumu kucaklayıcı politikalarda birleştiremiyor. Bunun çok somut örneklerini çokça gördük bu süreçte.

Geldiğimiz noktada iktidar kişisel, grupsal, ideolojik çıkarlarına ve siyasal İslamcı baskı politikalarına kendisini öylesine kaptırmış ki, toplumun gerçek sorunlarını sahiplenmenin çok uzağında. Her türlü empatiden yoksun bu tutum her geçen gün iktidarı ülke gerçeklerinden iyice uzaklaştırıyor. "Empati" demişken aklıma gelen bir anekdot aktarmak istiyorum.

1980 Sonbaharında Bursa Emniyeti'nde, bir sorgu odasında Yüksek İslâm Enstitüsü'nden iki hocanın sorgusuna tanık oluyorum. Benim sorguma ara verilmiş, bir kenarda gözü bağlı bekliyorum. Siyasî Şube Müdürü o hocalardan birine biraz alaycı bir tonda İngilizce olarak bir lâf attı. Biraz Almanca dışında yabancı dilim yok; dediğini anlamıyorum, ama bir deyim falan olmalı, imadan onu anlıyorum. Hoca anlamadı söyleneni. Şube müdürü, hocayı bu "bilgisizliği" üzerinden çok incitici biçimde aşağıladı. Birkaç dakikalık sohbetle bitti bu görüşme. Muhtemelen bir tarikat üyesi olmaktan dolayı almışlar hocaları.

Birkaç gün sonra bir odada karşılaştık o hocalarla. Beni ilk kez görüyorlar ve birkaç gün önce sorgularına tanık olduğumdan da habersizler. "Hocam, size de bir şey yaptılar mı?" dedim hocalardan birine. Gözleri doldu, birkaç damla yaş süzüldü yanaklarından ve "Keşke yapsalardı," dedi; "Bize bir şey yapmadılar ama, size yapılanları, sizin seslerinizi duymak az şey mi?" Bugün isimlerini bile bilmediğim bu hocalardan birisi ve belki ikisi de şu anda ülkeyi yöneten iktidarın bir dönem kadrolarından birileri olmuş  olabilirler. Deliler gibi merak ediyorum; o gün, o empatiyi gösteren hocalar, bugün o empatinin neresindedirler? En azından şunu biliyoruz: O hocaların, o günkü yol arkadaşları, bugün iktidarda ve o empatinin çok uzağındalar. Bunu söylemek için derin analizlere, sosyolojik birikimlere gerek yok. Her şey çok açık.

Tüm eksikleri, yanlışları bir yana; muhalefetin, neredeyse Türkiye siyasi tarihinde ilk diyebileceğimiz birlikteliği ve kendi dışındakilerle de birliktelik gayretleri  görmezden gelinebilecek bir tutum olmasa gerek.

Geçtiğimiz aylarda bir çocuğun "Annem bana karne hediyesi olarak et aldı" dediği haberin gerçeği yansıtmadığını ispatlamak için, o ailenin peşine düşen yandaş medya muhabirlerinin hazin çabaları nasıl bir çaresizliktir? Böylesi bir çaba yüzbinlerce çocuğun aylardır et yiyemiyor olduğu gerçeğini gizleyebilir mi? Bir kilo kıyma için sabahın erken saatlerinde Et ve Süt Kurumu kapılarında uzun kuyruklar oluşturan insanlar gerçeğini nasıl yok sayabiliriz?

Yıllardır çaresizce cezaevinde adalet bekleyen iş insanı Osman Kavala ve muhalif duruşları, düşünceleri nedeniyle hapis yatan yüzlerce kişi için en geniş muhalif cephenin oluşturulmasından başka bir çözüm nasıl olacak?

Kişisel konulardaki tavırlarımız, aldığımız kararlar bizi bağlar ve sonuçlarıyla da tek başımıza yüzleşiriz; ama siyaset öyle değil, oradaki kararlarımız tüm toplumu ve belki de ülkenin geleceğini etkileyebiliyor. Bedelini de bugün olduğu gibi hep beraber ödüyoruz.

