SON DAKİKA
Hava Durumu

Bana bir masal anlat

Yazının Giriş Tarihi: 10.01.2025 22:58
Yazının Güncellenme Tarihi: 10.01.2025 23:11

Tam 40 yıl önce, askerî cezaevinde Brezilyalı ünlü yazar Jorge Amado'nun, topraklarından kovulan ve iş bulmak umuduyla Sao Paulo'ya giden köylülerin destansı hikâyesinin anlatıldığı "Sonsuz Topraklar" adlı romanını okuduğumda, koca ülkeyi bir baştan bir başa geçmişim hissine kapılmıştım. Çok güzel bir roman olduğunu söylemeliyim. Konunun derinliğine ve olayların zenginliğine bakınca, bu romandan birkaç roman daha çıkarmış, diye düşünmüştüm.

Bir süredir Türkiye Tarihi'nin çok özel bir dönemine ve o dönemlere gençliğini, hayatını gömmüş devrimcilerin hikâyelerini anlatmaya çalıştığım yazılarıma bakınca da aynı duyguya kapılıyorum. Sanki yazdıklarım çok kısa birer özet, sadece birer başlık gibi. Yanlış anlaşılmasın; kendimi Amado'nun yanına koymak gibi bir hadsizlik yapmayacağımı bilirsiniz. Söylemeye çalıştığım, dönemin olaylarının zenginliği, karmaşıklığı ve o günlerin devrimcilerinin kısa ama karmaşık yaşam öykülerinin derinliğinden söz ediyorum. Çoğu zaman kendimi de içinde bulduğum o hikayelerin; kısa yaşamlarından geriye uzun hikâyeler bırakan o arkadaşlarımızın yaşam öykülerinin her birinin, çok daha uzun anlatıların konusu olabileceğini söylemek istiyorum, hepsi bu.

Artık yavaş yavaş yağmurlar başladı, sonbahar kışa karışıyor. Önce hava durumuna bakıyorum sokağa çıkmadan. Hava yağmurlu ise, sadece kapüşonlu bir kaban yetmez; rüzgar, fırtına yoksa şemsiye de almalı. Yağmur olunca şehirde hayat yavaşlıyor. Trafik, yolcu almayan taksiler; sırılsıklam minibüslere, otobüslere doluşmuş insanlar... Giysilerden ıslak kir kokusu yayılıyor. Hele de ayağında sağlam bir ayakkabı, bir bot da yoksa...

Hani bir gün, bir kaldırımın tam ortasında vurulmuş yatan Hrant Dink'in ayakkabısının altındaki yırtığı zoomlamıştı ya fotoğraf ve video kareleri; işte o hayatın kendisidir. Hangi dinden, hangi ulustan, hangi sosyal-siyasal, sınıfsal toplum kesiminden olursak olalım, o karede Hrant'la eşitleriz kendimizi. Bir çocuğun yüzündeki gülümseme açlığını, giysilerindeki yırtıkları örter de ayakkabısının altındaki deliği gizlemeye çalıştığı parmak uçlarını içe doğru kıvırmasını saklayamaz. O yırtık, sanki onun bir ayıbıymış gibi, orada öylece durur.

Ayakkabıdan açılmışken, '80 öncesindeki farklılıklarımıza mı getirsem sözü? Gözümde hep kahverengi süet ayakkabıları ve botlarıyla canlanıyor Çin ve Arnavutluk yanlısı sol gruplardan arkadaşlar. Yani, sadece ideolojik değildir ayrılıklarımız! Bu nasıl bir farktır, nereden gelen bir imajdır? Kızlarda da değişmezdi bu. Sahi, başka arkadaşların da böyle bir gözlemi var mıdır?

"Bana bir masal anlat, içinde tüm sevdiklerim, içinde umut olsun!"

