Yazılarımdan birinin üzerine konuşurken çok sevdiğim, görüşlerine değer verdiğim bir arkadaşım "Bu hatıralarla nasıl baş edilecek?" diye sormuştu.
Biliyorum ki o, bu soruyu sorarken benim buna bir cevap yetiştirmemi beklemiş olamaz. Bunu çok iyi biliyor olmama rağmen durumdan vazife çıkarıp, uzunca bir cevap yazdım. Asıl niyetim söylemek istediklerimi bir yerlere not etme çabasıydı belki de.
"Evet, bu zor bir soru, ama bir cevabı var. Birincisi kişisel olan yanı. Yani sende, bende, onda bıraktığı izler. Çoğunluk bunu hayatın içinde, en azından görüntüde çözdü. Gerisini de hayatla yüzleştirerek aşıyoruz bir biçimiyle. Bu iyi. Belki genç olmamız, ideolojik inanç ve belki haklı olmanın verdiği güç... Seçenekler çoğaltılabilir.
İkincisi, belki daha zor ya da zamanla olacak. O da sürecin, yaşayanların hafızasından, belleğinden süzülerek; edebiyat, sanat aracılığı ile topluma ve hatta dünyaya sunulması. Yani sürecin esaslı bir edebiyatının ortaya çıkarılabilmesi..."
Yazı bu içerikte devam ediyor.
Bunları yazdıktan sonraki günlerde yeni bir gündem olarak önümüze düşen Hamas saldırıları ve bunun üzerine İsrail'in katliamlara varan savaşı üzerine biraz daha düşündüm. Sahi dünya, insanlık bu hatıralarla nasıl baş edecek, her gün yeni yeni utançlar eklenirken? Gerçi "utanç" da her ne kadar evrensel bir kavrammış gibi dursa da, ahlâkî bir arka plan ve biraz olsun objektif bir bakış gerektiriyor. Öyle olunca da değerlendirme ve tartışmalar bir kör dövüşüne dönüyor. Devletlerin tavrı bir yana, sıradan insanlar olarak bizim duruşumuz ne olmalı? Bu kirin, pasın üzerimize yapışmaması için ne yapılmalı?
Dini, ulusal, bölgesel farklılıklar ve tarihten gelen "kan davası"na dönüşmüş sorunlar insanların bu konudaki reflekslerine haklılık oluşturuyor gibi görünse de; düşünme, algılama yeteneğimizi, vicdanımızı bir kenara bırakmıyorsak, sorunu görmezden gelmek mümkün değil gibi duruyor.
Artık efsanelerin, destanların konusu olmuş acıları bir kenara bıraksak bile, son yüz yılın; her şeyin insanlığın gözünün önünde yaşandığı utançları saymaya kalksak, birbirimizin yüzüne bakacak halimiz kalmaz. 1. Dünya Savaşı emperyalist ülkeler arasında var olan sömürge paylaşımı sorununun çözümü için patlak veren ilk büyük savaştı. Filmlere, romanlara konu oldu. Ölen milyonlarca insanın anısına saygısızlık olmasın ama, bir başka yanıyla da insanlığın son büyük "nahif" kapışmasıydı. Savaşın asgarî bir hukukunun olması ve savaşanların savaştıkları insanlara, uluslara saygısı anlamında, diyorum. Bunun çok hoş örneklerini Çanakkkale siperlerinde savaşanların hikâyelerinde, filmlerinde izledik gözlerimiz yaşararak. Bu tip konularda sıkışınca toplum bilimcilere atarım topu; kuşkusuz onlar daha uygun kavramlar bulacaklardır. Şu açık ki, o savaş insanlığın son tarihsel savaşıydı. Olayın Türkiye tarihi açısından anlamını sorgulamak başka yazıların konusu olabilir, ama Çanakkale Savaşı ile başlayan o sürecin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna ebelik ettiğini söyleyebiliriz en azından.
