Bir dönemi ve o dönemin karmaşık öykülerini, o dönemleri yaşayanların belleğinde güncelleyerek okuyucu önüne koymak, çok daha uzun yıllar alacak çabaların işi olsa da, bir yerlerden başlamak gerekiyordu. Bugüne kadar ortaya konulan ve her biri o gün için çok değerli olan yazın ürünlerini bir kenara koysak bile, henüz sürecin başında olduğumuzu söylemek hiç de abartı olmayacaktır. Yazılanlar hala bir dönem edebiyatı olma özelliğinden çok uzak. Çok güzel şiirler, öyküler, romanlar, filmler çıktı; daha da çıkacak kuşku yok. İşte onlardan bir demet daha; Cemile Çakır'dan...
Bir gün bir tahta bavulla olmasa da, o klasik görüntüyü çağrıştıracak bir küçük valizle bu koca şehre, İstanbul'a okumaya geldiğimde, gördüğüm her şeyin yabancısı gibiydim. Bazıları belki filmlerden tanıdık geliyordu sadece. Anadolu'dan İstanbul'a gelen herkes için çok tanıdık duygulardır bunlar.
Bir üniversite öğrenciliğinin bilinmezliğine ilk adımlarımı attığım andan itibaren de yabancısı olduğum çok insanla ve olaylarla karşılaştım. Ayrı dünyaların insanları olduğumuz kız-erkek gençlerin yanında, şehir dışından gelmiş birçok arkadaşla da tanıştık. Bizden önceki yıllarda gelenler sanki bu şehirle aralarındaki çelişkiyi çözemeseler de, kendilerine yeni yollar bulmuşlardı çoktan. Yeni gelenleri, yani bizleri de aralarına alıverdiler zamanla.
İşte o günlerde, o arkadaşların arasında tanıdım Cemile'yi de. Karadeniz'in bir kentinden, kasabasından ve belki de köyünden gelip, karışıvermiş o kalabalıklara. Sessiz, sakin duruşunun derinliklerine saklamış gibiydi tüm duygularını.
O günlerden bugünlere aradan geçen yıllar her birimiz için farklı hikâyelerin konusu oldu. Büyük coşkular, büyük acılar yaşandı. Gün geldi, günlük yaşamımızı kazanmak zorunluluğuyla da karşı karşıya kalıverdik. Kimimiz de bu karmaşık yaşamın olaylarından şiirler, öyküler, romanlar üretti. İlk anda şaşırdık buna; o sessizliğin, sakinliğin derinliğinde türlü sanatsal yaratıcılıklar birikmiş olmasına. Oysa, şaşılacak bir şey yok, hayat tam da bu değil mi? Neden bizim Cemile Çakır da altı romanı önümüze koyuvermesin? Koydu da.
Bunlardan dördü "Nehir Roman" olarak tanımlanan bir seri aynı zamanda: "Gümüş Ay", "Karanlık Ay", Çamur Ay" ve "Kadın Ay" olarak. İşte bu dörtlüyü anmaya çalışacağım bu yazıda.
12 Eylül döneminin karanlık günlerinin bilinmezliğinde bir genç kadın elindeki valiziyle Topkapı Otogarı'nın kalabalığına karışmış, birazdan kalkacak otobüsü bekliyordu. O gün çok karmaşık duygularla bir Karadeniz kentine doğru uzun bir yolculuğa çıkan Cemile Çakır, belki de o anda başladı romanlarını yazmaya. Gerçekte öyle değilse bile, en azından o genç kadının ruhunda bu romanlar çoktan yazılmaya başlamıştı, bunda kuşku yok.
Bir umudu, bir hayali gerçeğe dönüştürme çabasıyla yola çıkanların düşle gerçek arasındaki hikâyeleriyle başlıyor bu serinin ilk romanı "Gümüş Ay." Kameka'nın, Ansel'in, Biglele'nin, Dr. Asifak'ın ve tüm bir şehrin, bir ülkenin hikâyesi. Bir yanda mücadele içinde olanların büyülü kahramanlık hikâyeleri, diğer yanda bu hikâyeleri daha da büyülü hale getiren halkın yanılsamalı algısı.
Sadece "O iyi insanlar, o güzel atlara binip..." gitmediler; aynı zamanda o onulmaz kötülükler de koca bir toplumun üzerinden, bir ülkenin tüm hücrelerine sızarak, oraları kendilerine kötülük alanlarına dönüştürdüler. Şiddet olarak, ölüm olarak, ihanet olarak... Bu yanıyla tam ortadan bir çizgi çekiyor Cemile Çakır. O çizgi ülkenin, toplumun farklı kesimlerindeki olayların ete kemiğe bürünmüş hali bir bakıma.
