Dağlarda yanan çoban ateşleri yıldız olup birer birer kayarken, son zamanlarda sokakları dolduran kalabalıkların çığlığı onlara olan gönül borcumuzun bir tezahürü müdür? Eskileri zaten çok yazdık da hemen yakınlarda toprağa verdiğimiz gönül dostlarımızdan söz ediyorum. Sevim Belli, Edip Akbayram, Nihal Duruca Karaman...
Sevim Belli için çok söze gerek var mı bilmiyorum. Cumhuriyet tarihiyle yaşıt bir devrimciyi yolcu etti dostları. Büyük bir sevgiyle, dostlukla, gururla. Tarihten kendi payına düşeni onurla taşımış bir devrimciyi, bir aydını, bir bilim kadınını selamlıyor olmanın gururuydu bu. Yaşamını, anılarını yazdığı "Boşuna mı Çiğnedik?" adlı kitabında "Boşuna mı çiğnedik bu dünyayı?" sorusuna yanıt bulmaya çalışmıştı. Boşuna çiğnenmediğini bir kere daha görmüş oluyoruz son yolculuğunda.
Çoğu orta yaşı geçmiş yüzlerce insan birer birer gelip Şişli Camii'nin bahçesinden dışarıya taştılar. Simaları tanıdık, ama isimleri pek de kolayca hatırlanamayan adamlar, kadınlar... Kimi de televizyon ekranlarından tanıdığımız... Turgut Kazan takılıyor gözüme; göz göze gelince tanışırmış gibi tebessüm ediyorum, selamlaşıyoruz. Benim onu tanıdığım, ama onun beni tanımıyor olduğu gerçeğini bilerek. Çoğu sol partilerden tanıdık yüzler. Onlar, yani politikacılar daha alışık hiç tanımadıklarının selamına. Çoğu kişiyle göz göze gelince tebessüm edip selam veriyorlar.
Bir de bizim kuşağın devrimcileri var. Üçer beşer grup olmuşlar. Herkes birbirine bakıyor, daha çok da arkadaşlarının ne kadar yaşlanmış olduğuna şaşarak. Bu tür buluşmalarda kendi yaşlanmışlığımızı unutuyoruz çoğunlukla. Oysa, yüz yaşını devirmiş Sevim Belli'nin yanında çocuk sayılır çoğu. 65-70 yaş ne ki!
Tabut, omuzlara alınıp caminin kapısına varana dek o vakur duruşunu koruyan kalabalık, birden gökyüzünde çınlayan sloganlarla sokağa taşıverdi. Sanki yıllar öncesinin bir korsan mitinginde yolu keser gibi. O koca adamlara, kadınlara bir gençlik geliverdi göz açıp kapayana; dimdik, kararlı. Yüzlerdeki çizgiler, genç günlerimizin güzelliğine dönüverdi birden. O güzel insanların omuzlarında, Feriköy Mezarlığında toprak oldu Sevim Hanım. Artık dostlarının, sevenlerinin anılarında yaşayacak.
Daha Sevim Belli'nin toprağı kurumadan bu kez bir başka sevdiğimiz insanı veriyoruz toprağa, Edip Akbayram'ı. Bazıları için "biz onun şarkılarıyla, türküleriyle büyüdük" denir ya, işte o da öyle biriydi. Biz gençtik, büyük kavgaların içindeydik, o hep oradaydı, sahnelerdeydi gecelerimizde. Koca adamdı anlayacağınız. Aramızda sadece 5-10 yaş olduğunu düşünmedik hiç. Sanki o bizden on yıl önce de yirmi yıl önce de hep orada öylece haykırıyormuş gibi şarkılarını, türkülerini. Ölüm haberini alınca da yine bir tel kopuyor yüreğimizde, bir yaprak düşüyor savrula savrula. Hemen hayat hikâyesi düşüyor haber sayfalarına; bakıyoruz, çok da değilmiş yaş farkımız, şaşırıyoruz. 5-10 yaş fark ne ki? Demek, o kadar da yaşlı değilmiş bizden.
Bu kez de Teşvikiye Camisinin bahçesini dolduruyor dostları onun için. Sanki biraz sonra yine fırlayıverecek sahneye ve o güzel sesiyle "Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma," diyecek. Yüz binlerin omuzlarında da olsan, belediye görevlileri de taşısa tabutunu, bu dünyadan göçüp gidiyor olduğun gerçeği değişmiyor. Bu doğru, ama son yolculuğunda ardında sevgiyle, gururla yürüyen kalabalıklar olması da bir insan için ve geride kalan dostları için büyük onur, onu da bir kenara koyalım.
Hani bizim kuşağın devrimcileri için, Sevim Belli'nin yanında çocuk sayılır çoğu, dedim ya; işte onlardan birini daha uğurladık geçtiğimiz günlerde. Bir güzel türkü olup sevenlerinin omzunda geçip gitti bu dünyadan sevgili Nihal. Bursa Akademinin güler yüzlü, yiğit devrimci kızı... Doğa en soğuk gününü saklamıştı onun için; İzmit'tin dağlarında buz kesen bir rüzgarla karşıladı. Başka türlüsü de olmazdı, yakışmazdı Nihal'e... Tam da o an için bir türkü de söylerdi görseydi bu manzarayı. Ne yazık o türkü dökülemedi söze. Zaman olmadı, diyelim. Ah o zaman! Bir türlü yetmiyor.
