SON DAKİKA
Hava Durumu

"Hayat Kıvılcımı"

Yazının Giriş Tarihi: 03.06.2023 00:01
Yazının Güncellenme Tarihi: 03.06.2023 00:01

Bunca olup bitenden sonra nereden başlamalı? Belki de doğru soru, "Nasıl başlamalı?" olmalıydı, bilemiyorum. Seçim süreçlerinin tozundan dumanından söz ediyorum.

1965 Genel Seçimleri öncesinde Antalya'nın Serik ilçesinin bir köyünde pamuk işçiliğindeydik ailecek. Henüz 8-10 yaşlarında olmama rağmen, benden daha küçük kardeşlerimle birlikte, gün boyu yakıcı Akdeniz güneşi altında pamuk topluyoruz. Kurumuş kozalakların sivri uçlarının, incecik parmaklarımıza batmasının farkında bile olmadan.

Seçimlere belki de bir iki gün kalmış; aynı yaşlardaki amcaoğlu ile Antalya-Alanya yolunun kenarında bir tümseğin üzerine oturmuş, yoldan geçen araçları izliyoruz. O gün neden çalışmıyor olduğumuzu bugün bile tam çözemiyorum. Belki seçime bir gün kaldı ve anne-babalarımız oy kullanmak için köyümüze gittiler ya da gece yağmur yağdığı için; bilemiyorum.

Evet, yoldan geçen araçları izliyoruz. Başka hiçbir şey olmasa da yoldan geçen araçları seyretmek; değişik araçlar, farklı insanlar görmek bile, bizim için keyfine doyulmaz bir oyun. Ama o gün daha özel bir şey var: Partilerin bayrakları dalgalanıyor birçok arabada. Bizim de asıl ilgi alanımız o bayraklar. Çoğunlukla da beyaz bir at görseli olan Adalet Partisi bayrakları. Büyük bir heyecanla, coşkuyla onları sayıyoruz bıkmadan. Kimi arabanın üzerini kaplayan kocaman bayraklar, kimi de aynanın yanına dikilmiş küçücük. Rüzgardan ya da araçların hızıyla öyle güzel savruluyorlar ki...

Akşam çadırlarımıza, barakalarımıza gittiğimizde heyecanla anlatıyoruz bizim partinin ne kadar çok arabası geçtiğini. Ne bizim, ne de oradaki komşularımızın seçimin bize ne getireceğine ilişkin en küçük bir beklentisi olduğunu sanmıyorum. Gün boyu pamuk tarlasında bir salkım üzümü ekmeğimize katık ettiğimiz ya da akşamında da bir tas tarhana çorbasıyla karnımızı doyuruyor olduğumuz gerçeği başka bir konu olarak duruyor.

O günlerden bugünlere yarım yüzyıldan çok zaman geçmiş. Son seçimlerdeki seçmen davranışlarında bir kere daha gördük ki; geçen bunca zaman, iletişim çağı, teknolojik gelişme vs. hepsi bir yana, bugün koca koca birçok insanın parti taraftarlığı, o sekiz-on yaşlarındaki çocuklardan pek de farklı değil maalesef. Bunun nedenlerini sorgulamak başka tartışmaların konusu olabilir belki.

Konuyu, son seçimlerde beklentisini karşılayamayan ve onun karamsarlığını yaşayan gençlere, kadınlara, dostlarımıza getirmek istiyorum; ama nereden başlasam bilemediğimden etrafında dolanıyorum, anlamışsınızdır. Öncelikle, tüm iyi niyetiyle ve yaşına inat bir gayretle olabilecek en geniş muhalefeti örgütlemeye çalışan Kılıçdaroğlu'na; her zaman bu tür çalışmaların öncüsü, emekçisi olan gençlere ve kadınlara içten bir selam gönderiyorum. Emeklerine saygıyla...

