SON DAKİKA
Hava Durumu

İçeride unutulmak

Yazının Giriş Tarihi: 23.06.2023 16:54
Yazının Güncellenme Tarihi: 23.06.2023 16:54

Cezaevindeki insan için en zor olanı içeride unutulmaktır. İlk günlerde, ilk aylarda ve hatta ilk yıllarda medyanın, toplumun ilgi odağı olursunuz. Hatta dönemine göre biraz kahraman bile olabilirsiniz. Ama zamanla dışarıdaki günlük yaşamın doğası gereği ilk günlerdeki canlılığını kaybeder sahiplenilmeniz.

Bunun yadırganacak bir tarafı yok. Olaya bir bakıma haber gözüyle bakan medya için, zaten bir süre sonra o haber çoktan eskimiş olacaktır. Yakın arkadaş ve aile çevresi için ise, zaman geçtikçe olay daha da zorlaşmaya başlar. Hasret bir yanda, sorunlar başka bir yanda çoğalmaktadır. Hele bir de ekonomik sorunlar da varsa, o zaman her şey çok daha katmerli yaşanacaktır.

Burada sözünü ettiğim daha çok genel bir süreçten ziyade; dönemsel sosyal-siyasal süreçlerden kaynaklı sorunlardan dolayı içeride olanlardır. Türkiye tarihi, bu türden dönemsel "ihtiyaca uygun" siyasal davalarla doludur.

Amacım bu konuda akademik bir kronoloji çıkarmak olmadığından, sadece bazı davaları anmakla yetineceğim. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş döneminde  sol, muhalif kesime yönelik, daha çok da TKP davalarında somutlaşan birçok tutuklama görebiliriz bu konuda 1970'lere kadar. Hatta tek başına Nazım Hikmet davaları bile tez konusu olabilecek zenginliktedir.

Tersten bir örnekle başlayalım; "Irkçılık-Turancılık Davası"yla. 7 Eylül 1944'te başlar. Birçok ünlü isim yargılanır. Ünlü tarihçi Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, A. Türkeş, Fethi Tevetoğlu, Reha Türkkan... Aslında 1943 sonlarına kadar çeşitli nedenlerle Nazi Almanyası ile ters düşmeyen, hatta yer yer parelel bir politika izlenir ve buna uygun olarak da Turancı örgütlenmelere yol verilir. Ne zaman ki savaş, Sovyetler'de, Almanlar'ın beklentisinden farklı bir sürece girer ve Atlantik ötesinde ABD'nin tavrı, Türkiye açısından yeni bir sürecin kapılarını açar; işte "Irkçılık-Turancılık Davası" da böylesi bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkar.

Aslında 2. Dünya Savaşı boyunca bu gelgitler hep sürer. Savaş dışı kalmış Türkiye kendine yeni yollar aramaktadır. Gün gelir büyük bir "komünizm tehlikesi" algısı yaratılarak, Almanlar'ın ilgisi çekilmeye çalışılır.

NATO'ya girilecektir; "komünizm tehlikesi" algısıyla, büyük bir TKP davası organize edilir. Bu davalar o günün gazetelerinin, ajanslarının önde gelen başlıklarını oluşturur.

Gün gelir, NATO'ya üye olabilmek için Kore Savaşı'na katılırız.

Ardından, ünlü TKP operasyonu, "1951 Tevkifatı" gelir. O yılların en büyük davasıdır.

Yıl 1952 ve NATO üyeliği!

Kısaca, "Soğuk Savaş" döneminin tüm renklerini, tonlarını bu davalar üzerinden en açık biçimiyle izleyebilirsiniz. Çok yazık! Ama gerçek bu.

