Ne çok zaman geçmiş görüşmeyeli; bak yine bahar geldi, leylekler inmiş Gölyazı'ya. Çoğu uzak diyarlardan gelmiş birçok kuş. Topla gel Doğa-Der'li dostlarını. Fotoğraflar çekilsin harika göl ve doğa manzarasında.
Gördün mü, uzaktan bir motor geliyor, bari ürkütmese kuşları. Apo, yine çok saygılı, hafif bir tebessüm yüzünde; nerdeyse çocukluğunu biliyorum tutsak günlerimizden. Çoğunun adını bilmiyorum, Murat kalmış aklımda; kadınlar, erkekler...
Çoğu genç. Genç olmayanlar da onlardan geri kalır değil, km.lerce dağ yürüyüşlerini dağ tepe, yaz kış demeden aşıyorlar. Göle karşı azıklarımızı paylaşıyoruz demli çaylar eşliğinde.
Hep hayıflanırım, o güzel doğa yürüyüşlerinize eşlik edememiş olmama. Hayat! Olmuyor işte.
Hereke'de tren istasyonunun yanında, birkaç ay sonra gelecek olan darbenin ayak seslerini duyarak voltaladığımız o yaz gününün üzerinden kırk küsur yıl geçmiş.
O günden tam altı yıl sonra, daha cezaevinden yeni çıkmışken; yine aynı yerde buluşmamız nasıl bir coşkuydu, o kadar çok özlemişken. Orda dursaydı zaman! Tabii ki öyle olmuyor, o zaman da hayata dair birçok sorunumuz vardı. O halimizi Remarque'nin "Dönüş Yolu" romanında anlatılan gençlerin hikâyelerine benzetmişimdir biraz. Savaş bitmiş, köylerine kentlerine dönmüşler; takdir görmek, anlaşılmak istiyorlar. Ama öyle olmuyor maalesef. "Biz bittik, fakat dünya hiç savaş olmamış gibi sürüp gidiyor." Kısa süre sonra bileklerini keserek intihar edecek olan Ludwig söylüyor bunları.
Atlayıp trene Haydarpaşa'ya gitmiştik. Sonra da Kadıköy çarşıda, Moda'da çay bahçelerinde dolaştık gün boyu. Altı yıl sonra İstanbul'a ilk gelişim, karşıya (Avrupa yakası) geçmeye bile cesaretim yok belki de. Karmakarışık duygular yaşadığımız güzel bir gündü. Mutluluğun doruklarından; hüznün, karamsarlığına uzanan... O zaman da hayatla başımız dertteydi, nasıl baş edilecek onu bir türlü bilemiyoruz. Bizim bildiğimiz hayat bu değildi. Bir trenin son vagonuna atlayıp uzun bir yolculuğa çıksak, biz sıkılana kadar sürse bu yolculuk... Halimiz böyle bir şeydi o günlerde de.
Bundan söz etmem her seferinde seni biraz mahçup etse de, yine söyleyeceğim, kusuruma bakma. Hani, ayrılırken avucuma sıkıştırdığın parayı diyorum. Bunu ne zaman birilerine anlatmak ya da yazmak istesem, göz yaşlarımı tutamam. Bir de Güllübahçe'ye gönderdiğin pijama takımı vardı, hatırladın mı? İstanbul'a sevkimiz söz konusu olduğunda istemiştim senden. Metris'te, Sağmalcılar'da tek tip elbise direnişi olduğundan, oraya başka dış giysi götürmem mümkün değildi. Şimdi düşününce ne kadar garip değil mi? Hep söylüyorum, insanın insana yapabileceği kötülüğün sınırı yok. Yoksa kimin aklına gelir bunca insanı aylarca, yıllarca pijamaya mahkum etmek; atlet, şortla mahkemeye götürmek...
Hani, bir mektubunda sinema günlerinde, bir sinemada önünde oturan bir adamı anlatmıştın; Güney Afrikalı mı, Kenyalı mı ya da Afrika'nın hangi ülkesinden bilemediğin... "Onun Türkçe, benim de İngilizce bilmeyişime ne çok hayıflandım," demiştin, "o film üzerine konuşabilmek için." Film, belki de ırk ayrımcılığı ile ilgiliydi. Görüyorsun bir filmden, kuşlardan, doğadan; yani kısaca hayattan, ayrıntılardan konuşabilmek için ne çok özlüyorum seni...