Güç odaklarının, çıkar gruplarının, iktidarı elinde tutanların yanında saf tutanlar, her zaman olduğu gibi bugün de yerlerini almış görünüyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Gücün olduğu yerde bu kaçınılmaz. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, topluma doğru önderlik edilirse, birlik ve beraberlikte kararsızlık görüntüsü verilmezse, toplum sorunlarına sahip çıkacaktır.

İktidarın kontrolü dışındaki birkaç medya kanalındaki profillere baktığımızda; geçmişinden bağımsız olarak, birçok aydın, yazar, politikacı, en azından söylem olarak, asgarî müştereklerde birleşmiş görünüyor. Bugünün Türkiye gerçeğinde bunu görmezden gelemeyiz. Kişisel, grupsal ayrı ajandalarının  olabileceğini kabul etsek de, yirmi yılı aşan bir iktidarın politikalarına tanık olunduğu gerçeğinin öğreticiliğini yok saymamız da mümkün değil. Yaşayarak öğrenmek, biraz ilkel bir öğrenme yöntemi olsa da, bundan daha somut bir gerçeklik olabilir mi?

Akademik bir tartışma tarzımın ve niyetimin olmadığını baştan belirterek, dünya sol siyasi tarihinden bilindik, ibretlik bir örneği bir kez daha tekrarlayarak, bu konuya son noktayı koymuş olalım.

Yirminci Yüzyılın ilk çeyreği, Avrupa'da çok ciddi politik hareketlilik var. Güçlü sendikal örgütlenmeler; sosyal demokrat, sosyalist ve komünist partilerde müthiş bir coşku ve özgüven. Milyonları peşinden sürükleyen partiler. Avrupa'da devrim beklenirken, Sovyet Devrimi gerçekleşiyor. Dönemin moda tartışması "sosyal demokrasi."

1925'te Komintern Başkanı sosyal demokrasiyi "burjuvazinin ikiz kardeşi, sosyal emperyalist" olarak tanımlarken, Avusturya ve Fransa'da sosyal demokratlarla komünistler birlikte anti-faşist mücadele yürütüyorlardı.

Aynı yıllarda İtalya ve Almanya'da faşistler iktidara yürüyorlardı. Gerisi bilindik bir süreç. İtalya'da Musolini, Almanya'da Hitler milyonlarca insanın ölümünden, insalık dışı katliamlardan sorumlu olarak tarihe geçtiler.

Bu kez 1935'te Komintern VII. kongresi komünist partileri, sosyalist ve sosyal demokrat partilerle geniş halk cephesi oluşturmaya çağırıyordu. Tabii ki çok geç olarak...

Aynı yıllardaki bir örnek de Türkiye tarihinden: 1922 yılı Ağutos ayı, Ankara hükümeti "Büyük Taarruz"a hazırlanıyor. Ankara Hükümeti'nin karşı çıkmasına ve yasaklamasına rağmen 15-16 Ağustos'ta THİF  (Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası) kongre yapıyor. Kongrede ulusal kurtuluş sorununun tartışılması yerine; üye ve yandaşlar Kemalistler'e karşı mücadeleye çağrılıyor!

Seçimlere giden Türkiye'de; sürece ve birlik beraberlik tartışmalarına bir de bu gözle mi baksak?

Yaşadığımız büyük deprem felaketi sonrasındaki yönetim krizi ve iktidarın kendi dışındakilerin yardım toplama ve dağıtma çabalarına tahammülsüzlüğü ile bir kere daha açık olarak görüldü ki, daha demokratik bir ülke yönetimine şiddetle ihtiyaç var. Bunu kimsenin göz ardı etme lüksü yok.

"Babam" filminde Çetin Tekindor, "Yanlış yaşadım, ama galiba doğru bitiriyorum," diyordu. Sürecin buralara gelmesinde hepimizin yanlışları, eksikleri olabilir. Zamanı geriye döndüremeyiz. Ama görünen o ki, doğru bitirmek için siyasetin ve toplumun bir şansı daha var, hiç değilse onu doğru kullanalım.
 

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.