SON DAKİKA
Hava Durumu

Şefaatli'den Heybeliada'ya / Anıların arasından insan hikâyeleri

Yazının Giriş Tarihi: 25.04.2024 00:33
Yazının Güncellenme Tarihi: 25.04.2024 00:33

Yerköy'ü çoktan bilirdik de, Şefaatli'yi görmek, yine bir geven macerasında, Süleyman abi ile birlikte kısmetmiş.

Eğer bir sinemacı olsaydım, Melli insanının geven macerasını filme alırdım; ibadet eder gibi, her karesinde alınteri, hüzün, sevinç ... ve çocukların kiri, pası olan bir film. ( Melli, çocukluğumun geçtiği yöre oluyor.)

Yine bir su kaynağı yakınında çadırlar kuruluyor, hava kararmak üzere, herkes yol yorgunu, sinirler gergin, acıkılmış haliyle...

Kadınlar çoktan ocağı yakmış, tarhananın sıcak kokusu sarmış etrafı; çişi gelen çocuklar nereye yapacaklarını sormuyorlar bile. Her şey çok bildik gibi.

Filmi, mutlaka Melli'nin çalışkan kadınlarına ve bütün isyanını sessizce içinde saklayan fedakâr genç kızlarına ithaf ederdim. Oscar alması umurumda değil, bence hayatımın en güzel işlerinden biri olurdu. Doğduğum topraklara kutsal bir borcu öder gibi, büyük bir ciddiyetle yapardım bu işi.

Ama maalesef o film yapılamadı, görünen o ki yapılacağı da yok. O zaman nasıl anlatmalı bizim geven macerasını? Anlatırım anlatmasına da sizin sabrınız yeter mi? Öyleyse biraz kestirmeden olsun: Melli'nin topraksız, yoksul dağ köylüsünün yaşama inadıdır geven işçiliği bir anlamda. Özellikle Orta Anadolu dağlarını, tepelerini bilenler, oralarda yaşamış olanlar bilir; dikenli bir bitkidir geven. Büyükçe bir şapka kadar ya da biraz daha büyük. Öylece sarıvermiştir altındaki toprağı. Bizi ilglendiren bu bitkinin toprakla birleşen ve bir keser sapı kalınlığındaki kökü ve onun içindeki yapışkan özüdür. Bizim serüvenimiz tam orada başlıyor. Toprağı biraz kazıp, kökü ortaya çıkarmak ve uzun saplı, bu iş için yapılmış özel bir bıçakla yarıya kadar o kökü kesmek ve bir hafta beklemek. O yumuşak ve yapışkan öz her gün yavaş yavaş çıkıp, kururken bir haftada tırnak büyüklüğünde bir ürün çıkar ortaya; iki ay boyunca haftada bir toplanır ve dönüşte satılır, hepsi bu. Kitre veya püs denen bu ürünün tekstil baskıda kıvamlaştırıcı olarak kullanıldığını öğrendim yıllar sonra. Sanırım büyük oranda da ihraç ediliyordu. Haziran sonunda başlayan, eylül başında biten ve bir sonraki yıl bir başka yörede, bir başka dağda devam eden bildik bir iş.