Konca'da üç katlı ranzanın orta katındaki "konforlu" yataklarımıza oturmuş, Pire Mehmet'in, Kâmil amcaya neden af çıkmayacağına ilişkin "politik" söylemini dinliyoruz sabırla! Ya da Güllübahçe'de Necati'nin güzel Gemlik hikayelerini. Zaman zaman tekrara düşse de, çok güzel anlatırdı, dinleyicisi de eksik olmazdı. (Aa unutmadan, Necati şimdi de bir medya portalında, "hikayeler" demesem de, kültürel, politik konuşmalar yapıyor.) Çoğu Gemlik'ten gencecik çocuklar. Neden hapishanede olduklarının ayrımında bile değiller belki de.
Yıllarca doğduğun topraklarda görüşmeyi hayal ettik. Uçak biletlerimizi bile almışken, bir hafta daha neden beklemedin be Esat! "Kırılma be Halil'im," derdin, "öyle olması gerekiyordu." Boynunu bükerdin sonra da. Ben de anlardım seni çoklukla, ama bu kez ben bile anlayamadım be dostum!
Ölüm haberini Deniz verdi, o an dünya başıma yıkıldı sandım. Gerisini tahmin edersin...
Gerze'yi sensiz görmek varmış, buna "görme" denirse. Mezarının başında dostlara birkaç kelam etmek de yine bana düştü. En zoru da buydu, biliyor musun? Yakın zamanda tekrar oralara gelmeye gücüm olmayacağını biliyordum, ama bir gün gelip, mezarını ziyaret etmek istedim hep. Hatta uzunca bir konuşma metni bile yazdım, çok sevdiğin baba evinde, birkaç dosta seni benim gözümden anlatmak için. Hala bu buluşma olamadı, bundan sonra olur mu, olsa da beni dinleyecek birkaç dost olur mu? Bilmiyorum hiçbirini; sen biliyorsun ya, gerisini boşver.
Birazdan sahile ineceğim; yine Ahmet Kaya çalıyor Gerze'nin çay bahçelerinde. Gençler yine bu günleri, yazlıkçıların gelmesini beklemişler kış boyu. Çay bahçelerinden yayılan müzik sesleri arasında, en köşedeki masada derin bir sohbet ne güzel olurdu. O karnaval havasındaki kalabalıklar içinde yapayalnız.
Düşünüyorum da seninle her buluşmamızda sanki bu kez artık hayatın anlamını çözerek evlerimize dönecekmişiz hissine kapılırdım. Senin Bursa'da, benim de İstanbul'da olduğum yıllarda konuşmak için daha çok zamanımız olsun diye, Kabataş İskelesi'nden çok uzaklaşmadan, yakındaki bir kafeteryaya ya da boş bulduğumuz bir banka oturuverirdik. Zaman ne de çabuk geçerdi, bir kere daha son vapura binip, Yalova yolunu tutardın. Böylesi gelişlerinden birinde Yenikapı'da inip, Cağaloğlu'na gelmiştin hani; Refah da bendeydi, getirdiğin kır pidelerini çayla yemiştik. Biliyor musun, Refah, o günlerde yazdığı günlüğünde bundan söz etmiş? Senden ve getirdiğin pidelerden, bizden.
Hayat ne garip? O günlerden tam sekiz yıl sonra, yani Refah'ın ölümünden dört yıl sonra bu satırları sen de okumuştun. Senin için çok ilginç bir anı olmalı. O notlarda da gördüğün gibi, Refah'ın benimle yaşadığı çok başka anılar da vardı. Benim için daha trajik başka bir şey oldu; mezarlık dönüşü Efe, senin bana yazmış olduğun bir mektup verdi. Senden sonra evde bulmuş. Refah'ın günlüklerini okuduktan sonra yazmış olduğun ve beni bir dost olarak ne kadar takdir ettiğini belirten duygusal satırlar. Maalesef o satırlar da senin yokluğunda bana ulaşmış oldu. Bunu da ilginç, bir olay olarak not etmiş olayım.