Babailer İsyanı'nda, Babai erenlerinin destansı hikâyelerinde "kurşun değmez, kılıç kesmez" inancıyla savaşanlar, ölümün soğuk yüzüyle karşılaştıklarında büyük bir şok yaşarlar. Amasya kalesinde sıkıştırılan Baba İlyas (Baba Resul) ve müridleri kılıçtan geçirilir. Bir rivayete göre ağır yaralanan Baba İlyas, ölümünün muridlerinin güvenini sarsmaması için, kalenin karanlık mağarasına çekilir ve orada ölür. Bir başka rivayete göre ise, esir düşer ve Amasya kalesinde hapsedilir. Kırk gün sonra zindanın duvarı yarılır ve Baba Resul boz atına binerek gökyüzüne uçar.
Tekrar romana dönersek, Kameka'nın ne farkı var Baba İlyas'tan? Tersten mi söylemeli; Baba İlyas'ın ölümsüzlüğüne inanan Babai erenlerinin, Kameka'yı "Dolunay" olarak gören bir kent halkının düşsel algısından ne farkı var?
Binlerce yıllık insan birikiminin üzerine doğan kişinin yaşamı, bu birikimi kucaklamasıyla anlam kazanıyor. Kameka, belki insanların düşünme biçimini değiştirmeyi beceremiyor, bunun bir yolunu bulamıyor. Yine de karşı çıkışın güzelleştirdiği bir insan... Geleceği güzelleştirmeye yetmese de, insanlara bir soluk oluyor bu karşı çıkışlar. Bu da olmasa, insanlar soluk alacak yer bulamazlardı, diye düşünüyor Asleya. Şehirden çıkıp gitmeye çalışırken...
Bir yazarın olayları, kişileri, doğayı anlatım tarzını tartışabiliriz. Bir romanı, bir hikâyeyi beğeniriz veya beğenmeyiz, bu bize kalmış; ama bir yazara "Neden böyle yazdın?" demek haddimiz olamaz. O; hayatın, olayların, doğanın karşısına geçmiş ve gördüklerini sanatsal bir yaratıyla bize resmetmiş veya onu yapmak istemiş diyelim, gerisi artık bize kalmıştır. Cemile Çakır'ın kitaplarını değerlendirirken de yargım tam da böyledir. Gerçeğin o yalın yüzü, bazen yaşamı anlamaya, anlatmaya yetmiyor. Sanatın ve sanatçının yaratıcılığı belki de orada ortaya çıkıyor. Açık söylemek gerekirse, yer yer bu anlatımı çağrıştıracak betimlemelerim olsa da, genelde çok arzu ettiğim bir ifade tarzı değildir. Söylemekte bir sakınca yok. Cemile'nin daha önceki hikayelerine, şiirlerine aşina olanlar bu romanlarda da alışık oldukları bir ifade tarzını bulacaklardır. Her şey bir yana büyük bir emek var ortada. Uzun bir dönemin, farklı ortamlarının, çok farklı hikâyeleri; değişik bir dünya ve yaşam algısıyla bir araya getirilerek okuyucuya sunuluyor. O olayların hangi evrende, hangi ülkede, hangi şehirde veya köyde; ne zaman, nasıl yaşanmış olduğu değil sorun, her biri bir gün bir yerlerde yaşanmış olabilir.
Daha ilk aşkında bir duvara toslayan çocuk yaştaki Ansel... Ona bir anne şefkatiyle yaklaşırken, onun aşkına karşılık vermekten çok uzak olan iyi yürekli Hasmilce... Cezaevinde ölüm orucunda ölen Ansel'in derin acısını yüreğinde duyan Hasmilce...
Bir dut yaprağından örülen kozanın bir gün o daldan koparılıp, sıcak buhara tutularak, nefessiz kalan kurtçukların ölmesiyle geride kalan ipek kozalağından dokunan ipekli kumaşlar gibi, başka ortamlarda filizlenen yeni yeni hayatlar; tekrar aynı döngünün sonunda hayatın, ülkenin, toplumun gerçekliğinde teste tabi tutuluyorlar. İşte tam da bu sınanmayı, yüzleşmeyi anlatıyor Cemile. Tekil olarak insanın, toplumun ve hatta sistemin sınanması bir başka yanıyla.