Yakın geçmişin; 1970'lerin, '80'lerin cunta koşullarındaki siyasi davalarını hala konuşuyor, tartışıyoruz. Özellikle 12 Eylül dönemi siyasi davaları başlı başına ele alınacak, değerlendirilecek nitelikte. Bu konudaki kişisel tanıklığımı zaman zaman bu sayfalarda sizlerle de paylaştım ve belki bundan sonra da paylaşırım. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu binlerce insan, insanlık dışı işkenceli sorguların ardından bu davaların sanıkları olarak hapis yattı. Bu işkencelerde ölen ve tüm bu süreçlerde kaybedilen onlarca devrimci, yurtsever de  tarihin unutulmaz sayfalarında yerini aldı. Aileler ve birkaç duyarlı insan dışında tamamen sahipsiz olarak yaşandı tüm bu süreçler. Bu şartlarda onca insan her türlü insanlık dışı baskı ve şiddete karşı fiziki ve psikolojik olarak nasıl ayakta kalabildi? Bunun tek bir cevabı yok; dayanışma ruhu, kollektif irade, ideolojik inanç... Belki de şu bir cümle her şeyi ifade ediyor: Zorunlu olanın bilincine varmak özgürlüktür! Hepsi bu. Bu bilinçle içerideki binlerce insan tutsaklık koşullarında kendi "özgürlük" alanlarını yarattı.

Tüm bu süreçlerin sorumlusu olan cuntacı generallerin, 12 Eylül 1980 öncesindeki dönem için "Koşulların olgunlaşmasını bekledik" derken, sadece "beklediklerini" düşünmemiz mümkün mü? O sürecin çeşitli biçimlerde provoke edildiğini o gün de çok iyi biliyorduk. Belki de bundan kaçış yoktu.

Son 15 yılda iktidar bu işi tam bir siyasal mühendislik haline getirdi. Her özel olay, ihtiyaca uygun her kişi kriminalize edilerek dava konularına dönüştürüldü.

Bu anlamda "Ergenekon Davaları" ve ona bağlı olarak asker, sivil birçok kişinin yargılandığı diğer davalar; iktidar-cemaat ortaklığının özel operasyon ve tasfiye aracı olarak kullanıldı. Birçok yurtsever, ilerici, devrimci insan haksız, hukuksuz olarak uzun yıllar cezaevlerinde tutuldu. Bu olay topluma öylesine karmaşık kumpaslarla sunuldu ki; ilerici, demokrat, aydın diyebileceğimiz birçok yazar çizer de bu kara propaganda rüzgarına alet oldu. "Bu algı üzerinden toplum ikiye ayrıldı" demek abartı olabilir, ama en azından medya açısından durumun bu olduğunu söyleyebiliriz.

O davaların sembolik ismi savcı Zekeriya Öz'ün bugün firari bir sanık olması iktidarı aklamıyor. Zekeriya Öz, sadece kişisel-ideolojik hırsı ve cemaatla işbirliğinden aldığı destekle yapmadı her şeyi. Ardında iktidarın ve sistemi dizayn edenlerin gücü olmasa bunu başarabilir miydi? Devletin en üst katından kendisine tahsis edilen zırhlı araç bile bu işbirliğinin sembolü değil mi?

Haksızlık etmeyelim, bu davaların mağdurları toplumun çok büyük bir çoğunluğu tarafından sahiplenildi. Türkiye siyasî tarihinde örneği az görülür bu desteğe rağmen, uzun tutukluluk ve yargılama süreçlerinde yüzlerce kişi mağdur edildi. Diğer yanıyla da orduda, bürokraside, yargıda ve hatta medyada büyük bir tasfiye operasyonu gerçekleştirildi. Adeta sistem yeniden organize edildi.

2010 Referandumu tam da böylesi bir sürecin ortasında topluma dayatıldı.

"Yetmez ama evet!" tavrını tüm bu süreçlerden bağımsız, kişisel bir tercih olarak düşünmek mümkün değil, zira o referandumun yarattığı yeni sürecin baskıcı ortamında, özellikle de "Gezi" süreci sonrasında yeni siyasal davalar yaratıldı. Bir türlü sonuçlanmayan bu davalarda onlarca insan cezaevlerinde tutuldu, tutuluyor. Bunun ne kadar süreceğini de kimse bilmiyor. Süreç tamamen siyasi bir düzlemde sürdüğü için, ne içeridekiler, ne de dışarıdakiler sonucun ne olacağını kestiremiyorlar. Sonuçta da çok ağır maduriyetler yaşanıyor.

Seçimler sonrasının umut kırıklıklarını da göz önüne aldığımızda, hukukî süreçlerden umudunu çoktan kesmiş bu insanlar için umut nasıl olacak?