"Bir şafaktan bir şafağa
Bir akşamdan bir akşama
Merhaba demeden daha
Bu gitmeler gitmek değil"
Böyle mi desek onun ardından?
"Bir insan nasıl doğarsa öyle yaşar" sözü üzerine düşünmüştüm bir zaman. Nihal'le yine düştü aklıma. İki büyük Adapazarı Depreminin enkazından az hasarla çıkmak nasıl bir kaderdir? Sevinmeli mi insan sağ çıktığına, yoksa o korkulara mı yanmalı? Biri daha çocuk yaşında, ikincisi artık kırkını geçerken. Bunun nasıl bir travma olduğunu anlatacak değilim. Hem Nihal'in hayatının yanında "travma" sözcüğü kendini çok çaresiz hisseder. Onu da demeden olmaz.
Evet, nereden başlamalı?
Gençliğimizin üniversite öğrenciliğinin bitmez tükenmez sorunları; hayatı savunma, haklı olduğun yerde durmanın dayanılmaz çekiciliği bir yanda, bir annenin koruma çabasının karşısında ayakta kalabilmek, ona bunu anlatamamanın çaresizliği bir başka yanda. Kolay mıdır bir anneye bunu anlatmak? Belki de ilk sınavıdır hayatın bize. O sınavlar da bir türlü bitmez ya...
Gün geçtikçe ağırlaşan bu sorunların üstesinden gelme çabası gençliğimizin bitmeyen uğraşları olur. Gencecik kızların, daha lise çağındaki çocukların umutlarının önündeki devasa sorunlarla daha o günlerde yüzleşir Nihal de, ama çok da dert değildir bütün bunlar. Gençliğin, güzel umutların yanında sözü mü olurdu, geçerdi bir biçimiyle. Onun gülen yüzünü, güzel umutlarını solduramazdı olup bitenler, soldurmadı da. Hepimiz o yıllarda biraz birbirimize benzeriz de, ama onunkisi bir derviş sabrı ve tahammülüdür ki, gençlikte biraz zor bulunan cinstendir. Hep daha beterinin henüz yaşanmamış olduğuna inat, bir umutlu bakıştır bu hayata.
Dilimin ucuna çok şey geliyor da söylemesi bir başka zor. Hem belki de kanatmayalım giderayak o yaraları da. İncinmesin sevgi dolu yüreği bir kez daha. Geçelim... Hikâyenin yarım kalan satırlarını kendileri doldursun dostlarımız. Bu da kaçışımız olsun söze dökülemeyen hayatlar adına. Gün olur yazılır belki...
Burası Türkiye, hayatın ve siyasetin çalkantıları bitmiyor. Kahramanı olduğun hayatın, kurbanı olmak da olmayacak şey değildir. Hayat, belki de en kötüyü hep daha sona saklamıştır. Ürkeriz, üzülürüz, direniriz, tutsak oluruz. Daha ötesi yoktur, diye düşünürüz. Hayatın ve insanoğlunun iyilikte olduğu gibi kötülükte de sınır tanımazlığı ile sınanırız. Bunların hepsi ve daha fazlasıdır Nihal'in yaşadıkları da...
Bunca zaman görüştük, dostluğumuz oldu da bu kötü günleri hiç duymadık onun ağzından. Sanki onun duyguları iyiye, güzele formatlıydı. Gelecek güzel günlere...
Söylemesem olmaz. Bu zor günlerin ardından hayata tutunmaya çalıştığı yıllarda, bir zamanların fedakâr yol arkadaşıyla sevgili oluvermesi de az bir güzellik midir? Sevgili dostum, bir direnç ve sabır abidesi Oktay'la yollarının kesişmesi belki de hayatın en güzel armağanıdır, kim bilir? Bizim kuşağın gençlerinin birçoğu için aşkın biraz geç gelmesi de bir başka gerçekliktir. Hem yaşın ne önemi var? Bir arkadaşım Nihal'in o günlerdeki bir buluşmada, bu ilişkiyi kendisine anlattığı anı "Çok mutluydu, yanakları pembe pembe olmuştu, bir şeyler olduğunu anladım o gün," demişti yıllar sonra. 18 yaşında oluvermişti işte, ne vardı bunda? Dayanamamış, birazdan dökülüvermiş, anlatmış yaşadığı güzel duyguları tüm sevecenliğiyle, sevgili Nihal.
Hayata bu kadar güzel duygularla bakılır da türküsüz olur mu? O bir türkü sevdalısıydı, bağlama ne de güzel yakışırdı eline. Akşamın bir vaktinde arardı bir gün Oktay, TRT'de Burdur türküleri olduğunu söylemek için. Türküler sensiz kaldı sevgili Nihal, çok yazık!
Yürek bir kere yaralanmayagörsün, gerisi geliyor. Daha, güzel günler ileride, derken bu kez ciddi sağlık sorunları çıktı ortaya. Bir zaman dayandı ona da, olurdu böyle şeyler, hayatın bir parçasıydı. Giderek ev ve hastane arasına sıkışmışken bile umudunu yitirmeden hayata tutunmaya çalışsa da buraya kadarmış, ne denir, ama oldu mu şimdi?
Bu da hayat karşısındaki çaresizliğimizdir, kim bilir?
Belki de biz hayatı ne sanıyorduk? "Hayat, şuncağız bir şey!" değil miydi? Güle güle sevgili kardeşim... Güle güle sevgili Nihal...