Hani biz diğerinin hikâyesini yazacaktık; yani bizden önce gidenin, diyorum. Bu iş bana mı kaldı şimdi?
Bir duvar dibinde vurulup ölmedik ya... Ya da bir pankartın ipinin son düğümünü atarken bir elektrik direğine. "Kahrolsun!..."la başlayan duvar yazısının aşağıya doğru süzülen kırmızı boyaları da çok gerilerde kaldı. Ali Yıldırım ne güzel yapardı onu. Şishane'deki okulun duvarına, inci dizer gibi. Sabah otobüsten o yazıları görünce, anlardık o gece Galatasaray İşletmeliler'in yazıya çıktığını. Henüz yollarımız da ayrılmamışken. Hiç bitmeyen çocukluk hastalığımız, ayrılıklar... Ali Yıldırım dedim de; onu da pandemide kaybettik, Almanya'da.
"Pandemi de ne?" diyeceksin. Ooo, ona kadar gidersek bitmez bu hikâye. Gerçi "İspanyol Gribi"ni bilirdin mutlaka. Hatta belki o konuda uzunca bir nutuk da çekerdin şimdi bana, söylemek bile fazla.
Şimdi sen ne diyorsun? Biraz daha argo mu söylemeli; yani ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? (Yok canım, birbirimize karşı bu kadar kaba ve ölçüsüz olmadık hiç.) Öyle kolay mı sanıyorsun ötekinin hikayesini yazmak?
Sen yazabilir miydin kendini?
Çocukluğundan mı başlayalım? Ne çok anlattın bize şu Ağın'ı. Sanki bütün ömrün orada geçmiş gibi. Kim bilir, belki de birkaç yıl yaşadın oralarda. Bir de hazırladığın o "Ağın Sözlüğü" de bende kaldı, onca yıldır durur bir yerlerde. Aile tarafından da kimse arayıp sormadı ki, bir yerlere ulaştırsam. Kalanlara haksızlık etmek istemem, ama giden de gittiğiyle kalıyor bir anlamda. Sözlük demişken, o "Şaman Sözlüğü"nü de yarım bırakmışsın, Ü'de kalmış. Kızına ad olan "Ülgen"den sonrası anlamını yitirdi belki de, kim bilir? Ne zor işlere takılmışsın be arkadaş!
Bu dünyada kendisi için kalıcı hiçbir dünya nimetinde gözü olmayan, tanımaktan büyük onur duyduğum, sevgili dostum Kazım arayıp, "Halil Abi, Refah'ın kapısındayız." dediğinde, bu acı bana yeter, daha beteri olamaz, diye düşünmüştüm.
Çok değil, dört yıl sonra 2015 baharında, yol arkadaşım, nahif dostum sevgili Esat'ın derin acısıyla sarsıldım. Tanrı insana kaldıramayacağı acılar vermezmiş, derler; demek ki, daha beteri de var ki, bana da bu kadarı düştü. Zaman acıları örtmese de biraz küllüyor olmalı ki, bunca zaman sonra seninle ilgili anılarımla yüzleşme cesareti bulabildim.
35 yıllık tanışıklığımızın yaklaşık 25 yılında günlük, haftalık diyebileceğimiz aralıklarla görüşme şansımız oldu. Açık söylemek gerekirse, onun her haliyle yüzleştim. Yine de, onu tanıyanlar bu yargıma hak vereceklerdir, kendisinin bile tam olarak tanıyamayacağı kadar karmaşık, kapalı biriydi, dersem abartı olmaz. Ölümünden sonraki yıllarda, onun ölümünün beni neden bu kadar çok sarstığını zaman zaman kendime sormuşumdur. Buna net bir cevabım yok, ama şunu söyleyebilirim: Bir kere uzun bir dostluk, yoldaşlık hikâyesi var geride. Hele de son 15 yılında, etrafındaki kimi dostlarını da, onun deyişiyle "silmiş" olduğundan, çok kimse de kalmamışken yanında, günlük hayatı büyük oranda birlikte paylaştık. Her koşulda ulaşabileceği, kaprissiz bir dost olmaya çalıştım. Bunu ne oranda başarabildim, bilemiyorum. Onca yılın emeğine, çabasına karşın; yaşadığı "son" göz önüne alındığında, bunda pek de başarılı olamadığımı söylemem yanlış olmaz. Ama şu var ki, birçok arkadaş onu dimdik, kaskatı haliyle hatırlayacaklardır. Hatta biraz da "aydın duruşu" ve soğukluğu ile. Oysa ben onun zaaflarına, çaresizliklerine de tanık oldum.