Gözaltılar, işkenceler, cezaevi direnişleri ve ölüm oruçlarıyla süren ikinci kitap, tam bir karanlığı ifade ediyor.
Asleya bir gün yaşadıklarını geride bırakıp cezaevinden çıkarken, geride bıraktığı "Gümüş Ay" ve "Karanlık Ay"ın anıları bu kez gri bir yalnızlığa bırakıyordu yerini: "Çamur Ay."
Bir gün yaşam öykümü birkaç cümleyle özetlemem istendiğinde; öğretmen okulunu kazandığım anı "Önümdeki hayatı dümdüz ettiğimi düşünmüştüm," diyerek ifade ederken, yıllar sonra Metris'te tahliye evraklarını imzaladığım anı ise, "ne hissedeceğimi bilemedim, şaşkındım," diye tanımlamıştım. Sanki aynı duyguları Asleya ile Kameka ile tekrar yaşamış gibi oldum.
Asleya, tüm bu süreçlerde yaşadıklarını hafızasının derinliklerinde bırakarak köyüne geri döndüğünde, köyü artık bir yangın yeriydi. Çocukluğunun cennetinin yok olduğunu, yanmış olduğunu görüyor.
"Dolunay" bu kez bir "Kadın Ay" oluyor.
Farklı yerlerden, farklı acılardan gelen beş kadın, geride bıraktıkları acıların cehennemini unutabilmek için, doğaya sığınıyorlar öncelikle. Doğayla insanın mücadelesi, insanın insana ve doğaya zulmü... Her şartta doğanın kucaklayıcılığı, insanı kötülüklerden saklaması...
"Biz her birimiz bir şeyden kaçan kadınlarız. Ben, düzenin her şeyi çamura bulamasından, 'Çamur Ay'döneminden kaçıyorum. Herlin, evliliğin hapishanesinden, Dersula, aşkın cehenneminden, Dere ve Berda da savaştan." Ansel'in bu ifadesi, tam da gerçeğin özeti gibi.
Dördüncü kitap, "Kadın Ay" bir biçimiyle bu dünyada bir kadının başına gelebilecekleri çeşitli senaryolarla ve farklı ortamlarda âdeta resmediyor. Bugüne kadar farklı ülkelerde ve çok farklı koşullarda yaşanmış ve yaşanabilecekleri en açık, en acıtıcı hâliyle... Yaşananlar belki bir Ezidi kadının Suriye'de cihatçılar tarafından maruz kaldığı insanlık dışı bir olaydır; belki İran'daki bir recmle öldürme cezasıdır ya da Anadolu'da bir kadına uygulanan, yabancısı olmadığımız bir başka şiddet biçimidir.
Adeta utanarak okuyorsunuz. Hiç değilse bu kadarına tanık olmadığınıza şükrederek. Zengin, yoksul, okumuş, okumamış ve hangi toplum kesiminden olduğunuzun hiç önemi yok.
Anlatılanlar bir yaşam öyküsü olmamakla birlikte, bir kuşağın farklı dönemlerde ve farklı ortamlarda yaşadıkları harmanlanmış bir biçimiyle bu roman serisinde. 12 Eylül süreciyle birlikte dağlarda, köylerde, şehirlerde başlayan; gözaltılar, işkenceler ve cezaevlerinde tutsaklık koşullarıyla süren dramatik hayatların bir gün dışarıdaki kapitalize dünya ile sınanması bir yanıyla. İlk üç kitabın belki de en kısa özeti bu.
Dördüncü kitap, bu süreçlerden geçmiş, geçmemiş bir grup kadının bu kapitalize dünya ile en çarpıcı yüzleşmesi kısaca. Konu kadın olunca bu yüzleşme de çok daha katı, çok daha acıtıcı ve insanlık adına çok daha utanılası yaşanıyor. İşte bu noktada roman sert gerçekçilikle ve gerçek üstü metaforlar kullanılarak o masalsı öyküleri anlatıyor bize.
Sanki geride kalan üç kitapta zaman zaman denenen düşsel, masalsı anlatım tarzı, bu kitapta daha çok yerine oturmuş gibi. Belki de, bu bölümde anlatılan kadınlara dair ağır hikayeler, başka türlü anlatılamazdı, sindirilemezdi bir insan belleğinde. Bu yüzden Cemile de böyle bir yöntem bulmuş, diyelim.
Yüreğine sağlık sevgili Cemo! Başarılar diliyorum.