SON DAKİKA
Hava Durumu

Mevlüt amca benden bir selam bekler

Yazının Giriş Tarihi: 17.09.2022 09:20
Yazının Güncellenme Tarihi: 17.09.2022 09:20

Sabah serinliğinde, bomboş bir caddede, iki eliyle yanlardan tutarak, göğsüne dayadığı bir  çuvalla caddeden karşıya geçmek üzereyken görüntülenen bir adam. Hafif aşağıya inmiş göz kapaklarının arasından dümdüz karşıya bakıyor; kararlı, dingin; özel bir anlam yüklemek güç. İlk bakışta her şey çok olağan görünüyor. Bir filmin başlangıç kareleri, ya da bir hikayenin, bir romanın girişinde uzun uzun tasvir edilebilecek bir görüntü; ama öyle değil, keşke öyle olsaydı. Onun bir baba ve taşıdığı çuvaldaki kutuda da oğlunun kemiklerinin olduğunu düşününce sarsılmamak elde değil. İnsanın kanı donuyor adeta; insanı, insanlığından utandıran bir sahne.

Ağustos ayının son günlerinde medyada gördüğümüz bir haberden söz ediyorum. Yedi yıl önce öldürülen oğlunun kemiklerinin olduğu kutu, Diyarbakır Adliyesi'nde bir babanın eline tutuşturuluveriyor. Baba, olayı BBC Türkçe muhabirine anlatırken, "... 28 yaşındaki oğlumun kemiklerinin olduğu kutuyu dolaptan çıkarıp elime verdiler, bunu hiç beklemiyordum, gözlerim karardı, nefesim kesildi, sanki o an Diyarbakır başıma yıkıldı," diyor. Bu olayın üzerine sayfalarca yazılabilir; belki bir gün, bir filmin, bir romanın konusu da olabilir, ama görünen o ki, "insanlık" ve "devlet aklı" bir kere daha sınıfta kaldı. Daha da söylenecek bir şey yok. Yıllar geçiyor, ama bazı şeyler hiç değişmiyor. Yönetenlerin ideolojik önyargıları, insanlığın önüne geçmiş gibi. Olayı sadece bir haber olarak düşünürsek, çoktan "eskidi" o haber, rahat olabiliriz; ama ya belleğimizden hiç silinmeyecek o görüntü, onu ne yapmalı?

12 Eylül öncesinin karanlık yılları; çocukluk ve gençlik arkadaşım Mustafa Öztürk, 19 yaşında, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki ilk yılını daha yeni bitirmişken, bir gece Ankara'da, kalleşçe bir pusuda öldürüldü. Yıllarca, yokluğunun acısını yaşadım. Katledildiği gecenin ertesi günü, Ankara'nın kilometrelerce uzağındaki bir kasabada, babası Mevlüt amcayı kaymakamlığa çağırıyorlar. Mevlüt amca telaşlanıyor; kaymakam onu neden çağırsın ki? Orman İşletmesinde yol çavuşu; bir gün önce kasabanın yakınındaki bir çalışmada dinamit patlatmışlar da, birkaç evin kiremitleri kırılmış, belki onu soracaktır, diye düşünüyor. İki eliyle kavradığı şapkasını önünde tutarak içeriye girerken; kaymakam, "Senin oğlun var mı?" diyor.

Mevlüt amca:

"- Evet efendim."

"- Nerde?" dediğinde,  Mevlüt amca irkiliyor; "Ankara'da hukuk okuyor," diyor.
Kaymakam:

"- Başından vurmuşlar onu, getirecek misin, yoksa cenaze orada mı kaldırılacak?"

Tamı tamına diyalog bu,  Mevlüt amca olduğu yere yığılıyor.

Bir baba ve devletin kaymakamı arasında saniyeler içinde biten bu konuşmayı; ideolojik bir kin ve nefretten doğan karşıtlık olmadan; kaymakamın cahilliğiyle, acemiliğiyle açıklamak mümkün mü? Bu ortamı yaratan sistemi sorgulamak başka bir şey de, bir insan için ne büyük utanç, ne büyük talihsizlik! (Bugün aradan 44 yıl geçmiş olmasına karşın, insanî konulardaki kamusal tavır açısından pek bir şeyin değişmemiş olması ne hazin!)

Olayın ayrıntısını anlatacak değilim, ama küçük bir not: Ailenin tüm karşı çıkmalarına rağmen; ahlâkî ve dinî kurallara aykırı olarak, akşam karanlığında, zorla defnediliyor cenaze.

O gün Ankara'dan gelip, Mustafa'nın tabutunun ardında yürüyen gruptaki arkadaşlarından ikisi, artık 60'ına yakın yaşlarında, 2017'de ellerinde iki kitapla çıkageliyorlar. İçinde Mustafa'ya da iki sayfa ayrılmış; o günlerde öldürülen devrimcileri anmak için, Cahit Akçam ve arkadaşları tarafından hazırlanmış bir kitap: "ONLARIN ANISINA", İzdüşen Yayıncılık'tan çıkmış. Evde duygulu anlar yaşanıyor; bir "değerbilirlik" olarak bunu da anmak istedim.