Muhalefetin neden kazanamadığı daha çok tartışılacak, onu konunun uzmanlarına bırakalım. Sadece şu kadarını söylemiş olayım: Belki de daha en başta türlü hukuksuzluklarla ve eşit olmayan koşullarda girilen bu seçim yarışı kabul edilmemeliydi. Üçüncü kez aday olunamayacağı, seçim kurullarına keyfî atamalar; İçişleri, Ulaştırma ve Adalet bakanlarının istifa etmeden seçime girmeleri, TRT'den tüm partilerin yasalarda belirtildiği oranda tanıtım olanağına sahip olmaması, devlet olanaklarının ve kamu araçlarının keyfî kullanımı gibi konular güvence altına alınmadan girilecek hiçbir seçimin meşru olmayacağını kabul etmemiz gerekiyor. Bu gerçekleri yok sayarak girilecek hiçbir seçim hukukî olmayacaktır. Belki de bundan sonra konuyu tartışmaya buradan başlamalıyız. Bu ve daha fazlası önümüzdeki günlerde, aylarda çokça tartışılacaktır, tartışılmalı da. Bu konuları geçiyorum; gençlerin, kadınların ve toplumun bir kesiminin umutsuzluğu, gönül kırıklığı daha öncelikli bir konu olarak önümüzde duruyor. Bir de hiç konuşulmayan siyasî tutuklular... Çoğu hukuksuz ya da hukuk kuralları zorlanarak içeride tutulanlar... Böylesi anlar, onlar için çok daha umut kırıcı olacaktır. Dostlarının desteğiyle gönüllerinde yeni yeni umut filizleri yeşerecektir; umuyorum. Bu desteği onlardan esirgemeyelim.

İki seçim arasının gergin günlerinde sanki kendimi sınarcasına insanlığın en büyük utanç hallerinden bir dönemin konu edildiği E. M. Remarque'nin "Hayat Kıvılcımı" adlı romanını okudum. Kitabın konusunu az çok biliyordum. Kötülüklerin, ağır yaşam koşullarının arasında bir umudun yeşermesi bağlamında kendimi sürece motive etmeyi hayal etmiştim. Ama daha ilk sayfalarda olayın o kadar basit olmadığını, biraz da utanarak fark ediyorum.

Bir Nazi toplama kampının dikenli telleri ardında yaşanan insanlık dışı olaylar ve bu zorlu koşullarda yaşama gücünü yitirmeyen insanların hikâyeleri anlatılıyor. En sağlıklı olanların, her şart altında yaşama iradesini, inadını yitirmeyenlerin yaşayabildiği bir dünyanın hikâyeleri... Kimileri için on iki yıla uzanan ve her günü korkunç işkencelerle geçen bir hayat. Yerde ayaklarınıza takılan şey, birkaç saat önce ölen birinin cesedi veya açlıktan ölüm sınırına varmış birinin bitkin bedeni de olabilir. Cesetler, ceset yığınları... Ölenlerin yakıldığı fırınlardan gelen kokular adeta burnunuza doluyor. Bir lokma ekmek için birbirini ezen ve birer iskelete dönmüş insanların arasında dolaşıyorsunuz. Sayfalar ilerledikçe hislerinizi yitiriyorsunuz belki de. Hiçbir hayat belirtisinin, yaşam tutkusunun olamayacağını düşündüğümüz bu koşullarda buruk heyecanlar da yaşanıyor. Neredeyse her gece ölümü göze alarak bir dilim ekmeğinin yarısını dikenli tellerin diğer tarafındaki bir kadına, Ruth'a atan Bucher'ın aşkına şapka çıkarıyorsunuz. Gencecik bir kız olarak toplama kampına düşen Ruth'un beyazlayan saçlarına, dökülen dişlerine, derin bir çukurun dibinden ışıldayan gözlerine inat, sevdiği adama çaresizce, sevgiyle bakışına tanık oluyorsunuz.

Remarque, kuşkusuz kurgusal bir roman yazıyor. Ancak romanda anlatılanlara hiç de yabancı olmadığını çok iyi biliyoruz. Romanın  ilk baskısını 1943'te "Halk Mahkemesi" tarafından ölüme mahkum edilen ve giyotinle infaz edilen kız kardeşi Elfriede'nin anısına ithaf ediyor.

Bir doktor (cerrah) olan Berger, "Eğer buradan çıktıktan sonra bütün ömrüm boyunca çorap yamayacağımı bilsem, yine de..."

Sözün bittiği yer adeta.

