SON DAKİKA
Hava Durumu

Kara civciv, deprem ve umut üzerine

Yazının Giriş Tarihi: 17.08.2022 00:07
Yazının Güncellenme Tarihi: 16.08.2022 22:58

Yıllar önce izlediğim bir kısa filmden söz etmek istiyorum. Öğrencilik yıllarımız; zaman zaman topluca sinemaya gidiyoruz. "Sürü" belki de yeni vizyona girmişti ve yine büyük bir arkadaş grubuyla izlemiştik Taksim'de, yanılmıyorsam Venüs Sineması'ında. O günlerin ruhuna uygun olarak, alkışlamıştık da. Slogan atıldığını da hatırlıyorum, yanılmış olamam. İşte o günlerde yine seçilmiş bir film için Şişli'de, Ümit Sineması'ndayız; "Yusuf ile Kenan"ı izleyeceğiz. Türk sinemasının iyi filmlerinden olduğunu söyleyebilirim. "Demiryol"u da orada izlemiştik ve yine o günlerin ruhuna uygun olarak, "eleştirilerimizi" saklı tutarak.

Filmden önce iki kısa film gösterimi vardı. Biri çizgi film tarzında idi yanılmıyorsam, ayrıntısını unuttum çoktan. Ama diğer kısa film dün gibi aklımda, bir civciv fabrikasında geçiyor. Sapsarı civcivler bir bantın üzerinde, yumurta kabukları ve kabuktan tam çıkamamış civciv kalıntıları arasında çalışanların önüne geliyor. Bantın üzerindeki onlarca el sağlıklı civcivleri ayırıyor. O sapsarı yüzlerce harika civciv kutulanıp, üretim çiftliklerine gönderilmek üzere bir başka bölüme alınırken, kabuklar ve diğer kalıntılar bantın sonundaki dev bidonlara akıyor. Üzerine de dev bir topaç inerek, sıkıştırıyor. Bu işlem aynı şekilde sürüp gidiyor. Bu arada bantta o güzelim sarı civcivlerin arasında simsiyah bir civciv beliriyor. Bir anda gözlerimiz onun üzerinde yoğunlaşıyor. Yine çalışanların elleri sağlıklı civcivleri bir tarafa yönlendirirken, kara civcivi de itiyorlar bantın aktığı yöne doğru, içimiz ürperiyor. Ama o da ne, kara civciv geriye doğru koşuyor, bantın akışına direniyor, umutlanıyoruz. Ama seçici eller her seferinde itiyorlar onu da kabukların arasına ve sonunda akıp gidiyor çöplerle birlikte. Üzerine de o dev topaç iniyor yine, gözlerimizi kapatıyoruz. Yüreğimize bir balyoz inmiş gibi.

Bir çöp aracı geliyor ve o yumurta kabuklarından, civciv ölülerinden oluşan "çöpü" alıp gidiyor. Biraz sonra çöp döküm alanına boşalttığında, artık izlemeyi bırakmış gibiyiz filmi. O da ne? Çöplerin arasında bir hareket; kara civciv sıkıştığı yerden, yumurta kabukları arasından çıkmaya çalışıyor. Yüzlerimiz aydınlanıyor bir anda. Kara civcivin koşarak oradan uzaklaşması zumlanırken perdede, yüzümüzde gerginlikle karışık bir umut...

İlk kez bir deprem olayını hayalimde canlandırdığımda, yirmili yaşlarda Gölcük'te tutukevindeydim. 15 -16 yıl sonra büyük Marmara Depremi'nin merkezi olacak yerde. Dışarıya olan özlemin ağır bastığı bir dönem olmalı; bir depremde duvarların birbirinden ayrıldığını, bahçe duvarlarının yıkıldığını, her birimizin bir yerlere savrulduğunu, düşledim. Her ne hikmetse, bu düşte cezaevi tavanının, çatısının başımıza yıkılması yok. Sadece o kargaşada duvarların dışına çıkacağımız gerçeği beni ilgilendiriyor. Hatta dışarıya çıkmamızın "özgürlük" anlamına gelmediğinin de bilincindeyim. Zira, cezaevi büyük bir askerî kışlanın içerisinde. O bile umurumda değil, gökyüzünün, yıldızların altındayız ve etrafımızda duvarlar yok. Birkaç saat sürecek o anın tadını çıkarıyorum. Belki de birkaç kişi kaçmış bile olabilir o kargaşada. Deliler gibi merak ediyorum öylesi bir anda yaşanabilecekleri.

Yıllar sonra, bir yaz gecesi derin uykudan gürültüler, uğultular arasında  uyandığımızda, eşim 20 günlük bebeğimizi kapıp, çoktan bahçeye atmıştı kendini. Sonrasını biliyorsunuz; binlerce insanın ölümü, enkazlar, kayıplar, travmalar. En çok da saatler, günler sonra enkaz altından canlı çıkanlarla teselli bulduk. Bir kişiyi daha enkaz altından canlı çıkarabilmek için canla başla çalıştı görevliler, gönüllüler. Bir umut olsun istiyor insan haliyle. "Sesimi duyan var mı?" Bu ses yankılandı günlerce yıkıntılar arasında.