O büyük savaşın üzerinden daha 20 yıl geçmeden Faşizm utancıyla yüzleşti insanlık. İnsanın insana yapabileceği kötülüklerin sınır tanımazlığına şahitlik edildi. Bu büyük savaşta yaklaşık 80 milyon insanın ölmüş olmasından daha ağır bir travmaydı olan bitenler insanlık adına. İnsanlık bu kadarına hazır değildi. "Modern dünya" için çok sarsıcı oldu.
O dönem dünya politikasının iki büyük aktöründen biri olan ABD'nin Japonya'nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerine attığı iki atom bombası, süreci daha da ağır bir noktaya taşıdı.
Kuşkusuz insanlık ve devletler çok etkilendi bu savaştan ve sonuçlarından. Büyük dersler de çıkardı görünüşte. Birleşmiş Milletler gibi çok değerli oluşumlar, antlaşmalar da çıktı ortaya. İki kutuplu dünyanın ve soğuk savaşın tüm gerginliğine rağmen, o ölçüde bir dünya savaşı da yaşanmadı bugüne kadar. Ancak, bölgesel ve ulusal düzeyde o kadar büyük olaylar yaşandı ki, insanlığın belleğinden silinmedi yıllarca.
Sadece Vietnam'a atılan napalm bombalarının yaktığı bedenlerin görüntüleri bile, insanlığın hafızasından yıllarca silinmeyecek bir ağırlıktadır. Orta-doğu'da yıllardır sürüp giden savaşlar ve çatışmalardaki orantısız güç kullanımı; cihatçı örgütlerin vahşet görüntüleri de sıradan olaylar sayılıyor maalesef.
Türkiye açısından Güney-doğu'da sürüp giden çatışmaları ve vahşeti bir kenara koysak bile; 1955, 6-7 Eylül olaylarını nasıl unutabiliriz. Kaldı ki, bizim tarih kitapları yakın geçmişin bu tür utançlarına pek de yer vermezken. Okuyunca, izleyince bir yerlerde görüyorsun.
Daha yakına gelirsek, bir 12 Eylül faşist darbesinin bu ülkenin, bu toplumun hafızasından hiç silinmeyecek vahşetini, işkencelerini nereye koyacağız. Tam da bugünlerde o günlerin, yaşanmışlıklarının, acılarının, anılarının sergilendiği bir "Bellek Müzesi" var İstanbul'da, Tophane'de Tütün Deposu'nda. "Geçmiş Bugündür" temasıyla, 8 Kasıma kadar açık. Bunlar da toplumun az sayıdaki insanlarının, sivil toplum kuruluşlarının, derneklerinin mütevazı çabaları olmaktan öteye gidemiyor maalesef. Çok yazık! Hele de devletler, yönetenler bu çabaları bile engelleme çalışırken. Tüm bu süreçlerde yakınları kaybedilen "Cumartesi Anneleri"nin Galatasaray Meydanı'ndaki sessiz buluşmaları bile devlet meselesi olmuş, engelleniyor her hafta.
Son Hamas saldırısıyla başlayan ve İsrail'in de müthiş bir güçle karşılık verdiği ve henüz nereye evrileceğini de bilemediğimiz çatışmalarla ilgili olarak, toplumun verdiği tepkiye bakınca şaşırmamak elde değil. Tartışılan oradaki vahşetin boyutları; çocukların, kadınların yani savaş dışı güçlerin olaylardan ne kadar zarar gördüğü değil de, İsrail'in mi, Hamas'ın mı haklı olduğu daha çok. Böyle olunca da, -yönetimleri geçiyorum- toplum bir türlü olayları içselleştirmiyor. Çünkü daha başından olayın tarafı olarak giriyor konuya. Dolayısıyla Hamas'ın nasıl bir ders verdiği, İsrail'in kalbine nasıl bir hançer sapladığı ya da tersi...
Olaylara böyle baktıkça, yaşanan utanç verici tabloya gözümüzü kapattıkça toplumsal hafızamızla hiçbir zaman yüzleşemeyeceğiz. Yönetenler de "devlet refleksi" mantığıyla daha nice insanlık dışı olaya imza atacaklar. Modern toplum, konu kendisi oluncaya dek kendini seyirci sanıyor. Savaşlar da çocuk oyunu mantığıyla binaların havaya uçtuğu, şehirlerin toz-duman içinde kaldığı, insanların adeta birer maket gibi havalarda uçuştuğu, parçalandığı görüntüler olarak gözümüzün önünden geçip gidiyor.
