SON DAKİKA
Hava Durumu

İnsan üzerine bir deneme veya o anda insan

Yazının Giriş Tarihi: 02.07.2024 11:25
Yazının Güncellenme Tarihi: 02.07.2024 11:49

Bir dönem sosyal medyada paylaşılan bir resim ve altında da bir not: "Slovenya'da 13 yaşındaki bir ilkokul öğrencisi Anja Roza tarafından yapılmış." Altı yüz bin çocuk resmi arasından birinci seçildiği ve "Barışın neye benzediği anlatılıyor" diye de not düşülmüş.

İki el birer örgü şişi tutuyor. Şişin altında da bir kadın giysisi figürü sallanıyor. Şişlere tutunmuş küçücük, rengarenk insanların birbirine tutunmasından oluşturulmuş dantel gibi bir elbise. Resmi, şöyle anlatmış çizer: "Çizimim bizi bağlayan ve birleştiren toprakları temsil ediyor. İnsanlar birbirine örülmüştür. Biri vazgeçerse, diğerleri düşer. Hepimiz geleceğimize ve birbirimize bağlıyız, ama ne yazık ki bunun farkında değiliz. Başkası benim yanımda benim hikayemi örüyor; ben de onlarınkini örüyorum."

Gerçekte bu bir çocuk resmi midir, altındaki notu o çocuk mu yazmıştır? Bunu bilmiyoruz, ama gerçek şu ki, -hele de günümüz dünyasında- ülkeler, insanlar birbirinden çok bağımsız değil. Hepimizin birbirimizin hikayesini ördüğü, öngörüsünü kabul etmek ne ölçüde bir gerçekliktir, bunu bilemem. Ama şunu biliyorum: Birbirimize, birbirimizin hayatına, duygularına, hikâyesine dokunabildiğimiz kadar insanız.

Erdal Öz'ün "Yaralısın" romanını belki de daha yayınlandığı ilk aylarda, ilk gençlik yıllarımda okumuştum. Sarsıcı olduğuna kuşku yok. İnsan ve insan davranışlarıyla ilgili en büyük hayal kırıklığımdır. Bir yanda insanın insana yapabileceklerinin sınır tanımazlığı, türlü işkence uygulamaları; diğer yanda insanın buna direnmesi, dayanışması, yaralarını sarması; umut veren küçük dokunuşlar, hayatın anlamı...

"Dünyamızda insan mekanikleşiyor. Mekanikleştikçe de insanlıktan uzaklaşıyor," diyor Yaşar Kemal, "Yaralısın"ın giriş yazısında. " İnsanı yenilmekten onur kurtaracak," diyor Fakir Baykurt da. Hayat; insanların, insanlığın yaşadığı bitmez tükenmez bir sınav belki de.

Çeşitli medya kanallarından her gün onlarca insan hikayesi düşüyor önümüze. Bazıları benim de ilgimi çekiyor. Ama bekliyorum bir süre. Belki bazen aylarca. Artık o olay haber değerini yitiriyor bu sürede, unutuluyor. Zaten olayın haber yanı da değil benim ilgimi çekmesi. İşte öyle bir haber: Bir gazeteci yaptığı bir haberle ilgili olarak tutuklanıyor ve bir süre sonra da serbest kalıyor. O gün adliyede yaşananlar ve insan davranışı ile ilgili bir gözlemimi paylaşmak istiyorum.

Tolga Şardan, bir gazeteci, iyi bir gazeteci olduğuna kuşku yok. Ayrıca konumuz bu da değil. Bir haber düşüyor önüne. Öyle tıfıl hallerini geçeli de çok olmuş. Soruyor, soruşturuyor kuşkusuz. Hem, zaten yoksa öyle bir haber "Yok," derler, gerisi ne ki? Ama öyle olmuyor, tutuklanıyor. Kendisiyle ilgili haberi tüm dünya ile aynı anda ekranlardan izliyoruz biz de. Adliyede iki yanında polisler ve etrafında avukatları, dostları. Sol elinde küçük bir çanta ve bir küçük poşet sallanıyor. Onları koluna takmış, sağ elinde de bir cüzdan veya araba ruhsatı gibi bir şey.