Eskişehir'in, Ankara'nın, Afyon'un, Yozgat'ın, Çorum'un köylerinde daha kıştan kiralanıyor dağlar, tepeler. Sultandağı'ndan, Alaca'ya, Akdağmadeni'ne, Yerköy'e, Balâ'ya, Haymana'ya Çifteler'e kadar... Her bir yörenin ayrı hikâyesi vardır Melli insanının belleğinde. Acıları, hüzünleri, mutluluklarıyla... Daha 1980'lere kadar bir kamyon kasasında üç beş aile oralara gidip, iki ay bir su kaynağı yakınında çadırlarda kalarak çalışıldı. Kuşkusuz kolay değil, evinden, ocağından uzakta; tozun, toprağın arasında, yaz boyu dağda bayırda kuru ekmekle, tarhana çorbası, bulgur pilavıyla kazma sallamak. Kadınlar, kızlar için daha da zor; o "çadır konforu"nun çaresizliğinde ekmek yapmak, aş üretmek ve hatta çocuklara bakmak... Her ne kadar elinden geldiğince erkekler de yardımcı olsa da... Üniversite yıllarında bile yazları bu işi yaptım birkaç yıl. 1978 yazında tam da böyle bir ortamda Haymana yakınlarında bir tepenin başında öğrendim sevgili dostum, çocukluk ve gençlik arkadaşım Mustafa Öztürk'ün Ankara'da öldürüldüğünü. Hiç unutamadığım bir an olarak hafızama kazınmıştır. O da ayrı bir hikâye... Türkiye'nin başka hiçbir yöresinde bu işin yapıldığını duymadım. Bizim yörede üç beş köy, hepsi o kadar. Bir de İran'da yapılırmış. Burdur'un Bucak ilçesinin zenginliğinde Melli insanının geven ve sahlep işçiliğinin payı büyüktür. Onlarca tüccar bu işlerle uğraştı, sermaye biriktirdi yıllarca. Her şeyin bir gün sentetiği yapıldığı gibi, kitrenin de sentetiği üretilmiş olmalı ki, 90'larda artık bu iş de bitti. Bu kısa açıklamayı burada kesip, biz yine hikâyemize dönelim.

Şefaatli'ye iki üç kilometre uzaklıktaki bir tepenin başındaki çadırlarımızda ilk akşamı karşılarken, bu kez ailemize biri daha katılmıştı: Süleyman abi. İlk kez o kadar süre, bu kadar yakın olacaktık. Aslında çocukluğumuzda da sık giderdik teyzemlerin evine. Kocaman yüzünde gülünce güller açan, güzel teyzemin güzel oğlu ve dünya güzeli /iyisi kızları Havana ablayı, o yıllardan tabii ki çok iyi tanıyorduk. Kara şayak şalvarımla, elimize tutuşturulan çıra alevini sallaya sallaya misafirliğe gittiğimiz yıllar. El feneri niyetine...

Ayın altında ak çadırlar... Kim bilir kaç yıldır aşina olduğumuz, bildik bir hayat. 15 yaşındayım, Öğretmen Okulundaki ilk yıllar; Süleyman abi de 20'sine yakın bir delikanlı, güzel Saliye'sine gönlü yeni düşmüş.

Akşama kadar temmuz-ağustos sıcağında geven kazıp, akşam şehre sinemaya gitmek kaç gevenciye kısmet olmuştur? ("Şehir," Şefaatli oluyor!)

Bazı akşamlar giyinip, kuşanıp kayboluveriyoruz Süleyman abi ile; önce tren istasyonuna, sonra da sinemaya. Tren istasyonu, demişken; şimdi ben size nasıl anlatayım, istasyonda gelen giden trenlere bakmayı? "Bakma" dedimse... Bakma işte, bunun başka bir adı yok ki. Evet, gerçekten o yıllarda tren geçen birçok kasabada, şehirde tren istasyonuna gitmek gibi bir "piyasa" vardı. Çoğu birbirine benzeyen ve o yöreye çok şey kattığına inandığım çok güzel istasyonlar... Bir tren gelir, okunmuş gazete uzatır hiç tanımadığın biri; alırsın, maksat sosyalite olsun. Belki yarım saat sonra bir tren daha; inenler, binenler... Bakarsın işte, değişik insanlar görürsün. Yorgun yüzler, uykulu gözlerle aşağıya kaydırılmış cama dirseklerini yaslamış kadınlar, erkekler, çocuklar... Bir de hep bir yerlere gitmenin dayanılmaz çekiciliği ve özlemi var içimizde.