Mevlüt amca ve Zeynep yenge, bu acıyla kırk üç yıl yaşadılar. O gün, ölen oğlunun yüzüne son kez bakmak istediğinde, hamile olduğu için karşı çıkan yakınlarına, "Ben 19 yaşında öldürülen oğluma dayanacağım da, karnımdaki doğacak olana mı dayanamayacağım," diyerek, oğlunun yüzüne son kez bakan Zeynep yenge ve Mevlüt amca, geçtiğimiz bir yıl içerisinde, yakın aralıklarla yaşamlarını yitirdiler.

Onları sonsuzluğu uğurlarken, anılarına duyduğum saygının bir ifadesi olarak; çocukları, torunları ve yakınlarıyla paylaştığım baş sağlığı mesajlarından  Mevlüt amca ile ilgili olanı, yeri gelmişken burada da paylaşmak istiyorum. Bunu fazlasıyla hak ettiklerine inanıyorum:

"Mevlüt Amca Benden Bir Selam Bekler

Ondan bir selamı esirgemeyeceğimi bilirsiniz. Sadece biraz zaman geçsin istedim. Ne yazık ki, son yolculuğunda tabutunun ardında olmak kısmet olmadı. Sonrasında da kızları, oğulları ve torunlarıyla rahatça vedalaşsın istedim, hepsi bu. Her birinize ayrı ayrı başsağlığı dileme şansım olmadı. Ne olur kusuruma bakmayın. İçtenliğimden kuşku duymayacağınızı ümit ediyorum. Hepimizin başı sağ olsun! Sağlıklı, uzun ömürler diliyorum her birinize.

Ne yazık ki, hayat her zaman adil değil.

Daha, 19 yaşındaki oğlunun acısının, en hoyrat biçimde yüzüne haykırıldığı o  temmuz sabahının sonrasında "yaşamak," Mevlüt amca için artık başka bir şey olmuştu. O gün, orada olduğu yere yığılırken, boğazına oturan yumruk büyüklüğündeki düğüm, sonraki kırk küsur yılda boğazında, öylece hep durdu. Nefes aldığında, konuştuğunda, güldüğünde, yediğinde, içtiğinde ... biraz daha büyüdü. Buna yıllarca şahit oldunuz ve o acıyı yaşadınız.

Kuşkusuz evladını genç yaşta kaybetmek bir anne ve baba için çok büyük bir acı; ama geride beş kızı, bir oğlu ve doğacak bir çocukları olan anne ve baba için yaşam devam etmek zorundaydı.

Öyle de oldu.

Mevlüt çavuş yine işinin başına döndü. Acısını dağlara, taşlara haykırdı; göz yaşları Aksu'nun köpüklerine karıştı, Akdeniz oldu.

Yaralı ruhuyla da olsa, geride kalan çocuklarına, dostlarına büyük sevgiler, coşkular, mutluluklar üretti. Gönlü razı olmadı sevdiklerini boynu bükük, gönlü yıkık görmeye. Bisküvi, lokum, kavrulmuş fıstık tepsileriyle, ikramlarla karşıladı bizleri. Bıraksak çayı, kahveyi de o getirecek.

Para pul, ev bark nedir ki, çocuklarının yanında; hepsini onlara harcamaktan en küçük tereddüt etmedi. Gördünüz işte, giderken zaten hiçbirine ihtiyacı da olmadı.

Kırk yılı aşkın süredir Mevlüt amcayla her karşılaşmamızda, ona kaybettiği oğlunun acısını hatırlatıyor olmanın hüznünü yaşadım. Beni uzaktan gördüğünde bile, gözlerinde biriken yaşlara tanık oldum çok kez. Her seferinde o gözyaşlarına tanık olmak benim için de çok acıydı. Yine  de, bunca yıl ona oğlunun kokusunu taşımaktan, hüzünle karışık bir mutluluk duyduğumu da söylemeliyim.

Maalesef, bu güzel ülkede derin acılara, travmalara, toplumsal kötülüklere, düşmanlıklara tanık olduk çok kez. Ama ne mutlu ki, böylesi güzel insanlar da hep oldu.

Mevlüt amca, henüz elden ayaktan düşmeden, bir yıldız gibi kayıp gitti bu dünyadan. Mustafa'sına, Zeynep'ine kavuşmasının derin huzurunu duymuştur, buna hiç kuşku yok. Geride kalan yakınları onu anlayışla karşılayacaklardır. Başka türlüsü onun hatırasına haksızlık olur; ama insanız, üzülüyoruz haliyle. Bu kadarını o da anlayışla karşılardı, buna inanıyorum.

Gönlü güzel, Mevlüt amca; bazen gözümü kaçırdımsa soran gözlerinden, inan bana yaranı acıtmamak içindi. Nasıl söylerdim gözlerinin içine bakarak; arkadaşımdan, sevgili Mustafa'dan selam getirdiğimi...

Söze gerek yok, o beni hep anlamıştır, şimdi de anlayacağını umuyorum.

Gönül dolusu sevgiler, selamlar gönderiyorum. Huzur içinde yatsın. Işığı bol olsun. Çocuklarına, torunlarına ve sevenlerine selamlar, sevgiler ve başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Gönlümüzde, güzel anılarıyla yaşamasını umut ediyorum.

Hoşça kalın."

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.