Bir gün ikimizden biri diğerinin hikayesini yazmak zorunda kalabilirdi, bu "iş" bana mı düştü şimdi? Böylesi bir "iş"in ikimiz için de çok zor olacağı ortada. Bir yanıyla uzun yıllara uzanan bir yaşanmışlık ve dostluk, yoldaşlık hikâyesi var. Diğer yanı daha da karmaşık; o kavramlarla konuşan, kuramsal düşünen biri, küçük burjuva bir ailede ve "aydın bir çevrede" demesek bile, en azından İstanbul'da yoğun bir kültür-sanat ortamı içinde büyümüş. Bense Toroslar'da, birkaç kuşak ötesi göçebeliğe uzanan bir aileden geliyorum. Sözlü hikayelerle, atasözleriyle konuşan bir dağ köylüsüyüm. Şunun şurasında, daha elli yıl olmuş şehre ineli. F. Braudel, dağdan şehre inmenin, yani şehirli olmanın sürecinin ikiyüz yıl olduğunu söylüyor. Bu hesaba göre benim daha yüz elli yılım var "şehirli" olmaya. Bu yanıyla bakıldığında onun işi de hiç kolay olmazdı.
E. Hobsbawm'ın hayat hikâyesinden bir bölüm aktardığı "Tuhaf Zamanlar" adlı kitabını okurken, kendisiyle ilgili olarak yazdığı kısa bir not bana tereddütsüz Refah'ı hatırlattı: "... ve aydın yanımla insanların dünyasına karşı beslediğim ilgisizlik, bana Nancy'de (Eşi, H.Y.) olmayan bir zırh sağlıyordu." Evet, gerçekten onun da tam öyle bir "zırhı" vardı.
2007'de bir gün Öner'le evine gitmek zorunda kaldığımızda, orada gördüğüm bir notu hayatım boyunca unutamam. Post-it kağıdına yazılıp, duvara yapıştırılmış bir not: ".../.../.. Cumartesi, Halil'de istavrit." O güne kadar bizim yaşamımızda onsuz balık yok gibiydi, ölümüne kadarki yıllarda da öyle oldu. Ancak, sonrasında bir gün ilk kez istavrit alıp eve gittiğimde, kendimi çok kötü hissettim. Sofraya oturduğumuzda Sevda ile göz göze geldik, ikimizin de gözleri doldu.
Bir annenin genç yaştaki ölümümün, bir baba, bir eş için çok büyük bir kayıp olduğu inkâr edilemez; ama baba, bir gün bir başka kadınla o boşluğu doldururken, bir çocuğun yüreğindeki hasarın çok daha büyük ve kalıcı olduğuna kuşku yok. O gün orada dökülmeyen o bir damla göz yaşı, yürekte hiç bitmeyen bir acının yangınına dönüşür. Gün gelir bir başka genç kadının, bir eşin trajik sonuyla bir kere daha harlanır o ateş ve yine yanaklara düşmeyen göz yaşları, bir kere daha yürekteki yangının ateşleyicisi olur. Bize yansıyan "büyük bir irade"nin kaskatı duruşuydu, hepsi o. O anneden, o eşten (Özcan'dan) geriye kalan da kundaktaki bir kız çocuğu ve hiç hesapta olmayan başka sorunlardı.
Annesinin kaybıyla başlayan ilk büyük kırılmanın ardından hayata karşı çok daha donanımlı olarak mücadele etmenin gereğine inanmış olmalı ki, Vefa Lisesi'nde almış olduğu iyi eğitimin de katkısıyla okumaya, araştırmaya verir kendini. Hayata karşı güçlü olmanın yolunun bilgiden geçtiğine öylesine inanmıştır ki, ancak onunla intikamını alacaktır hayattan.