Zaten saat 9.00'a yaklaşmıştır, birazdan film başlayacak, orada da başka dünyalara akacağız. Belgin Doruk'lu, Ayhan Işık'lı bir filmdir belki de. Şansımıza, ne varsa o izlenecek. Ne tren istayonu, ne geven dağı, ne de çadırlarda kaldığımız gerçeği, hepsi unutulur. Mutluluk, sevinç, hüzün, coşku, aşk gibi karmakarışık duygular harmanlanır içimizde. Taa ki, film bitene kadar. Yüzümüzde, yüreğimizde filmin duygusal esintisi, heyecanı; sokağa çıkıp, gecenin serinliği yüzümüze vurunca, oracıkta kendi gerçeğimizle yüz yüze geliveririz: Geç olmuştur, hızlı adımlarla, koşarcasına gidip, sesizce süzülüveriz çadıra; sabah erken kalkılacak ne de olsa.

Aradan yıllar geçti, İstanbul'dayım; artık üniversiteleyim, Şişli Siyasal'daki ilk yılım. Hatta ilk aylarım belki de. Vezneciler'de, Site Yurdu önünde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisi, iki stajyer doktoru vurdular. Bugün isimlerini bile hatırlamıyorum; o yılların kronolojisininde adları da vardır mutlaka. Olayların hızla yükseldiği günler. Solun, sivil faşist saldırılara kitlesel olarak karşı koymaya, direnmeye çalıştığı dönemler. Neredeyse ayda üç beş cenaze kaldırıyoruz.

Haber çabuk yayıldı. Saatler içinde çoğunluğu öğrenci binlerce kişi Cerrahpaşa'daydık, cenazelere sahip çıkabilmek için. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi kampüsü işgal edildi. Böylesi bir eylemle cenazelere sahip çıkılmazsa, cenaze törenine izin verilmiyor. Ayrıca, olayı protesto etme adına da önemli bir tavır oluyor yaptığımız. Öylesine doğal bir hareket ki bu, sabah okula gitmek için çıktığımız yurtlardan, evlerden bambaşka bir güne uyanıyoruz. Giysilerimiz orada sabahlamaya uygun mu, açmıyız, tokmuyuz? Bunun hiçbir önemi yok; her an, her şeye hazır olunmalı. Arkadaşlarımız öldürülmüş, ne gerekiyorsa o yapılacak. Farklı mahallelerden, farklı okullardan yüzlerce kişi. Herkes, her grup oradaki yaşamın bir parçası olmuş. Akşam oldu, hava kararıyor. Paylaştığımız kumanyalarla açlığımızı bastırıyoruz. Gece ilerledikçe uykusuzluğun da etkisiyle üşüyoruz hafiften. Kimi amfilerde, kimi de hastane koridorlarında bir yer buluyor kendine. Çoğunluk bahçede yine de. Giriş kapısı ve bahçe duvarları güvenlik için tutulmuş. Bir duvar dibinde ateş yakıyoruz.

Okul arkadaşımız Kemal Karaca'yla birlikteyiz, bize abilik yapıyor bir anlamda. İlk kez bu kadar yakın oluyorum onunla da. Okuldaki ikinci yılı. Samimi, içten; zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. O gün nereden bilecektik o fedakâr arkadaşımızın üç beş ay sonra, Şişli'nin ara sokaklarında bir kör kurşuna kurban gideceğini. Bahçede, amfilerde marşlar söyleniyor. Öfkemiz marşlara, türkülere karışıp, göz yaşı olmuş, içimize akıyor. Sıranın kime geleceğini bilmeden, yoldaşça paylaşıyoruz o hüzünlü geceyi. Saat ikiyi üçü geçtikçe uyku da bastırıyor iyice, göz kapaklarımız düştü hafiften. Bir masanın, bir sıranın üzerinde uyukluyoruz zaman zaman.

Uzun gecenin ardından, günün ağarmasıyla birlikte bahçede voltalayarak açılmaya çalışıyoruz. Yeni gelenlerle birlikte sokağa da taştık. Binlerce insan... Artık hastane çevresi de bir miting alanına dönüştü, giderek onbinler olduk. Gücümüz her şeye yeter gibi; arkadaşlarımızın öldürülmesini engellemeye yetmemiş olması başka bir konu. Öğleye doğru cenazelerin alınmasıyla birlikte kortej olup, Eminönü yolunu tutuyoruz. Sirkeci'den arabalı vapurla Anadolu'ya gidecek cenazeler.