Kuşkusuz birçok aile için unutulmaz acılar, hüzünler kaldı geriye. Her yıldönümünde halk sokaklara çıktı Yalova'da, Gölcük'te; meşaleler yakıldı geceler boyu. Değirmendere'den denize karanfiller atıldı, dualar edildi. (Mutlaka bu yıl da, 17 Ağustos'ta benzer görüntüler tekrarlanacak; insanlar bir kez daha acılarını haykıracaklar.) Günlerce, aylarca ve hatta yıllarca yerbilimciler konuştu, tartıştı. Bir işe yarayıp, yaramaması başka bir tartışmanın konusu olabilir; ama bir şey var ki, o mutlaka işe yaradı. Psikolog, psikiyatrist ve toplum bilimcilerden söz ediyorum. Günlerce onlar da bu travmaları nasıl atlacağımızı anlatıp durdular ekranlarda. Bir daha insanlar, o korkuları yaşadıkları evlere nasıl girecekler; kaybettikleri yakınlarının, dostlarının acılarıyla nasıl başedecekler? Mesela, Yankı Yazgan hoca geliyor aklıma. (Mutlaka başkaları da vardı, ama benim aklımda en çok o kalmış.) Güven veren duruşuyla bunları anlattı hep, işe yaramış olacağını sanıyorum.

Çocukluğumda son örneklerini gördüğüm manzum hikayeler vardı; genç birinin ölümü ya da travmatik bir acının hikaye edildiği. "Destan" derlerdi bizimkiler. Böylesi olaylardan sonra durumdan vazife çıkaran bir "ozan," bu "destanları" çoğaltarak, dağıtırdı. Bunlardan bir ikisini ailemden kadınlara okumuşluğum vardır; ben okurdum, onlar da ağlardı. Acıyı paylaşarak başetmeye çalışmak da bir başka yöntem olsa gerek.

Yüzümüze bir maske takarak ilk kez sokağa çıkmamızın üzerinden iki yıldan fazla bir zaman geçti. Hala korkularımızdan tam olarak kurtulmuş da değiliz. 100 yıl önce benzeri bir pandemide insanların sokaklarda maskeler taktığını da o günlerde öğrendik. O maskeleri ilk kez takarak sokağa çıktığınız günleri hatırlayın; iki, üç yıl o maskelerle, o korkularla dolaşacağımızı düşünsek, kendimizi ne kadar kötü hissederdik kim bilir? Oysa, sadece maskelerle, korkularımızla kalmadı, yakınlarımızı, dostlarımızı da kaybettik. Her şey, göz göre göre oldu sanki; bir gün  pandemi bitecek ve onlar da geri gelecek gibi... Öyle olmuyor, yakınlarımızın yürek yangını hiç geçmiyor kuşkusuz, ama yaşamak için başka nedenler buluyoruz, yeni umutlara tutunmaya çalışıyoruz. Belki de hayat bu çabalar bütünü zaten.

Son yıllardaki ekonomik, sosyal, siyasal bunalımlarımızın arasına bir de pandemi sıkışmışken, umut nasıl olacak? Bu kez ne yapılacak, askıda simitle birlikte, umut da mı olacak? Konu, psikologları çoktan aşmış görünüyor. Toplum bilimcilerin mutlaka söyleyecek bir şeyleri vardır; ama artık siyasetin çözüm üretmesini bekliyor daha çok insanlar. Genel geçer söylemler işe yaramıyor gibi. Toplumsal dayanışma, birlikte çoğalma bir çözüm olur belki. İnsan tek başına her zaman daha güçsüz, çaresiz. Umudu nasıl çoğalmalı? Yine bahar gelecek, mi diyelim?

Bantın üzerindeki kara civcivin, çöplerin arasından çıkıvermesi; bir oltanın ucunda sallanan istavritin suya kavuşması; ya da infaza giden bir idam hükümlüsünün son dakikalarında haykırmak istediği sloganların, son sözlerinin hayali, umudu olmasa hayat nasıl olurdu? Bugünlerde en çok ihtiyacımız olanı, umudu birlikte çoğaltmaya...

Anılara, yaşanmışlıklara gönderme yaptığım bu yazılarda, ister istemez bu anıların bir parçası olan bazı arkadaşlarımın adlarını anmadan geçemiyorum. Daha çok  da artık aramızda olmayanları. Yine onlardan biri: Ahmet Zengin. Daha fazla üretme, yazma şansı olamadı; çok yazık! Ölümünden, birçok arkadaş gibi, çok sonradan haberim oldu. Geçenlerde mezar taşındaki birkaç dizeyi paylaştı bir arkadaşım. 38 yaşında, İspanya iç savaşının başında öldürülen ünlü ozan, Federico Garcia Lorca için, Pablo Neruda tarafından yazılmış, uzun bir şiirin son dizelerinden alınmış birkaç satır. Şiirin aslı biraz daha farklı; ama ben bu dizeleri Ahmet'in diline takılan haliyle, mezar taşına yazılanı paylaşmak istiyorum. Unutulmaması dileğiyle...

"Yaşam bu Federico.
  Başka bir yaşam yok.
  Ya sen
  Ne sanıyordun yaşamı."

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.