SON DAKİKA
Hava Durumu

Yağlığımda bir top kar

Yazının Giriş Tarihi: 13.11.2023 04:16
Yazının Güncellenme Tarihi: 13.11.2023 04:16

Çok güzel bir sonbahar gününde bir kere daha doğduğum topraklarda, Toroslar'dayız.

"Toroslar" deyince belki de çoğunuzun aklına Dadaloğlu'nun "Kalktı göç eyledi Avşar illeri," dediği Adana yöresi Toroslar'ı gelir. Bizimkisi Batı Toroslar. Hani o meşhur türkülerin diyarı Teke yöresi.

Bir de efsaneyle gerçek arası bir örnek olsun. Hani, Alaiye beyinin oğlu Gaybi, yani Kaygusuz Abdal, bir av esnasında kedisine geyik suretinde görünen ve sol koltuğundan okla vurduğu Abdal Musa'nın peşine düşer ve o yaralı geyiği yakalamak için at sürer, dağlar tepeler aşar. En sonunda da Elmalı'nın Tekke köyündeki Abdal Musa asitanesine ulaşır. Hikâyenin sonunda da bu dergahın müridi olarak hayatını sürdürür. İşte bir başka yanıyla da ardıç kokulu, türlü hikayelere, türkülere, deyişlere konu olan o dağlardan söz ediyorum.

Dünün çocukluğu, bugünün hafızası ve bunca yılın birikimiyle etrafıma bakındığımda duygulanmamak elde değil. Her şey öylesine tanıdık ki... Varsın sesin güzel olmasın... Hatta en derininden, en içlisinden bir türkü, bir uzun hava. Karşı tepelerden, vadilerden sana döner yankısı. Bir ıslık da olur. Hadi, o da olmadı, diyelim; çamların, rüzgârın uğultusu. Belki de en güzeli o. Gökyüzü hep masmavi resmedilir de, çoğu yerde pek öyle göremezsiniz. Hiç kuşkunuz olmasın, Toroslar'da hep mavidir gökyüzü.

Uzaklara, göz alabildiğine uzaklara bakarsın. Çocukluğumda Antalya-Alanya yolundaki araçların ışıklarını görürdük geceleri. Kuş uçumu 70 km belki, neden görünmesin? Uzaklara gitmek isterdik o zaman da, ama bir gün yine dönmek üzere... Benim dönüşüm biraz geç mi oluyor ne?

İnsanla doğanın müthiş uyumu gibi bu dağlar. Doğa nerede bitiyor, insan nerede başlıyor?... Biraz ilerideki kapanın kapkaranlık çukurunda korkuyla bekleyen bir bozlak veya kara bakal ve belki de küçücük bir kınalı kuş. Bir solucanın, küçük bir çöpün ucunda sallanışına dayanamadı mutlaka. O taşın, o tahtanın altında ne olduğunu bilmeden, karanlıkta korkuyla beklemektedir. O kapanın çukuruna bir çocuğun elinin uzanması nasıl bir çelişkidir doğa ile insan arasında? Eline değen sıcaklığın müthiş coşkusu ve sevinci...

Bodan arısının, bir çürümüş kütüğü delerek,  hem de çift sıra olarak yaptığı mühendislik harikası o yuvadan onlarca yavru çıkarmayı düşlemesi ve bir çocuğun günlerce o kütüğün içini hayal ederek beklemesi nasıl bir sabırdır? Nohut büyüklüğündeki birkaç lokma bal için.

Sanki dünyanın en uzun çamları, ladinleri, sedirleri buradaymış gibi düşünürüm. Baharda kabuğunun altına su yürüdüğünde o koca çamın kabuğunun altındaki tatlı suyu tadabilmek için yamalak soymamız hiç de affedilir değildi kuşkusuz. Ama o kadar çoktu ki, bir gün yok olabilecekleri aklımıza bile gelmezdi. Bir biçimiyle biz de o doğanın bir parçası değil miydik?