Onbinlerce insan ağır ağır yürüyor. Çoğumuz uykusuz, belki aç ve susuz olduğumuzun farkında bile olmadan. Güçlü, kararlı; tek yürek, tek yumruk olmuş onbinler. O yılların en kalabalık, en görkemli cenaze törenlerinden biridir. Saatlerdir yollarda, yorgun... Etrafımızda yol boyu dizilmiş binlerce vatandaş. Öldürülenlerin tıp öğrencisi ve hatta stajyer doktor olması insanların gözünde daha dramatik bir masumiyet oluşturuyor gibi. Toplumun ilgisinde bunun da payı vardır kuşkusuz. Sonraki yıllarda olaylar arttıkça, süreç keskinleştikçe cenaze törenlerimize katılımların ve halkın sahiplenmesinin de yavaş yavaş azaldığını bir gözlem olarak paylaşmış olayım.

Ne kadar süredir, hangi duygularla, kimlerle kolkola o kalabalığın içinde olduğumun farkında olmadan, Sirkeci'de başımı kaldırıp etrafa bakındığımda, o yıllarda kamyonculuk yapan Süleyman abiyle göz göze geldik. Çok duygulandım, o da hüzünle gülümsedi; kim bilir kaç saattir kaldırımda, öylece durup, o kalabalığın içinde benim de olabileceğimi düşünerek, birbirine benzeyen binlerce insanın arasında beni aramış. Beklemesini söyledim, tören bitince yanına gideceğim.

Cenazeler Eminönü'nden vapura aktarıldı, Anadolu yakasına gidecek. Sahildeki gemiler öğrenci dolu; sloganlar atılıyor bir yandan. Galata Köprüsü'ne doğru bir durağın ya da bir belediye otobüsünün üzerinde Kurtuluşçu Seyfi konuşma yapıyor. Biraz sonra elinde bir megafonla Bülent Uluer beliriyor bir vapurun güvertesinde. O yılların üniversite gençliğinden onu tanımayan yok gibidir; çoğumuzun idolü. Her zamanki etkili sesiyle çok duygusal bir konuşma yaptı. Boğazımız düğümlendi, gözlerimiz doldu. Öfkemiz sloganlara karışıp, İstanbul semalarında yankılandı. Saygı duruşu sırasında vapurların sirenler çalması, pek alışılmış bir şey olmasa da, şehitlerimize toplumum duyduğu saygının bir ifadesi gibiydi. Sanki o anda tüm İstanbul'da hayat durdu. O yoğun duygular içinde, aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama dönüp geldiğimde Süleyman abi hala oradaydı, sarıldık özlemle...

O günlerden 40 yıl sonra 24 Ağustos 2017'de Bülent Uluer'i Karacaahmet Mezarlığı'nda toprağa verirken, "... Gençliğimizin unutulmaz önderiydi. Bir ağustos sıcağında, Karacaahmet Mezarlığı'nda bir kere daha ardından yürüdük. Ne onun yıllarca konuştuğu büyük kalabalıklar, ne de onun kadar güzel konuşacak birileri vardı geride. Yine de her kesimden sevenleri oradaydı. O, bizim gençliğimizin duygularını en güzel ifade edendi..." diye yazmışım notlarıma. Bunu da yıllar sonrasından bir anı olarak paylaşmış olayım.