Bugüne kadar izlenen politikalar göz önüne alındığında, iktidardan bu konuda bir çözüm beklemek pek mümkün görünmüyor. Onlar bu işi siyasal bir kin ve hesaplaşma aracına çevirmiş durumda. "Hukuk bağımsız," falan desek de, pek öyle olmuyor. Siyasi süreçlerden kaynaklı siyasî davalar, yine bir gün siyaset eliyle çözülüyor. Maalesef gerçek bu!...

Geriye sivil toplum kuruluşları ve toplumsal muhalefetin zorlaması kalıyor ki, seçim süreçlerinin gelgitleri içinde alabildiğine hırpalanmış olan bu kesimler de, şu an için direncini büyük oranda kaybetmiş durumda. Heyecanlı bir toplumuz, doğru. Umut da umutsuzluk da bütün bir toplumu sarmakta gecikmiyor.

Şu var ki, iyilikte de, kötülükte de sınır tanımıyoruz. Artık bitti, her şey bitti, insanlıktan umudu kestim, dediğiniz bir anda öyle bir şey oluyor ki, bakıyorsun hiçbir şey bitmemiş. Mesela, uzun yıllar hapis yatacak birinin yerine geçerek, onun firar etmesini sağlamak başka ülkelerde de çok rastlanan bir yöntem midir? Geçtiğimiz on yıllarda böylesi olaylara defalarca tanık olduk. Hem de cunta koşullarının ağır bedellerine rağmen. Acaba, yine dünyanın başka ülkelerinde de çok rastlanan bir olay mıdır bir gazeteciyi, bir aydını, bir aktivisti hapisten kurtarabilmek için onun milletvekili yapılması? En önemlisi de bir partilinin bu hakkından vazgeçebilmesi... (Her ne kadar Teğmen M. Ali Çelebi gibi, bunu hak etmeyecekler için de kullanılmış olsa da...) Son seçimlerde bunun çok güzel bir örneğini daha gördük. Kim bilir kaçıncı kez aday listesine konulmadı diye parti değiştirenlere, türlü ahlaksız ilişkiler içine girenlere inat; bir güzel insan, Barış Atay yerini tutuklu Can Atalay'a bırakarak, topluma iyi bir insanlık dersi verdi. Bunu basit, sıradan bir olay olarak görebilir miyiz? Hiç de öyle değil. İnsanlık adına bu tür tutumları çok önemli sayıyorum. Barış Atay'ı bu özverisi için bir kere daha kutlamış olalım.

TİP'ten milletvekili seçilmiş olmasına rağmen  henüz tutukluluğu sona ermemiş olan Can Atalay için bile, yeterince tepki gösteremeyen muhahalefetin, diğer siyasi tutuklular için umut olması pek olası görünmüyor. Hele de kendini solda tanımlayan; hukuk, özgürlük, demokrasi söylemiyle kendini ifade eden partiler ve sivil toplum kuruluşları. Hukuksuz tutukluluklar, tüm bu partiler ve STK'lar için, temel politik bir söylem ve mücadele aracı olarak gündemdeki yerini koruyor.

Daha seçimlerin tozu dumanı ortadan kalkmadan CHP ile hesaplaşmaya çalışanlar ve yeni genel başkan arayışına girenler; enerjilerini, temel toplumsal sorunlar üzerinden politika üretmeye harcasalar daha isabetli olmaz mı? Hak, hukuk, adalet, özgürlük kavramaları üzerinden yürütülecek bir politik açılım ve söylem, toplumun ekonomik, sosyal sorunlarını da kucaklayacak ve halkta da karşılık bulacaktır. Adalet arayışı aş, iş mücadelesinden bağımsız değildir.

Bir başka yazıda, "Çoğu hukuksuz ya da hukuk kurallar zorlanarak cezaevlerinde  tutulanlar... Dostlarının desteğiyle gönüllerinde yeni yeni umut filizleri yeşerecektir; umuyorum. Bu desteği onlardan esirgemeyelim..." demiştim.

Evet, onları kendi yalnızlığına mahkum etmeyelim! Her bir ses, her bir nefes onlara umut olacaktır.

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.