Beş altı yıllık mektuplaşma serüvenimizi düşünüyorum da bu en zoru galiba. Hani bir mektubunda "Arada bir ürettiğin harika mektuplarından birini aldım yine. Müthiş bir keyifle okudum. Tabii ki tüm mektuplarını çok severek okuyorum, ama bazıları benim için çok daha özel oluyor. Ya daha özel bir edebî nitelik taşıdıklarından ya da benim çok ihtiyacım olan bir anda elime ulaşıverdiğinden," demiştin. Keşke hep yazışsaydık be Esat! Aslında senin özel bulduğun o mektuplar; o gün içinde bulunduğum şartlar düşünüldüğünde, benim için de hayata tutunma aracıydı bir anlamda, biliyorsun.
Senden sonra Hereke'ye hiç gitmedim, biliyor musun? Ama ne zaman otobanda "Hereke" tabelasını görsem seni hatırlarım, anılar geçer gözümün önünden, boğazım düğümlenir. Bir keresinde araçla yalnız geçmiştim oralardan; İzmit'e varana dek göz yaşlarımı tutamadım.
Sümerbank ve tren istasyonu oranın sembolü gibiydi. Hele o Ruslar'dan kalma tek katlı taş binalar... Şimdilerde o tip yerlere residans arsası gözüyle bakıyorlar. Gerçi sen de şahit oldun bunlara ya... Sahildeki Sümerbank misafirhanesi ve sosyal tesislerine ne demeli? Sayende oralarda denize nazır çay, kahve ve yemek keyfi yaşama şansım da olmuştu. Diliskelesi'ndeki salaş balık lokantası hala orada durur mu dersin? Hiç sanmam, öyle yerler kaldı mı ki artık?
Uludağ'ın eteğinde, Misi köyündeki şarap mahzenine ne demeli? Adam, su doldurur gibi dev tankın musluğundan tasla şarap ikram etmişti. Sonra da üç litrelik bidonumuzu doldurmuştuk. Bunları özellikle yazıyorum, oraları unutmayalım diye.
Bir akşam üzeri yine Bursa'dayım, hafif yağmur çiseliyor. Kargalar, Kültürpark üzerinde süzülerek, çok güzel bir manzara oluşturuyorlar. Bunu da özellikle yazdım. Yıllar önce böyle bir görsel şöleni birlikte izlemiştik; kuşların bu davranışlarını anlamaya, yorumlamaya çalışarak. Her şeye de akıl ermiyor be Esat! Şimdilerde kedileri anlamaya çalışıyorum. Nafile çaba, biliyorum, ama boşver!
"Bunca acıya, bunca rezilliğe değer mi var olmak? Yaşam bizden bunca uzaklaşmışken, bunca yanlış bildiğimiz şey bugün en geçerli doğrular olmuşken ve biz bunca çaresizken... Bazen hiç ummadık bir anda, belki en umutsuzken birdenbire şöyle bir çevreme bakıverdiğimde, bütün yalnızlığıma rağmen kendimi alabildiğine haklı, kökü çok derinlerde, geleceği pırıl pırıl, mübarek bir türün bir ferdi olarak görüveririm. O zaman müthiş rahatlar, kuş gibi hafiflerim. Bu duyguyu arada sırada da olsa bütün canlılığıyla duyarım. İşte o zaman hayat, bütün rezilliğine rağmen yaşanası gelir."
Sevgili Esat, sanırım uzun yıllara yayılan yazışmalarımızın, konuşmalarımızın özeti buydu. Bunun üzerine daha uzun bir şeyler yazmayı kendi adıma ukalalık sayarım.
Yokluğunda geçen sekiz yılın ardından, yine bir mayıs ikindisinde, bir selam göndermek istedim sana. Bir kere daha hasretle, özlemle kucaklıyorum. Bunca kalabalıkta yapayalnız bırakmış olmanın hüznünü taşıyarak ve bunca yanlışın içinde dosdoğru kalabilmiş olduğunun onuruyla...