1979 yılı Martı, çoktandır içimi kemiren rahatsızlık, öksürük iyice çekilmez oldu. Son zamanlarda kan gelmeye başladı boğazımdan, durum ciddi görünüyor. Taksim Verem Savaş Dispanseri'nin uzun boylu, ak saçlı, babacan doktoru; uzun bir zincirin ucundaki gözlükleriyle bir süre dikkatlice baktı filmlerime. Başını kaldırıp bana döndüğünde, sanki aradan çok uzun bir zaman geçmiş gibiydi. Babacan bir ses tonuyla, "Oğlum, tüberküloz olmuşsun, insanın başına her şey gelir; üzülme, seni sanatoryuma göndereceğim, orada bir süre tedavi olman gerekiyor" dediğinde, orada öylece bakakaldım. 23 yaşındaydım. Şaşkın, çaresiz ve gözlerimden yaşlar süzülerek, Taksim Meydanı'nda, araç gürültüleri arasında, insan kalabalığına karışıverdim; ne hayat, ne insanlar, yapayalnızdım.

Heybeliada Sanatoryumu'ndaki bir buçuk aylık konukluğumun kaçıncı günüydü, bilemiyorum; bir akşam üzeri Süleyman abi her zamanki güzel gülüşüyle karşımdaydı, çok mutlu oldum, ikimizin de gözleri doldu. Tabii ki, arkadaşlarım her hafta ziyaretime geliyorlardı, ama aileden bir canlı tanık olmamıştı henüz. Sonrasında da olmadı.

Süleyman abinin gelmesi büyük fedakarlık; günde birkaç vapur var adaya, yol bir saatten fazla sürüyor. Hem, adaya inince de ya faytona binmek ya da yarım saat kadar yürümek gerekiyor. Şimdilerde o faytonlar da tarih oldu artık. Çamların arasında çok güzel bir yerdi hastane. 3-4 kişilik odalarda kalıyoruz. Her birimiz için balkonda da birer şezlong var dinlenmemiz için. Bazı günler yunusların geçişi harika bir gösteriydi. (O güzel hastanenin geçen yıllarda kapatılıp, o alanın da Diyanete tahsis edildiğini duyduğumda içim acıdı. Eğer tüberküloz tedavisi için ihtiyaç yoksa bile, pekâlâ sağlık alanında, başka bir biçimde kullanılabilirdi. Çok yazık!)

"Derin acılar dilsizdir."

Travmatik acılar yaşayan ve bu acılarını yeterince dile getiremeden; kendi içinde saklayan toplumlar, kuşaklar ve kişiler için kullanılıyor. Maalesef ülkemiz tarihi bu tanıma uyacak travmalarla dolu. Kendi kuşağımın acıları da kuşkusuz bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir dönem Saliye ve Süleyman abinin yaşadıkları da bu çağrışımları yaptı bende.

Sonraki yıllarda da birlikte çok güzel günlerimiz oldu; ama neylersin ki, hayat hep güzellikler getirmiyor, acılar da var. İşte onlardan da çokça düştü kısmetlerine. Hangisini anlatsam? Uzun kamyonculuk yıllarında, bir kazada asfaltın ortasına savrulup, orada bağdaş kurmuş vaziyette, yapayalnız, şaşkın bir halde bulduklarını mı? Ya da dayı oğlunun ölümüyle sonuçlanan trafik kazası sonrası yaşanan acılar; sevgili Saliye'nin uzun yıllar ızdırapla, acıyla baş etmeye çalıştığı akciğer yetmezliği ve ölümü. Her biri ayrı hikâyelerin konusu olabilecek bu acıları sayıp dökmenin bir anlamı yok. Zaten onlar da uzun yıllar yüreklerinin sessizliğine gömdüler. Ama, şu var ki; gözlerinin içi gülen güzel kızlarının ve çok sevdikleri oğullarının saf, tertemiz soran bakışları olmasa, o yılları aşmaya güçleri yeter miydi, bilemiyorum?

Bugün o güzel kızlarının ve oğullarının, benim o yıllarda hatırladığım kendi yaşlarından çok daha büyük kızları, oğulları var. Dilerim, çok güzel, mutlu bir yaşamları olur; o güzel insanların, Saliye ve Süleyman abinin anıları, onların da yüreğini aydınlatır, yollarına ışık olur.

Doğduğum, çocukluğumun geçtiği topraklarda bir kere daha hayatı karşılarken; yine anılara takılıyoruz. Özlemle, sevgiyle, hüzünle...

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.