Sakızlık ağacının (Menengiç) sadace cücüğü müdür yenen? O müthiş aromasıyla sakız olan akması; yemyeşil salkım salkım yağlı tohumları ve yağından yapılan pişi... Onca yılda hafızamdan silinmemiş. Hangi ot, hangi yaprak, hangi bitkinin kökü... Yabanî yer elması belki de. Hani yaban hayvanları anneleriyle birlikte oldukları çocukluk günlerinde öğreniyorlar ya yenen yenmeyen her şeyi; hatta tehlikeleri en başta. Doğaya ilişkin insan hafızası da taa çocuklukta oluşuyor ve bir daha hiç unutulmuyor. Gerçek bu.

Doğa sanki tüm meyvelerini, tohumlarını sonbahara saklamış. Uzun kış öncesi iyice beslenip, yağlansın kuşlar ve cümle canlılar diye. Meşe palamudu, alıç, yaban armudu, keçi boynuzu (hazalnut), mersin, defne, kuşburnu, sumak, mantarın onlarca çeşidi... Bir yabani orkidenin tepesindeki o narin çiçeği, benekli yapraklarıyla kökünde sakladığı sahlep, en doğalından. Seneye aynı yerde bir daha olmayabileceği aklımızdan bile geçmez.

Şehirlerin sokaklarında, caddelerinde, meydanlarında dolaşırken, adım başı yaşanmışlıkları çağrıştıran olaylar, hikâyeler canlanır hafızamızda. Gördüğümüz yapılardan, eserlerden ve okuduğumuz kitaplardan aklımızda kalanların ruhumuzda canlanmasıdır hissettiğimiz duygular. Konu dağlar, ovalar, yani doğa olunca hikâye biraz daha farklıdır. İlk bakışta oradaki yaşanmışlığa ilişkin hiçbir şey takılmaz gözünüze. Belki biraz da hissettiğinizdir doğa. Ama o dağlarda, o yaylalarda yaşayanların belleğinde türlü anılar, türlü hikâyeler saklıdır. Çoğu hiçbir yere yazılmasa da efsanelerin dilden dile, kulaktan kulağa aktarılmasıyla gelecek kuşaklara ulaşır bir kısmı.

Lise yıllarında ilk kez bir hikâye yazmayı denediğimde; hiç bilmediğim, sadece filmlerde gördüğüm bir hayatı konu etmiştim: Şehrin sokaklarında gazete satan bir çocuğu. Omzuna astığı, içi gazete dolu bir çanta ile sokak sokak "yazıyor, yazıyor!" diye bağırarak dolaşan bir çocuk.

Bir gün bir sonbaharda, daha çocuk yaşlarımda; yaşadığım bu toprakları, bu dağları, bu doğayı; annemi, babamı, ablamı ve kardeşlerimi geride bırakıp, ardıma bakmadan giderken, o güne dek biriktirdiğim hikâyelerim de kaldı geride. Çoğu unutulan o   hikâyelerden birini izninizle buraya da taşımış olayım.

Yazın en sıcak günleri. Temmuz veya ağustos olmalı. Annem, ablam ve iki kız kardeşimle bir halı tezgahının başındayız. Sekiz-on yaşlarındayım. İncecik parmaklarımızın halının çözgüsüne her giriş çıkışında bir düğüm atıyoruz. Saniyeler içinde onlarca düğüm üretiyoruz. Her sıranın ardından kirkitle dövüyoruz atkıyı. Neredeyse modele bile bakmadan dokuyoruz deseni.

Her ne kadar çocukluğumun altı-yedi yılında halı dokumuş da olsam, elli yıl sonra bugün bile her iki elimin işaret parmaklarının ucu biraz sivri ve içe dönüktür. Tüm yaz tatili ve okul döneminde de okuldan arta kalan zamanda hep halı dokuduk. Ama hiçbir zaman sevmedim bu işi. Belki biraz da kadın işi olarak gördüm, kim bilir?