Gün gelip üniversite kapısına vardığında da tereddütsüz haklı gördüğü, doğru bildiği arkadaşlarının yanındadır. 1975-'76; zaten saflar yeterince netleşmiştir ya da biz öyle sanıyorduk. Oysa, daha nice yol ayrımları yaşandı ileride. Yine de ilk büyük ayrım gerçekleşmişti, diyelim. Elinden hiç düşürmediği kitabı ve altını çizeceği kurşun kalemiyle her yer, her ortam bir çalışma alanıydı onun için. Birazdan patlayacak kavganın gerginliğinden eser yoktur üzerinde. Kavga başladığında da zayıf, minyon bedeniyle ve olanca sakinliğiyle en önde yerini alır.
Devrimcilerin toplandığı dernekler bir örgütlenme, dayanışma alanları olduğu kadar, bir sosyalleşme ortamıdır da aynı zamanda. Yeni terleyen ve dudağın üzerinden sarkan bıyıklar, uzun favoriler o günlerin devrimci sembolleri gibidir. Teorinin gücüne çok inanılsa da, fazla kapılmak da "pratikten uzaklaşmak" gibi algılanır. Öyle olunca da dernekler, yoğun sigara dumanı altında çay ve muhabbet yeridir biraz da. Çoğunluğun aksine, Sıraselviler''deki Genç Siyasallılar Derneği (GSD)'de, salonun ortasındaki küçücük odada, saatlerce kitap okurken görmüşüzdür onu çoğu zaman.
1979 yılında Kıvanç Hoca (Ertop), asistan almak istediğinde de aklına öncelikle ilk o gelmişti, ilk ona teklif etti. Kıvanç Hoca adına bu tavrın ne kadar isabetli olduğuna kuşku yok. Ama, o günün Türkiye gerçeğinde Refah'ın durduğu politik yer açısından artık çok geçti. Birkaç ayın bile çok uzun yaşandığı bir dönemde, onun artık çok farklı bir kulvarda hızla yol aldığını hocanın bilmesi olası değildi. Bugün geriye dönüp baktığımda, her ikisini de iyi tanıyan demek abartılı olsa da, birbirlerine birçok açıdan benzediklerini söyleyebilirim: Her konuda alabildiğine politik, ketum, görünür olmayı pek sevmeyen, katı... Akademinin kararlarında ve yönetiminde çok etkili olmasına rağmen, Kıvanç Hocanın önde görünmeme gayretinde olduğuna çok kez tanık olmuşumdur.
Okulumuzun güleryüzlü, canayakın güzel kızı Özcan'la sevgili olduğunu o yıllarda bilen yok gibidir. Yanlış anlaşılmasın o tür ilişkilerin "yasak" olmasından değil, zira o tür yasakları pek ciddiye alacak biri de değildi Refah. Yaşamın her alanında olduğu gibi, bu konuda da "sır" sahibiydi. 12 Eylül döneminde, tutukluluk yıllarında beş altı yıl aşkla bekledi Özcan da onu, sonra da evlendiler.
Yine okul yıllarına dönelim. Gün geldi forumlarda, toplantılarda o konuşur oldu. Güzel konuşurdu, kavramları da yerli yerine koyarak. Neredeyse doğuştan kavramsal, kuramsal konuşan, düşünen biriydi. Bazen günlük bir konuyu ya da teorik bir konuyu konuşurken bana sorardı; "Bu olaya, bu konuya ne denir?" diye. Ben de anlatmaya çalışırdım hikaye ederek. Oysa, onun demek istediği o değil; kavram, kuram soruyor.
Bir başka zaman, bir başka yerde, yeni bir politik hareketin ilk günlerinde, Dev-Genç oluşumunda Adnan Genç'le çocukça şakalaşmaları canlanıyor hafızamda. Suavi'yle daha bir kanka halleri... Bir on yıl sonra Suavi'nin Ahmet ve Şevki'ye siyaset gündemli tavır alışıyla araya giren soğukluk bir ömür sürdü. Hikayeyi birkaç kez dinlemişimdir. Suavi'nin "Ya Refah!..." diyerek sarılıp, aradaki soğukluğu giderme çabalarına ayak direyişini, soğuk duruşunu. Yıllar sonra, pek de ciddi olmayan bir konuda tartışmaları ve Adnan'a küsmesi de bir başka çocukluktu belki de.
