"... ve göreceksin ki binlerce yıl öteden,
Parmak izlerimiz değecek birbirine. "
Tarih kaydediyor. Yaşanmışlıkların, anıların duygusal atmosferinde dolaşıyoruz. Yıllar öncesinin yaşanmışlıklarında ayak izlerimiz değiyor birbirine. Gün geliyor fark ediyoruz. Bazen şaşırıyoruz belki de.
Şehirlerin, kasabaların sokaklarında, meydanlarında dolaşırken; hep tarihten, anılardan, romanlardan izler ararım. Öyle tarihin dönüm noktası olan büyük olaylar değildir çoğu. Basit, sade insan hikayeleri. Bir romandan, bir şiirden ve belki de okuduğumuz bir anıdan geriye kalan.
Biraz daha ileri gidip kendimizi, kendi hikayemizi katarız ya da. İnsanız duygulanırız. Üşüdüğümüzü hatırlıyorsak, ellerimizi ovuştururuz, kapüşonu biraz daha çekeriz başımıza. Yok; korktuğumuz, kovalandığımızsa zihnimize takılan, arkamıza bakarız, seviniriz güvende olduğumuza. Belki de gideceğimiz yeri unutmuşuzdur o arada. Birkaç sokak geride kalmıştır gidilecek yer. Zararı yok. Hele bir de kırık bir gönül hikayesiyle dalıp gittiğiniz; hüzünlü bir tebessüm donar yüzünüzde. Gerisi ne ki?...
Kim bilir kaç kez bir polis aracında trafiğin biraz daha sıkışıvermesini ümit ederek, Mecidiyeköy viyadüğünün altında bulmuşumdur kendimi. Hayatın orada donmasını düşleyerek. Ali Sami Yen'in, Likör Fabrikası'nın önünden geçilir hızlıca. Yol ayrımında o son tabela da görünür, eğer gözlerin bağlı değilse: "Gayrettepe." Görmesen de hissedersin yaklaştığınızı polislerin hareketlerinden. Siyasî Şube; gerisi bildik, tanıdıktır artık, her şey yeniden başlar.
Tam da öyle bir sahne: Sevim Tarı (Belli) 26 Ekim 1951 günü gemiyle Fransa'ya gitmek üzere Galata Gümrüğü Yolcu Salonu'nda işlemlerinin bitmesini beklemektedir. İşlemler uzar, bir yerlere telefonlar edilmektedir. En kötü senaryo, korkulan olur; oradan iki polis tarafından alınıp, bir taksiyle Siyasî Şubeye götürülmektedir. Galata'dan Sirkeci'ye, Sansaryan Han'a gitmek ne ki? Kaç adımlık yol? Ama öyle değil, bir yanda Marmara'da süzülüp gidecek geminin hayali, diğer yanda birazdan başlayacak sorgu; geçmiş, gelecek ve bütün bir hayat. Taksi, Galata Köprüsü'nü geride bırakıp, Sirkeci'ye kıvrıldı bile. Bir doktor, bir genç kadın, bir hayat...
Pardesüsünü arabada bırakıyor Sevim hanım, "Araba beklesin!" diyor. Hemen işlemler bitirilip, vapura yetişebilmek için. Ama öyle olmuyor, o gemi Marmara'dan geçip giderken, Sevim Tarı için de başka bir hayatın kapısı aralanıyor; uzun tutukluluk ve cezaevi yılları... Asıl olarak da bir tarih yazılıyor; "51 Tevkifatı" başlıyor. Zeki Baştımar, Mihri Belli, bildiğimiz adıyla Vedat Türkali ve daha birçok aydın, yazar... Gerisi çoğumuz için bildik bir hikâye.
1800'lü yılların sonlarında başlıyor Sansaryan Han'ın hikâyesi, ama bizim siyasî tarih açısından ilgimizi çekmesi 1930'larda Emniyet Müdürlüğü olmasıyla başlıyor. Aziz Nesin'den, Sabahattin Ali'ye, Nazım Hikmet'e, Ruhi Su'ya uzanan yüzlerce aydın, yazarı içine alan ve acılarla anılan bir süreç. Günlerce, aylarca süren gözaltılar, işkenceler. Yarım boğum parmağı ile Parmaksız Hamdi'nin parmak salladığı günler. Topaloğlu'na açılan ikbal yolları... Benimkisi ikinci elden olaya dahil olmak, buna hakkım yok belki de. Ama bir kötü niyetim olmadığı da ortada. Benden önce yazanlar, benden önce göçenler anlayışla karşılayacaklardır, öyle ümit ediyorum. Hem biz de yıllar sonra onların ayak izlerinden yeni yollar aramadık mı?