Bir anlık bir olay, öylece duruyorlar; kameralar çekiyor bir yandan. Bir şeyler soruyorlar, o da bir şeyler söylüyor belki. Arkadan omuz üzerinden bir el uzanıyor, ikiye katlanmış bir kağıt para. Çok değil, belki iki ellilik?... Boş olan sağ eliyle alıyor parayı; bakıyor, bir şey söylüyor, muhtemelen parayı verene. O da bir şey söylüyor. Dudağını ısırıyor hafiften, duygulanıyor belli, sonra da başını geriye doğru atıyor. "Anladım" der gibi, teşekkür eder gibi onaylıyor başıyla. Tam o anda yürümeye başlıyorlar. Arkadan tüm sessizliği yırtan ya da gürültüyü bastıran diyelim, bir kadının adeta bir sloganı andıran sesi çınlıyor: "Tolga, yalnız değilsin!"

Artık, o ısırdığı dudağıyla bastıramıyor göz yaşlarını. Bizim gördüğümüz son görsel kare oluyor bu. Tüm ülkenin, tüm dünyanın hafızasına kazınıyor. Utancımız oluyor. Biraz sonra başka bir haber ve belki sonrasında da bir dizi; unutulacak kuşkusuz. Ama hiç ummadığımız bir anda hafızamızda canlanıverecek bir gün. Çok özel bir an, hafızamızdan hiç silinmeyecek bir karedir bu. O anları çeken kameraman belki bir gün ödül de alır. Kuşkusuz Tolga Şardan bir gün oradan çıkacaktı; çıktı da, ama geriye onun ve belki bizim de bir ömür unutamayacağımız bu görüntüler kaldı.

Sanırım olayı izleyen hiçbir göz, o anları Tolga Şardan'ın cezaevine giderkenki hüznü olarak düşünmemiştir. Öyle olsa, onda da bir sakınca yok, ama değil. Öylesi anları insanın en insani halleri olarak düşünürüm. Omzunuza dokunan bir dost elidir, bir dost sözüdür, yaslandığınız bir omuzdur o duygu selinin önünü açan.

Uzanan bir dost elindeki elli lira ya da "Tolga, yalnız değilsin!"

İnsanın bittiği yerdir yalnız olmak. Çoğu insan her şeye dayanır da, yalnızlığa dayanamaz. Kalabalıklar içinde ölümü hiçe sayan birçok insanın işkencelerde, sorgu odalarında yalnızlığa kurban gittiğine çokça tanık olmuşumdur. "Hiçbirimiz doğmuş olmanın yükünü tek başına taşıyamayız" diyor, sevgili Belgin Önal. Çok doğru. Hiçbirimiz hayatı tek başımıza sırtlayamayız. Şu bir gerçek ki; birbirimize, birbirimizin hayatına, duygularına, hikâyesine dokunabildiğimiz kadar insanız.

Kendime dair bir şeyler yazarken hep aynı yere dönüyorum. Şaşırmıyorum buna. İnsanın hiç silinmeyen anıları, hayatı en yoğun yaşadığı anlardır. Ondan olsa gerek. Bizim için de gençlik günlerimizdi bu.

1981 yılı şubatının son günleri. Üç aya yaklaşan işkenceli sorgu günlerini geride bırakıp, çıkmak üzereyim nezarethaneden. "Haydi hazırlanın!" demişlerdi. O da komik ya, ne hazırlanacaksın? Belki küçük bir torba, hepsi o. Gözetimevine götürecekler. Askeri tutukevinden önceki son bekleme yeri. Hoş, oradan da iki gün sonra tekrar geri getirmişlerdi ya, o da başka bir hikaye... Bitkin, yorgun, karmakarışık duygular içindeyim; işte tam o anda, yani nezarethaneden çıkmak üzereyken bir polis koluma dokundu. İstanbul'a götürüp getirdiklerinde tanımıştım, ekip otosunun şoförü, Mehmet Şahin. "Halil, iyi misin?" dedi; "haydi geçmiş olsun, artık her şey bitti, gidiyorsun." Yüzünde, acımı paylaşır bir hüzün vardı. O, "İyi misin?" bana o kadar iyi geldi ki, yüzüne baksam, gözlerim dolardı belki. Sadece başımı sallayarak belirtebildim minnettarlığımı. İnsan her yerde insandır. Görünüşte hayatı pek ciddiye almayan bir hali vardı. Bir daha hiç karşılaşmadık. Çok değerliydi o hüzünlü yakınlığı. Şaka değil, bir askeri darbenin beş ay sonrasından söz ediyoruz.

İyilik ve kötülük yan yana duruyor bu dünyada, seçmek bize kalmış; aklımız, duygularımız burada ortaya çkıyor. Hayatın bunca rezilliğine, acımasızlığına rağmen kendimi çok şanslı sayarım. Hep, demesem de çok iyi insanlarla karşılaştım. Çok güzel dotlarım oldu. Hayatta olan, olmayan, hepsi de benden içten bir teşekkürü fazlasıyla hak ediyorlar. Kötüler, kötülükleriyle kalsın, onları yazmıyorum, ben onları zaten unuttum çoktan.