Ölümünün birinci yılında bizim bahçedeki anma Adnan'sız olmazdı; kırk kişiyi aşkın arkadaş grubunun içinde o da vardı, onu da çağırdım. İyi ki de çağırmışım, o da erken kayıplarımızdan oldu, pandemide kaybettik. Yine o anmadakilerden Selçuk Hazinedar'ı da anmadan olmaz. Geç tanımış olmamı talihsizlik sayıyorum. O gün, oradaki buz gibi ağır ortamı dağıtan birkaç arkadaştan biridir. Aybastı'nın, Karedeniz dağlarının, köylerinin, kasabalarının en ağır yaşam deneyiminden süzülmüş insan sıcaklığı ile kucaklayıverdi hepimizi. Minnet borçluyum. Yıllar sonra bir gün aradığında, acaba yanlışlıkla mı aradı, diye düşünmüş olmaktan utanırım hep. Çok değil, üç beş ay sonra pandemide ölüm haberini aldığımda, o telefon görüşmesi geldi aklıma, hüzünlendim. O anmanın bir diğer "akili" de Şevki'ydi, bir kere daha sevgiyle anmış olalım. Bir başka yazının konusu olarak anmıştım onu da.
Görüyorsunuz bir anda kaç arkadaşın adını anmış oldum. Suavi, Ahmet Zengin, Şevki Ömeroğlu, Adnan Genç... Her birinin uzun hikâyeleri vardır anılarımızda. Suavi'yle '86 kışında Metris'te, Sibirya'da birkaç aylık koğuş arkadaşlığımız olmuştu. M. Kılıç, Bülent Akın, Tarık Koçoğlu, H. Irmak ilk aklıma gelenler. M. Kılıç, geçtiğimiz yıllarda bir de kitap yazdı oralardaki firar teşebbüsleri için. Tünellerin çoğu patlamış olsa da, birçok firar olayının başarıyla sonuçlandığını biliyoruz. Mehmet, yetenkli bir çocuktu; hani, on parmağında on marifet olanlardan, İTÜ'lü. Çıktıktan sonra da kolay bir hayatı olmadı. Yine de şanslıymış ki, bugünleri görenlerden oldu. Geçenlerde sosyal medyada gördüm, resim yapıyormuş. Bir ara facebook'tan arkadaşlık isteği de göndermiştim, ama geri dönüş olmadı; ya aktif olarak kullanmıyor ya da gerek görmedi. En son Mihri Belli'nin veya Vedat Türkali'nin cenaze töreninden dönüşte miydi, Taksim'de karşılaşmıştık. Yanında Oya ve Çetin de vardı, Galatasaray'a kadar yürümüştük. Geçenlerde Çetin'le bir vesile ile karşılaştığımızda söyledim de, hatırlamadı. Sonra da Sermet'in "Giritim"e gitmiştik. Onlar yemeğe kaldı, ben yemeğe geçilmeden kalktım. İstiklâl'de yürürken bir şeyler yazdığını söylemişti ve hatta bir ara bakar mıyım, diye sormuştu. Görmek kısmet olmasa da, birkaç yıl sonra çıktı "Mahpus Kaça Kaça Biter." Keşke görme şansım olsaydı, hiç olmazsa o dipnotlara itiraz ederdim!
Bülent, komşu okuldan, Galatasaray Mühendislik'tendi; daha okul yıllarında başlayan güzel bir dostluğumuz, arkadaşlığımız oldu. Kendimi şanslı sayıyorum. Ölümünden birkaç ay önce Foça'da, kardeşinin evinde güzel bir yemekte misafiri olmuştuk. Kaçınılmaz sona iyice yaklaşmışken de hayat doluydu, kaderle dalga geçer gibi. Ölümünden sonra arkadaşlarına, dostlarına güzel bir yemek verilmesi ve yokluğunda kadeh kaldırılması vasiyeti, dostlarınca Foça'da yerine getirildi. Ruhuna iyi gelmesini umut edelim. Mezarı da yine çok sevdiği Foça'da. Cenazesine birlikte gitme şansımız olamadı; benim için de mezarına bir avuç toprak atmasını rica ettim Sevda'dan, umarım hissetmiştir sevgili Bülent; dostluğumuzun anısına yazdığım bir sayfa yazıyı da çok sevdiği kızlarına ulaştırdık. Makbule geçmiş olmalı. Işıklar içinde yat sevgili kardeşim.
Hüseyin Irmak, hep dost olan, hep dost kalan güzel kardeşim. Hala koşturuyor, gençliğini aratmadan. Yöre kitapları yazmaya verdi kendini, ne güzel!