Bizim gençliğimizde artık Gayrettepe'ye taşınmıştı o işler. Tarih artık orada yazılmakta idi çoktan. Hem belki de çok daha derin çığlıkların arasında. Zeki Yumurtacı'dan, Hayrettin Eren'e; girip bir daha çıkamayanların hikayesiyle. Ama konuya buradan girersek, bitmez bu öykü. Öldürülenler, sakat bırakılanlar sayfalar alır. Onlara saygıda kusur etmeden, hüzünlü bir selam göndermekle yetiniyorum şimdilik.
Nasıl ki insanlık tarihi toplumsal mücadeleler tarihi ise, birey olarak kişisel tarihimiz de bundan uzak olamıyor. Geçen zamana; yıkılan, tamir edilen yapılara, mekanlara inat, bugün gibi taze anılar canlanıveriyor; acıları, dostlukları, kavgaları saklayan... Yine tarihin bir dönemecinde bizden öncekilerin ayak izlerine takılıyoruz. 1951 yılının üzerinden tam 27 yıl geçmiş. Bir grup arkadaşla birlikte Sansaryan Han'dayız. Bizdeki adı daha çok "Müteferrika"dır. Okuldaki ikinci yılım. Tarihsel olarak bizim başlatmadığımız bir kavganın tarafıyım. Bir zamanlar dağlarda komando kamplarında eğitilenlerin mahalleleri, okulları ele geçirmek için başlattıkları kavganın hedefi olarak. İşler her zaman kurguya uymuyor. Hatta polis desteği bile sorunu çözmüyor. İşte öyle bir günde okuldaki bir kavgada bu komando heveslilerinden Süleyman Sümertaş kolundan yaralanmış. Çıkışta bir grup arkadaşla birlikte beni de alıyor polis. Süleyman bizden şikayetçi. 45 yıl sonra bugün bile açık yüreklilikle söylemeliyim ki, o kavgada taraf olmakla birlikte, fiili olarak bir dahlim söz konusu değildi.
İşte o gün, bir grup arkadaşla Müteferrika'da olmamızın nedeni bu. Hafızam beni yanıltmıyorsa Murat Aydın, Refah, Ümit Kıvanç, Nazif, bizim Ümit (Adanalı) ve ben. Atladığım birkaç kişi daha olabilir, bilmiyorum? Aslında o dönemde Sansaryan Han İstandul Emniyet Müdürlüğü 2. Şube olarak kullanılıyor ve adli suçlara bakıyordu: Hırsızlık, yankesicilik, öldürme, yaralama gibi... Bizim orada tutulmamız pek mantıklı değil, ama belki olayda yaralama olduğundan ya da Sultanahmet Adliyesi'ne yakın olduğu için. Bilmiyorum. Gündüz üst katlarda kaldık, ifadelerimiz alındı. Kaldığımız hücrelerde ağır falakaya maruz kalmış, ayakları şişmesin diye acıyla zıplayan gençlerle karşılaşıyoruz. Ünlü polis şefi Ahmet Ateşli ve Sadettin Tantan'ın yıldızının parladığı yıllar. Ama bizi asli işleri saymadıkları için olacak, bir şey yapmadılar. Bolca nasihat belki. Bir ara topluca tuvalete götürdü bir polis. Arkadaşların çıkmasını beklerken benimle konuşmaya başladı. "Üniversitede okuyorsunuz, sizi nasıl kandırıyorlar anlamıyorum, ben ortaokulda bile okumadım, ama beni kattiyen kandıramazlar," diyor. Ne cevap verebilirim ki? Susup, birilerinin çıkmasını bekliyorum.
Akşam üzeri nezarethaneye indirdiler, geceyi orada geçireceğiz. Her yer tahtakurusu. Tuvalet bölümü öylesine pis ki, anlatılır değil. Kaçıran musluklara poşetler bağlanmış, ama yine de sular fışkırıyor etrafa. Yerler diz boyu lağımla karışık şu. Setlerin üzerinden gidilebiliyor tuvalete. Kapı yok. Hayatımda o kadar pis bir ortam görmedim. Lavabolarda sabun da yok. Onun gerekçesi de, barbut oynamak için zar yapılıyormuş sabun kalıbından. Ne kadar doğru bilemem, ama mümkün, her tür kriminal insan var. (Bir yıl sonra yolum tekrar Müteferrika'ya düştüğünde şaşarak görüyorum ki, sanki geçen bir yılda hiçbir şey değişmemiş: Poşet bağlanmış musluklar, fışkıran sular, yerlerdeki pislik, tahtakuruları... Sadece kalanlar değişmiş gibi!)