Bu yazı burada bitti gibi duruyor. Ama çarpıcı bir bir romandan, bir sahneyle bitirsek daha iyi olacak gibi. Konuyla ilgisi var mıdır? Ona da siz karar verin.

Yeni okuduğum bir roman: "Salamina Askerleri" Javier Cercas.

Roman, İspanya İç Savaşı'nın son günlerinde Falanj'ın kurucusu, Francocu Falanjist şair ve yazar Rafael Sanchez Mazas ve bir grup Franco taraftarı faşistin Cumhuriyetçiler tarafından kurşuna dizilmesini anlatıyor. Asıl olarak da bu kurşuna dizme olayından kaçıp kurtulan Sanchez Mazas'ın hikayesini.

Franco birlikleri savaşı büyük oranda kazanmış, Cumhuriyetçiler de sınıra doğru çekilmektedir. Ellerindeki bir grup Francocu faşistin infazına karar verirler ve ormanlık bir bölgey götürüp, kurşuna dizerler. Çıkan karmaşada üç rehine ormana kaçarak kurtulur. Bunlardan biri de Mazas'tır. Giysilerini delip geçen kurşunlardan yara almadan kurtulmuş, hızla oradan uzaklaşmak isterken, bir derenin içinde düşer ve gözlüğü kırılır. Burnunun ucunu görecek durumda değildir ve çamur içinde debelenmektedir. Tam o anda üzerine silahını doğrultmuş genç milisle göz göze gelir. Çamur içinde, korku ve utançla titreyerek işini bitirecek kurşunun gelmesini beklerken, biraz uzaktan bir ses: "Kimse var mı orada?"

Elinde silahıyla birkaç adım ötedeki asker öylece donmuş gibi beklemektedir. Yağmurun altında sırılsıklam olmuş saçları; alnından gözlerine, yüzüne doğru süzülen yağmur damlaları, gözlerinde ne acıma ne nefret, hatta ne de küçümseme. Nehir yatağında çamura batmış adamdan gözlerini ayırmadan, "Burada kimse yok" diye bağırır ve arkasını dönüp, çekip gider. Bir anda romanın kahramanı oluveren o meçhul askeri anlamaya çalışıyoruz. Orada o tetiği çekmeyerek hangi nedenle ölümü göze aldığını. Hem belki de ölümü çoktan hak etmiş biri için...

Belki de insan, hayat tam da bu. Bazen o tetiği çekerek, bazen de çekmeyerek, ölümü göze alarak kahraman oluyor. Belki de artık sonuna gelinmiş bir savaşta bir kişinin daha ölmesinin bir anlamı olmayacağını düşünmüştür. Ya da düşmanının o andaki çaresizliğine acıdı. Yani sonuçta o anda her ne düşündüyse, o tetiği çekmiyor. Gerçek bu. Bize de bunu anlayabilme, bilebilme merakı kalıyor.

Yazar da böyle düşünmüş olmalı ki, 60 yıl sonra bu olayın kahramanı olduğunu düşündüğü o askeri, Miralles'i bir huzurevinde buluyor ve konuşuyor. "Aradığınız şey bir kahraman. Ben de o kahramanım, değil mi?" diyor Miralles. "Kahramanlar sadece öldürdüklerinde ya da öldüklerinde kahraman olur. Yaşayan kahraman diye bir şey olmaz." Sonra da savaşta gencecik yaşlarında ölen arkadaşlarını düşleyerek, yaşaran gözlerini siliyor.

Birkaç saat sonra Fransa kırsalında yol alan trenin lokantasında bir gazeteci (Romanın yazarı) önündeki boş viski bardağına bakarken, geride bıraktığı yaşlı adamı ve onun hikayesini düşleyerek, kitabına da son noktayı koyar: "... cesaret ve erdem içgüdüsüne sahip, bundan ötürü asla hata yapmamış ya da hata yapılmaması gereken o yegane önemli anda yapmamış o bitkin adamı düşünür; o saf, cesur, pirüpak adamı ve öldükten sonra onu yaşatacak varsayımsal kitabı; derken gazeteci camdan yansıyan, etrafı geceyle kuşatılmış hüzünlü ve yaşlı görüntüsüne bakar, ta ki bir asker belirene dek..."

Güzel ülkemin, çok kolay iyi ve çok kolay kötü olabilen güzel insanlarına...

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.