1986 baharında Metris'teki koğuş arkadaşlığımız çok uzun sürmedi. Öncesinde de yazışmıştık bir zaman. Metris'teki günlerimizde "ölüm orucu"nun izleri vardı daha birçok arkadaşın üzerinde. Sağlık sorunlarımın da olduğu keyifsiz günlerdi. T. Kemal, "Çoğunuz çıkarsınız birkaç aya," demişti de, şaşırmıştım. İbo'nun öngörüsü tutmuştu; bu konuşmadan 15 gün sonra Yargıtay sonrası davanın ilk duruşmasında tahliye oldum, iki ay sonra da Refah çıktı. Ondan sonra da birçok arkadaş tahliye oldu bir yıl içinde. Abisinin kuyumcu dükkanına uğrayıp, para almamı söylemişti; uğradım, ama ihtiyacım olmasına karşın para almadım.
Okulla ilgili görüşmek için İstabul'a gelişim onun çıkışından sonraki günlerdeydi. Buluşup, birlikte gittik okula. 6 yıl sonra, bir zamanlar her şeyini bildiğimiz, herkesi tanıdığımız okulun artık yabancısıydık. Çok kötü hissettim kendimi. Kayıt işi de olmadı zaten; yaş sınırını geçtiğimizden askerlik engeli çıktı. Fakülte sekreteri Yıldıray hocayla görüşüp ayrıldık. Bizim zamanımızdan bir iki hademeyle selamlaştık merdivenlerde. Sanki değişmeyen sedece onlardı.
Aksaray'a kadar geldik birlikte. Akşam oldu ve benim İstanbul'da kalacak yerim yok. Bir gün önce Yalova'da kalmıştım Ali Karakaş'ta, ama son vapurun saati çoktan geçmişti; vedalaştık, dönüp gitti, Özcan'la buluşacaktı belki. Dışarıdan bakıldığında ikimiz adına da anlaşılır bir tutum gibi görünmüyor: Benim kalacak yerimin olmadığını söylemeyişim, onun da bunu sormayışı. Bu onun bildiği bir şey değildi belki de, şaşırmıyorum. Otelde kalacak param olmadığını söylememe gerek yok sanırım. Uzun bir şehir içi yolculuktan sonra Kartal'a, oradan da arabalı vapurla Yalova'ya geçtim. Saat epey geç oldu. Belki ertesi gün tekrar geleceğim İstanbul'a. Yapayalnızım; kırgın, üzgün... Öyle somut bir tarifi yok bu yalnızlığın, kırgınlığın. Etrafımda beni anlayacak birilerinin olmayışı belki. Önümde birçok sorun var ve anlık olarak çözüm üretemiyorum...
Mesela, vapurun güvertesinde gördüğüm o kızı düşünüyorum. Bacaklarını sıkıca saran bembeyaz pantalonu, bordo gömleği ve omuzlarına inen dümdüz siyah saçlarıyla ne kadar güzel! Bendeki bilinmezliklerden eser yok. Belki bir saat sonra evinde olacak. Annesi çoktan kurmuştur sofrayı. Küçük kardeşi sokulacak yanına, saçlarını okşayacak ablası. Büyük olasılıkla Yalovalı'dır ya da Bursalı. Uzaktan bakınca, her birinde mutlu ailelerin yaşadığını düşündüğüm o apartman dairelerinden birinde oturuyor olmalı. Hani geceleri ışıl ışıl pencereleri olan. Akşam gidecek evi olmayan biri için, o pencerelerden sızan ışıkların çok derin anlamları vardır. Sen bakarsın, ışıklar senden kaçar; bitmeyen bir hikâyedir bu... Başka bir konu olarak geçelim şimdilik.
Uzaktan izledim bir süre. İçeride kamyon şoförleri ve çocuklu aileler var daha çok. Basık, kasvetli bir hava. Dışarıdan girince kokuyor hafiften. Kapı açılıp kapandıkça içeriye hafif bir serinlik ve temiz hava yayılıyor. Daha çok dışarıdayım, korkuluklara yaslanmış, denizi seyrediyorum. Deniz kapkaranlık. Vapurun yardığı dalgalar görünüyor sadece. Gözüm kayıyor kıza. Cesaretimi toplayıp yaklaşıyorum. "Merhaba!" Şaşırıyor, yüzüme bakıyor sadece. "Rahatsız etmezsem konuşabilir miyiz?" Oturduğu yerden hafifçe doğruluyor, "vapurdan inene kadar, istersen sen anlat," diyorum.