Nezarethane oldukça geniş bir alan. Kapı tarafında demir parmaklıklar. Nöbetçi polisler içeriyi rahatlıkla görebiliyor. Karşıdaki duvar boyunca bir buçuk metre genişliğinde ahşap bir set var. Yan yana 20-25 kişi yatabilir. Bir-bir buçuk metre yükseklikte bir sıra daha. Orası da dolu. Tek sıra olarak yan yana yatmış onlarca insan. Yatanlar sürekli kaşınıyor, ama kimse de kalkmıyor yerinden. Çünkü sürekli bekleyenler var, kalkanların yerine dalmaya hazır. Orada bir kenarda ilgisizmiş gibi duran esmer çocuk ya da bir başkası kalkan birinin yerine kıvrılıverecek; biraz izleyince çok açık görülüyor. Yani, tuvalete giden yerini kaybediyor. Bizim yatmaya niyetimiz yok, sohbet ediyoruz bir köşede. Kimse de bulaşmıyor.
Akşam geç saatte otuz yaşlarında yabancı bir adam geldi. Ümit ve Refah dışında yabancı dil bilen yok. Adam İtalyan Komünist Partisi'nden Ermeni asıllı bir İtalyan aktivist. Kapıkule'de arabasının bagajında Ermenistan bayrağı bulunmuş ve bunu "Ağrı Dağı'na dikecektin" diye suçlanıyor. Politik olarak bilinçli biri. Bizim için çeşit oldu. Saatlerce konuştuk. Bir ara nöbetçi polis kapıya çağırdı adamı. Ne oldu bilmiyorum, ama polis bir tokat attı. Adam hiç iplemedi ve o vurdukça "one, two... " diye saymaya başladı. Biz yanına gidince de bıraktı polis.
1990'larda o kişinin İtalya'da mı, Ermenistan'da mı önemli bir politik isim olduğunu anlatmıştı Refah. Ama adını bile hatırlamadığım için doğrulama şansım yok maalesef. Hoş bir anekdot olabilirdi.
Geceden bir başka ayrıntı: Akşam bir ara Ümit Kıvanç'ı çağırdılar. Yanılmıyorsam, aileden birileri gelmiş bir avukatla. (Ümit'in hiç hoşuna gitmeyeceğini bilsem de, Halit Kıvanç'ın oğlu olmanın farkı da bu olmalı! Bu vesile ile artık aramızda olmayan Halit Kıvanç'ı da saygıyla anmış olalım.) "Seni çıkaralım, geceyi burada geçirme!" demişler. Ümit de "Arkadaşları da çıkarıyorsanız, olur, yoksa çıkmam," demiş. Tabii ki o da olmadı. İlginç bir olay olarak söylemek istedim.
Ümit Kıvanç, benden iki yıl daha eski okulda. Yine de az çok bir selamımız oldu hep. O geceden kaç ay, kaç yıl sonra bilmiyorum, ama çok fazla bir zaman geçmediğini düşünüyorum; bizim okuldan ayrılıp, İstanbul Üniversitesi Basın Yayın'a girdi ve bir daha hiç karşılaşmadık. Aradan on yıl geçti. Birçok kişi için, tabii ki benim için de çok önemli on yıl. 1988 yılı sonbaharı. Bir kere daha hayata tutunma çabasıyla İstanbul'dayım. Ne on yıl öncesinin öz güveni, ne de arkadaşlarım var yanımda. Hiç vazgeçemediğim kitap sevdasının izinde, Tepebaşı TÜYAP Kitap Fuarı'ndayım bir akşam üzeri. İletişim Yayınları standının arkasındaydı Ümit. On yılda pek değişmemiş. Göz göze gelince "Merhaba!" dedim. O da biraz yarım ağız "Merhaba!" dedi, ama yüz ifadesinden ya hiç tanımadığını ya da "Tanışıyor muyuz?" diye bile düşünmediğini fark ettim. Öylece geçip gittim, bugüne kadar da bir daha hiç karşılaşmadık. 35 yıl sonra bugün bu satırları yazarken, Ümit'i "samimiyet" adına yargılamak aklımdan bile geçmez. Sadece, on yıl sonraki o karşılaşmayı resmetmek istedim, hepsi bu.
Puslu, yağmurlu bir İstanbul ikindisi. Anıların izinde bir yolculuğa çıkmak için doğru zaman olup olmadığından emin olmadan Sirkeci, Eminönü sokaklarını turluyorum. Bir zamanların Sansaryan Han'ının tam önündeyim. Cesaret edip, bir türlü giremiyorum o lüks otelin kapısından. Evet, artık bir lüks otel olmuş bizim o ünlü Müteferrika. Kime, ne sorabilirim? Aslında sadece görmek istiyorum içerisini. Öyle tarihten bir iz, bir işaret bulamayacağımı bilsem de, yine de zihnimi, duygularımı test edebileceğim bir merak. Hepsi bu.