Bir an için bu seyirci olma halimizin dışına çıkıp, olayı hafızamızda canlandırmaya çalışsak, eminim olan bitenin korkunç bir insanlık dramı olduğunu daha iyi kavrayabiliriz. "Kavrasak ne olacak?" diyecek kuşkusuz insanlar. Doğru, ne olacak? Dünya bir anda insanlığını mı öğrenecek? Kuşkusuz değil, ama mevcut tavrın doğru olmadığı ortada, önce ondan uzaklaşmak en iyisi. Bu tavır insanlığın geleceği için sürdürülür bir durum değil.
"Kutuplaşma," her şey orada başlıyor. Vahşete uğrayanların dinsel, mezhepsel, ulusal kimliklerini sorgulamaya başlayıp, kendimizi olayın dışında ve hatta tarafı gibi gördükçe, yaşananları bir canlının acısı olarak görmedikçe çözüm zor görünüyor. Diğerleri "öteki" olunca, her türlü insanlık dışı vahşeti sindirmek de o ölçüde kolay oluyor. Olayın özü belki de burada. Dünyayı, ülkeleri yönetenler ve bu savaşlardan çıkarı olanlar da bunu çok iyi biliyor olmalı ki, daha en baştan kerameti kendinden menkul "stratejistlerini" sürüyorlar piyasaya. O andan itibaren olay bizim için bir "seyirliğe" ve tarafı olduğumuz kesimin "taraftarlığına" dönüşüyor.
O halde ne yapmalı?
Ulusal ve uluslararası sistemin bize çizdiği sınırları kabul etmemek. Belki de en başta yapılacak olan bu. Duygularımızı, düşüncelerimizi özgür bırakmak. Karşı çıkmak. En azından onların suçlarına ortak olmamak. "Ne olacak?" demeyin. Her bir sesin, her bir karşı çıkışın değeri çok büyük. Hiçbir şey değilse bile, sizi bir suçun, bir insanlık suçunun ortağı yapmaz en azından.
Bu mümküm mü?
Çok kolay olsaydı, yıllardır bu kadar eza-cefa çekmezdi muhalifler, aktivistler. İktidarlar muhaliflere hapishane yetiştiremiyor. Şu anda korkunç bir insanlık dramının yaşandığı İsrail-Filistin (Hamas) çatışmasına baktığımızda; uzunca bir zamandır Netanyahu Hükümeti'nin politikalarına direnen İsrailliler'i görmezden gelmek mümkün değil. Ama yetmediği ortada. Hamas'ın (Kimilerinin provokatif bir eylem olarak değerlendirdiği) son saldırılarının ardından tüm Batı dünyası tek ses olmuş gibi. Orada yıllardır büyük bir insanlık dramının yaşanıyor olduğu gerçeği ve şu anda her iki ülke halkının çok büyük bir bölümünün, çok büyük bir çatışmanın ortasında ölüm kalım mücadelesi verdiği gerçeği görmezden geliniyor. Öyle olunca da nefret adeta kalıcılaşıyor.
Sistemi dizayn edenler çok güçlü, doğru. Bir düğmeye basarak insanlığı yok edebilirler. Hiç kuşku yok, öyle. Ama biz olmadan, bizi ikna etmeden bunu yapamazlar, bunu da bilelim.
Oy verdiğimiz partilerin, hükümetlerin kölesi olamayız. Aklımızı, vicdanımızı hiçbir gerekçeyle yok saymadan, insanlığın yeni utançlarına mutlaka ve mutlaka karşı çıkmalıyız. Başka yolu yok. Yoksa, bugün seyircisi olduğumuz insanlık dışı olayların, yarın bizim gerçeğimiz olmayacağını hiç kimse garanti edemez.
Soruyu tekrar soralım: İnsanlık bu utançlarla nasıl baş edecek?