Oradan kurtulmanın yaşamak demek olduğundan gayrı bir bildiği olmayan bu insanlar için, bir gün müttefik uçaklarının gökyüzünde kanat çırptıklarını görmenin nasıl bir mutluluk, nasıl bir hayat kıvılcımı  olduğunu anlatmaya sözcükler yetmez gibi geliyor. Çoğunun artık sağlıklı bir hayata dönecek gücünün de olmamasına rağmen. Biraz daha iyi olanların bile bir gün oradan yürüyüp gitmeleri için bir süre daha orada beklemesi gerekse bile. Hatta kimi için artık gidecek bir yerin de olmaması gerçeği de ortadayken.

Yıllar önce beş yıl aradan sonra bir askerî aracın bir kurşun deliği genişliğindeki hava delikleri dışında hava ve ışık almayan kasasında Gölcük'ten, Sağmalcılar'a sevk oluyorduk. Eller arkadan kelepçeli ve birbirimize zincirlenmiş olarak. Ringin içi çok sıcak, sırılsıklam terlemişiz. İki-üç saattir yollardayız. O ışık sızan deliklerden birine gözümü dayadığımda Boğaz Köprüsü'nden geçtiğimizi fark ettim. Tarifi olanaksız bir heyecanla "İşte Boğaz!" dedim arkadaşlara. Kuşkusuz İstanbul'la ilgili çok özel anıları olmayan o arkadaşlar için pek de bir şey ifade etmemiştir benim bu heyecanım. Belki ben onun farkında bile değildim o an.

Boğaz, İstanbul demekti, Karaköy-Kadıköy vapuru, vapurda çay-simit, martılar...
Öğrenci evlerinin ucuz yemeği, istavrit demekti.
Rumeli Hisarı'nda Alibaba'nın yeri; en öndeki masalardan birinde mutlaka bizim okuldan arkadaşlar... Belki Turgaylar'dan biri, İbo ya da... Kızlardan bir grup...
Emirgan'da çınar altında dondurma; Abbas anılmıştır belki de...

Sarıyer, varsın uzak olsun, acelemiz ne ki? Oraya kadar gitmişken börekçiyi unutmak olmaz. O da olmazsa geriye doğru birkaç durak yürümek neden olmasın? İyotu bol deniz kokusuyla...
Boğaz vapurunun dört saati geçen turunda Anadolukavağı'nda bir piknik molası... Yamaçlara doğru tırmanıvermişiz, azıklarımız elimizde. Boğaz ayaklarımızın altında, gerisi ne ki?

Yine dönelim bileklerimiz kelepçeli, ayaklarımız zincirli gerçeğimize. Ne zaman ki umut-umutsuzluk arasında bir hayat kıvılcımı arasam, 1955 yılında  devrimci ozan Ruhi Su ve arkadaşlarının İstanbul'dan Adana'ya uzanan zorlu yolculukları gelir aklıma. Aralarında Vedat Türkali, Enver Gökçe, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Halil Yalçınkaya gibi; sonraki yılların ünlü yazar, şair, sanatçı ve politikacılarının da olduğu, toplamda 48 saat süren 25 kişilik bir mahkûm sevkiyatıdır bu.

İkinci günün sabahında, güneşin ilk ışıkları Hasan Dağı'na vurmuşken, Şereflikoçhisar civarında bir benzin istasyonunda mola verilir. Açlık, yorgunluk, tuvalet ihtiyacı ve bilekleri sıkan kelepçenin dayanılmazlığı...

Tekrar yola çıkılıp, Gülek Boğazı'ndan geçilirken, büyük ozan Ruhi Su'nun tok sesinden o güzel türkünün dizeleri dökülür:
"Hasan Dağı Hasan Dağı
  Eğil eğil de bir bak
  Sıkıyor zincir bileği
.... "

Hadi, kendinize bir iyilik yapın; bu güzel türküyü Ruhi Su'nun güzel sesinden bir kez daha dinleyin!

Hayat dinamik; umut-umutsuzluk arasında bir bakmışsınız, bir kadın sanatçımız Cannes'te "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü" almış ve sesi titreyerek, bu ödülü hakları için mücadele eden ülkemiz kadınlarına armağan ediyor. Belki de hayatın kıvılcımı Merve Dizdar'ın titreyen sesinde gizlidir.

Sevgiyle...

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.