Tam bu duygularla otelin kapısındayım. Kapıdan girip, başımı sola doğru çevirsem o uzun demir parmaklıkların ardındaki nezarethaneyi, yine o günlerdeki haliyle görüverecekmişim gibi. Geniş giriş kapısını simsiyah bir demir kapı olarak tasarlamışlar. Hatta kapının büyük bölümü, yıllar öncesinin nezarethane bölümünün kapısını çağrıştırırcasına kalın demir parmaklıklar şeklinde yapılmış. Öyle şaşalı bir otel girişi görüntüsü yok. Otelin adını küçük bir pirinç tabelada kapının sağ üst bölümüne koymuşlar. Aynı büyüklükte bir başka pirinç tabelada da "SANSARYAN HAN," onu da sol üst köşeye. En azından geçmişten bir iz gördüğüme seviniyorum. Kapının aralığından göründüğü kadarıyla içeride de bar girişlerini andıran siyah renk hakim gibi.
Kapıdaki genç adam baktığımı fark etti mi acaba? Yaklaşıp "Merhaba! 45 yıl önce burada çok ilginç bir gece geçirmiştim, içeriyi görebilir miyim?" desem... Bir kahve içip, etrafa bakınsam... Kalkan birinin yerine geçmek için duvara yaslanmış o esmer çocuğun suretini görüverir miyim? Ya da üzerine poşet bağlanmış, fışkıran muslukları... O gece orada olan, ama artık aramızda olmayan arkadaşları düşlesem...
Geçip gidiyorum. Belki de böylesi daha iyi. Zihnimde 45 yıl öncesinin buğulu izleriyle, Yeni Cami önünde insan kalabalığına karışıyorum.
Yine Kaz Dağları... Yine insanın bunca zulmüne, doğanın bunca direnişinin öyküsü... Bir yandan da bir grup insanın bitmez bir enerjiyle doğayı, insanı, insan sağlığını savunusunun saygı duyulası öyküsü. Doğa kendine kalsa, her türlü yakıp yıkmaya bir çözüm buluyor da siyanür denen zehri nereye sakla
"Şişli Meydanında Üç Kız"dan biridir Şükran. Ruhi Su'nun gürül gürül sesinden dinledik bu türküyü yıllarca. Çiğdem'in öldüğü, Şükran ve Melike'nin ağır yaralı kurtulduğu hazin bir faşist saldırının hikâyesidir. 48 yıl öncenin genç günlerimizin hikâyesi. Gencecik üç güzel kız güle oynaya okuldan çıkı
Dağlarda yanan çoban ateşleri yıldız olup birer birer kayarken, son zamanlarda sokakları dolduran kalabalıkların çığlığı onlara olan gönül borcumuzun bir tezahürü müdür? Eskileri zaten çok yazdık da hemen yakınlarda toprağa verdiğimiz gönül dostlarımızdan söz ediyorum. Sevim Belli, Edip Akbayram, Ni
Böyle bir yazıyı, uzun yıllara uzanan bir yazın hayatımın sonrasında yazmam beklenirdi. Oysa, benim hayatımda iki üç yıl çoğunlukla hep uzun bir zaman oldu. Öylesi uzun yıllara uzanan bir yazın hayatım olur mu, onu zaman gösterecek. Her zamanki ihtiyatlı halimle dostlara bir teşekkürü ertelemek iste
Tam 40 yıl önce, askerî cezaevinde Brezilyalı ünlü yazar Jorge Amado'nun, topraklarından kovulan ve iş bulmak umuduyla Sao Paulo'ya giden köylülerin destansı hikâyesinin anlatıldığı "Sonsuz Topraklar" adlı romanını okuduğumda, koca ülkeyi bir baştan bir başa geçmişim hissine kapılmıştım. Çok güzel b
Hani biz diğerinin hikâyesini yazacaktık; yani bizden önce gidenin, diyorum. Bu iş bana mı kaldı şimdi? Bir duvar dibinde vurulup ölmedik ya... Ya da bir pankartın ipinin son düğümünü atarken bir elektrik direğine. "Kahrolsun!..."la başlayan duvar yazısının aşağıya doğru süzülen kırmızı boyaları da
Kimi insan için ilkbahar doğanın en yaşanılası dönemidir. Uzun ve meşakkatli bir kışın ardından doğa adeta patlamıştır. Bu müthiş canlılığın insanı heyecanlandırmaması düşünülemez. Bir anlamda bir aşk halidir bahar. Bunu inkar edecek değilim. Ama ben yine de sonbaharın dinginliğini tercih ederim. Pı