Dünyanın başka bir ülkesinde doğup büyümüş ve orada yaşıyor olsam, belki de tam böyle bir konuşma geçerdi aramızda. Ama bu konuşma hiç olamıyor tabii ki! Vapurdan inip, koşarak minibüse atlıyorum. Hiç değilse onlar yatmadan varmalıyım eve. Zaten yük oldum yeterinde.
Bir gün bir roman yazarsam tam buradan başlayabilir. Gecenin zifiri karanlığında denizi yara yara giden geminin gürültüsü arasında kaybolan hayaller, umutlar, umutsuzluklar ve uzaklarda görünen tek tük ışıklar. Sanki tek hayat belirtisi onlar gibi.
Hani biz diğerinin hikâyesini yazacaktık; o anılar başka hikayelere karışıyor daha başta, nasıl olacak şimdi? Benim bir gün anılarla karışık bir şeyler yazacağımı düşünebilir miydin? "Ne var bunda?" deme, kendini ortalara atmak o kadar da kolay değil, bilirsin. Aslında sana benziyorum o yanımla; yani "sır" sahibiyim. Sen, hiçbir şekilde yapmazdın bunu meselâ. Ben de az düşünmedim. Ne bileyim iyi mi, kötü mü yaptım, oluyor işte; boşluğuma geldi, diyelim!
Kitaplarında, altı çizilmiş satır aralarında seni aradım, buldum da çoğu zaman; bazen buruk bir tebessüm oldu, bazen de boğazımda düğümlenen bir yumruk. O gün bugündür düşünürüm şu uzun alıntıyı iki nüsha olarak neden yazdığını:
"...nilüferlere gidip bakardım çocukken, babam onların kökleri olmadığını anlatmıştı bana. Neden bu çiçekleri hep bir şeylere benzetmek için kullandıklarını ancak büyüyünce anladım. Yalnızca bu çiçekler, hep bir yerlere gideceklermiş gibi azade ve özgür oluyorlar, ama küçük bir havuzun içinde bir yere gitmeden yaşıyorlardı. Hayat da böyle bir şeydi benim için; hep bir yerlere gidecek gibi duran, yalnız ve bir yere gitmeyen bir çiçek. Bütün bir hayatın özeti buydu. Ben de bir yere bağlanmadım ve bir yere gitmedim; öyle solgun bir nilüfer gibi bir havuzun içinde yalnız başıma durdum, köklerimi salamadım, ne olduğum yere sağlamca yerleştim, ne başka diyarlara kaçabildim, içinde durduğum havuzla birlikte kirlenip eskidim. Bana bakanlar, beni seyredenler, beni sevenler oldu, ama kimse yakasına takmadı beni, kimse odasına koymadı, kimse beni sulayıp büyütmek için uğraşmadı; onlara ihtiyacım olmadığını, havuzumda tek başıma yüzebileceğimi düşündüler, ben de yüzdüm, kederi, yalnızlığı, kirlenmeyi öğrendim ve hayata benzedim. Ne garip, başka bir şey olmak da istemedim, beni beğenmeleri yetti bana..." (Ahmet Altan, Tehlikeli Masallar, s. 59-60)
Hayat denen bu yolda acemi birer yolcuyuz her birimiz. Ona haksızlık etmek istemen, belki de nilüferler gibi o da bu dünyaya kök salmak, bir şeylere, bir yerlere bağlanmak istemedi. Bildiği, değer verdiği dünya da çoktan yıkılmıştı. Aslında çok şey de değildi istediği...