İşte öyle bir günde Melli pazarına gitmek istiyorum. Evimizin üç km kadar uzağında bir pazar. Birkaç saat da olsa halı dokumaktan kurtulacağım. Belki kar şurubu içerim ya da bisküvi yerim. Annem biraz para verdi, bir de büyükçe bir yağlık; dönüşte kar getireyim diye, pekmez döküp yemek için. Daha bir heyecanlanıyorum. Sonuçta onlar için de bir şey yapmış olacağım. Sevinçle, heyacanla koşa koşa gittim.

Nasıl olsa kar alacağım diye şurup içmedim, ama bakkaldan bir şey alıp yedim mi, bilmiyorum. "Yaz gününde kar ne ola?" demeyin. Dağların yükseğindeki koyaklara daha kıştan çuvallara doldurup saklamış bu işi yapanlar. Katırla, eşekle pazara taşıyorlar yazın da. Dönüp dolaşıp kar şurubu satıcısına gidiyor ayaklarım. Dikilip bir süre izledim. Bir keten çuvalın içindeki kar kütlesini bir tezgahın üzerine yatırmış, çuvalın ağzını da geriye doğru kıvırmış, sıyırarak bardaklara kar dolduruyor. Üzerine şurup dökerek, bir de çay kaşığı saplayarak isteyenlere veriyor.

Uygun bir anda yaklaşıp, annemin verdiği parayı uzattım ve kar almak istediğimi söyledim. Testereyle büyükçe bir kalıp kesti ve yağlığıma çıkın yapıp, elime tutuşturdu. Artık zaman kaybetmeden yola koyuluyorum. Ama bir sorun var. Daha köprüye bile varmadan kar erimeye başladı, şıpır şıpır damlıyor. Telâşlandım haliyle, biraz daha hızlanıyorum. Hatta yer yer koşmaya başladım. Kar eridikçe sanki biraz ben de eriyorum. Terledim, yüzüm gözüm toz içinde.

Yolu yarıladım sayılır. Birazdan çamların arasına dalacağım, gölgeden yürürüm. Ama orada da başka bir sorun var; yolum yokuşa, rampaya doğru. Öteki elimle bir kere daha yokluyorum. Neredeyse yumruk büyüklüğünde bir top kar kalmış; ağlamaklı oluyorum. Annem, kardeşlerim kar bekliyorlar. Sorumluluk duygusu bir yanda, bir işi becerememiş olmak başka bir yanda... Dokunsan ağlayacağım.

O halimle ve o duygularla tepedeki evimizin kapısındayım. Yorgun, boğazım kurumuş ve ter içinde. Annemin kapıyı açıp, karşısında beni gördüğünde yüzündeki ifadeyi hiç unutamam. Uzanıp, elimdeki yağlığı aldı hemen. İçinde çakıl taşı büyüklüğünde birkaç parça kar ve yarım bardak kadar su kalmış. Hemen bir tasa boşaltıverdiler, bir bardak soğuk su olur belki. Ama annem çoktan geçmiş kardan, sudan. Bana öyle bir sorumluluk yüklemiş olmasına üzülüyor. "Oğlum, bari yeseydin kalan karı," diyebildi sadece. Gözleri doldu...

Çok değil, birkaç yıl sonra tüm bu anılarımı geride bırakıp, geleceğimi omuzlarıma yüklenmiş olarak, yedi yıllık parasız yatılı öğretmen okuluna giderken; tam da bu kapının önüde, bu kez sevinçle, hüzünle, umutla vedalaşıyoruz.

Araya giren yıllarda buzdolabının yaygınlaşmasıyla; kolalar, gozozlar derken, ne kar kaldı, ne de kar şurubu. Unutmuştum çoktan. On yıl kadar önce Fethiye tarafından dönerken, Karabel'de yol boyu kar şurubu satıcılarıyla karşılaştık. Sürpriz oldu benim için. Plastik bardaklara doldurup verdiler, bir de plastik kaşık. Geçen zamanda bizim harika kar şurubundan geriye pek bir şey kalmamış. Ne karı, ne de içine koydukları kötü aromalı şurubu hiç sevmedim, bir iki kaşık alıp, bırakıp gittik. Değişen neydi bilemedim...

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.