Bir gün İbo'nun (Mert Özmen) şiirlerini karıştırıyordum, bir şiirin başlığının altına yazdığı "A. R. M.'a" yazısına takıldım. Bu kısaltmanın senin adının baş harfleri olduğunu benden başka fark eden olmuş mudur dersin, o şiirin sana adanmış olduğunu? "...anladın beni seni anladım / demek ki sen benden daha derinsin..." diyen. Bir kere senin ön adının "Ahmet" olduğunu bilecekler, sonra da İbo'yu ve seni tanıdığını da. Hatta içeride bir dönem aynı koğuşu paylaştığınızı da. O yıllarda Akademi Kitabevi'nin "Yılın Şiir Birincilik Ödülü" adaylığı için İbo'ya desteğini kim bilecek? O anda, yarışmanın adaylarından birinin de Emirhan Oğuz olduğunu, belki sen de bilmiyordun. Sonuçta o yıl (1987) Akademi Kitabevi'nin "Şiir Birincilik Ödülü" Emirhan'a verildi, "Ateş Hırsızları Söylencesi"ne. Sevgili dostum Emirhan'la yıllardır görüşürüz, hiç konuşmadık bu hikâyeyi, o da bu yazıyla öğrenmiş olacak. İbo'nun şiirleriyle dolu o defter bende halâ. Cezaevinde yazmış olmalısın, senin el yazınla, küçücük yazılmış, başka yerde olmaz.
Bizim evin bahçesindeki anmada mı, mezarlıktaki konuşmada mı; "Çok güzel şiirleri vardı, şair arkadaşım benim!" demişti senin için Köylü Ahmet. Bunun yanlış bir bilgi olduğunu bilmeme karşın, o gün ya da daha sonra düzeltmeye çalışmadım. Gereksiz bir çaba olurdu. Sonrasında da bunu konuşacak kadar yakın olmadık Ahmet'le. Muhtemelen içeride İbo'nun şiirlerini, diğer koğuşlardaki arkadaşlara göndermenden kaynaklı bir yanlış anlaşılma olmalı.
Kuşkusuz edebiyat kuramlarıyla, tabii ki şiirle de ilgili ciddi bir teorik bilgisi vardı Refah'ın, ama şiir yazmak ya da öyle bir iddia taşımak başka bir şey. O hiç olmadı. Bu yanlış anlaşılmayı da yıllar sonra düzeltmiş olalım. Yıllar oldu İbo'yu da görmedim, o da zaten beni tanımaz.
Bir ortak yanımız daha mı, desem; nokta koyamamak?
Yıllarca çalıştığın konulardan söz ediyorum. "Şamanizm, Milliyetçilik, Sultan Galiyev ve TKP Tarihi, ..." üzerine okumalarını diyorum. Öyle heves edip üç beş kitap okumak değil bu; aylarca, yıllarca büyük bir ciddiyetle yapılan bir çalışma. Sedece "Yöntem Üzerine" okudukların bir raf tutuyor kitaplıkta. Özellikle, "TKP Tarihi" konusunda bir ön kabulle, hipotezlerle çıkılmıştır ortaya. Burada, bu hipotezlere gönderme yaparak polemik yaratmak istemem. Kaldı ki, buna hakkım olmadığı gibi, bu yazının işi de bu olamaz. Belki benim de taraf olduğum bir başka yazıda bu konulara da değinmek mümkün olabilir. Özellikle "Türkiye'de Sosyalizmin Tarihi ve TKP" konusundaki çalışmalara ben de heves ettim bir dönem. Dolayısıyla, gerek Refah'ın sağlığında, gerekse de sonraki yıllarda aynı kitapları çokça karıştırdığım oldu. Ama benimkisi daha çok bilgi edinme ve anılara olan meraktan öteye geçmeyen bir ilgidir sadece. Yine de o kitapları karıştırırken şaşarak görmüşümdür ki, bazı kitaplardan alınan notlar, kitabın içine sığmaz olmuş, ayrıca bir zarfa doldurulmuştur. Altı çizilen satırları, boşluklara alınan notları söylemiyorum bile.
Çoğu arkadaş sormuştur neden kitap yapmadığını, ben de sormuştum bir zaman: "Kafamda bitirdim, oturup yazması kaldı," demişti. Araya, bir insan yaşamında az rastlanan sorunlar girdi, bir dönem çok önemsediği o çalışmalar daha tali kaldı. Dolayısıyla da o "son nokta" bir türlü konulamadı. Hayatın yarım kalmasının yanında, kitapların yarım kalması nedir ki? O gün de, bugün de onu anladığımı sanıyorum.
Her şey yaşanıp geçiliyor; o gün, o an'ın değerini biliyor olsak da, yıllar sonra bunu görmek, yaşamak başka bir şey. Bir pazar günü atlatıp Marmaraereğlisi'ne gidişimizi diyorum. Öğleden sonraydı Sülkü aradı, benden önce de seni aramış; "Atlayın gelin," diyor, Bülentler'in yazlığında toplanmışlar. "Hazırlan, gelip alayım," diyorum. "Şaşırdım" demiştin, böyle "hadi" denince çıkıp gidişimize. Anlık karar verme konusunda biraz sana benzediğimi biliyorsun, ama bazen de kural dışına çıkmak gerekmiyor mu? Hem ne güzel oldu, sana da iyi geldi, çoktandır görüşmediğin arkadaşlarla birlikte olmak. Yol boyu Burdur'dan aldığım kasetlerden yöre türküleri dinledik. Sıkılırsın sanmıştım, sevdin bizim türküleri. Bazıları için "Bizim bozlaklara benziyor," demiştin.
Türküleri sevdiğini biliyorum, biraz bağlama da çaldığını. Kendisi anlatmıştı; Ferda, farklı bir tarz denediğini söyleyip bir gün bağlama çalıp türküler söylemiş. Belli, Refah'ın düşüncesini önemsiyor; sormuş "Nasıl buldun?" diye. "Güzeldi, ama pek bir fark göremedim, başka bir zamam tekrar dinleyeceğim." demişti. Tekrar dinleme fırsatı oldu mu bilmiyorum, ama biz yıllar sonra birkaç konserini izledik Ferda'nın.
Levent-Bülent, ne güzel bir buluşma organize etmişler, "Kültür" grubu neredeyse tekmil orada. Öner, A. Genç, Şevki, tabii ki M. Sülkü; hep gülen yüzü, dost canlısı duruşuyla. "Kültür"den o çiftin adlarını yine hatırlayamadım, "Bahattin" miydi?" Hay Allah, ayıp oldu yine! Onlar beni iyi tanır oysa. Metin'le de yıllar sonra ilk kez karşılaşmış oluyorsun. Öner ve Adnan'la karşılaşmanız biraz sürpriz olsa da, yıllar sonra el sıkışmanız ne güzeldi. O akşam orada, o uzun masanın etrafına dizilirken, sanki otuz yılı aşan güzel, saygın bir dostluğun anısını, koca bir hayatın içinden süzülüp gelen bir dostluğun, yoldaşlığın hikâyesini hiçbir kırgınlık bozamazdı. Öyle de oldu; dalıverdik yıllar öncesinin anılarına. Tam bir dost meclisi. Sevgili Bülent Akın'ın kocaman kahkahaları, sıcacık dostluğu dün gibi hafızamda. Levent, sadece bir kardeş değil, her zaman güzel bir arkadaştı da Bülent için. Aynı kandan gelmekten öte bir şey demek ki, "ikiz" olmak.
O gün, o bahçedeki uzun masanın etrafında buluştuğumuz akşamın üzerinden 15 yıla yakın bir zaman geçmiş. Bülent, Adnan, Şevki ve Refah artık aramızda değil. Bu çok hüzün verici, ama yine de öylesi bir akşamın güzelliğini yok etmiyor. Emeği geçenlere ve tüm dostlara çok teşekkür ediyorum. Buraya kadar yazdığım hüzünlü, sevinçli hikâyelerin ardından, o güzel geceyle bitirmek istedim bu yazıyı.
O gecenin üzerinden kaç ay geçti bilmiyorum. Bir "kadim dost"unun oğlunun, Ziya'nın düğününe gitmek istedi. "Elimde büyüdü," derdi. Bahçeşehir'e gidilecek. Ciddi sağlık sorunları yaşıyordu, yürüme güçlüğü vardı, "Nasıl giderim ki?" dedi. "Götürürüm, sorun olmaz" dedim; davetsiz misafir oluyorum! Yağmurlu bir akşam üzeri Zeytinburnu'ndan çıkıp gittik. Ağır, kasvetli bir hava ve tam da öyle bir ruh hâliyle. Olay benim adıma yeterince de anlamsız... Olsun...
Yine de o gece, onu son kez görüyor olduğumu, birkaç gün sonra Hemingway gibi bir son'da yok olacağını bilemezdim. "Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın," demişti Özcan'ın ardından. Ben de "Kör kuyularda merdiven olamadık," diye yazdım ölüm ilanında, bu da onun yıllar önce yazdığına bir göndermeydi.
Huzur bulmasını umut edelim.
Adı geçen tüm dostları saygıyla anıyorum.