Eski bir hikâyedir bu; çoğu arkadaş için pek de yabancı olmayan. Gün olur Taksim Meydanı'nda döner durursun, yapayalnız. Akşam olmuştur, kitapçı Mehmet'te kapatmıştır tezgâhı. Sular İdaresi'nin bitişiğinde, İstiklal Caddesi'nin girişinde yıllarca tezgâh açtı. Yüzü sakaldan, bıyıktan görünmezdi. Tanışırdık, selamlaşırdık yolumuz düştükçe, iyi bir dosttu, özel indirimler yapardı bizim için. Onun da "radikal" sol gruplardan birinden olduğunu söylemişti bir arkadaş. Hayat en renkli haliyle akıp gidiyordur bir yandan. Hafif ıslanmışsındır. Akşam olunca bir telaş başlar, "Sıkıyönetim" vardır, 12.00'de "Sokağa Çıkma Yasağı" başlayacak. Bir tur daha atarsın Galatasaray'a doğru. Bir umutla Turgut Özatay'ın kahveye uğrarsın bir kere daha; belki de bu kez tanıdık birileri çıkar şansına. Bir çay içilir, hatta Lades'te bir de tavuklu yumurta. Aslında tavuklu menemen demek daha doğru. Daha da ileri gidiyorum; Çiçek Pasajı'nda birer de bira ısmarlar arkadaşın. Bu arada akşam kalacak bir yerin de olmuştur. Umudunu hiç kesmeyeceksin bu kentten.

Yazları İstanbul biraz öksüzdür, öğrenciler gelmeden olmaz. Sonbaharla şehre hareket gelir. Özellikle şehir dışından gelenleri de giyinme, barınma telaşı sarar. Önümüz kıştır ne de olsa, ama dostların arasında kaybolup gidersin, olacaktır bir şekilde. Yağmurlu bir öğle sonrası, dernekte sıradan bir gün. O "sıradan"ın da bir ölçüsü yoktur da... Bir haber gelir: Saat beşte Altıyol'da korsan miting vardır. Avrupa Yakası'nda oturanlar için çok da bilindik değildir Altıyol. Kadıköy'de işte, boğanın orada; meydana kadar da yürünecektir belki. Erken gitmek olmaz, göze batmamalı, ama geç kalmak da olmaz. Vapur iskelesi her zaman kalabalık; inenler, binenler... Kalabalığa karışıverirsin, olmadı rıhtımda bir tur atılır.

İstanbul'un en keyifli hali, İstiklal'de yürümek; korkusuz, telaşsız, o içine karıştığın kalabalıkla eşitlersin bir anlamda kendini. Hele de yanında arkadaşlar da olunca; Tünel'e varıldı bile! Dünyanın en eski ikinci metrosu diye yazılıdır tarihçesinde; iki adımda Karaköy İskelesi. Hafif çiseleyen yağmur unutulmuştur bile; iskelede yerlere serilmiş dergilere, kitaplara dalıverirsin vapur gelene kadar. Vapur yanaştı bile, halatları bağlıyor görevliler şamandıraya. Biraz sonra da çözülüyor o halatlar. "Palamar bağlamak, palamar çözmek" de bu imiş; Efrahim Nevzat'ın "Gecenin Çanları" adlı şiir kitabındaki bir şiirle öğrendim onu da: "palamar çözdü/güzelcehisar vapuru" diyordu. Öylesi soğuk günlerde çay ocağına yakın bir yere çöküvermek ne güzel olur. Gidilecek "eylem" unutulmuştur bile, güle oynaya o anın keyfi çıkarılır, en çarpıcı espriler dökülür ortaya. Vapurun Haydarpaşa'ya yanaşması vakit kaybı gibidir; tam Kadıköy'e varacakken biraz mola gibi, olsun! O kocaman taşlar ve beton bariyerlerle kaplı dalgakıranla iskele arasına dalıverir vapur. Kayaların üzerinde çeşit çeşit martılar, balıkçıllar... O görkemli tarihi Haydarpaşa Garı'na inat, küçücük ve bir o kadar da sevimli vapur iskelesi... Şimdilerde bu vapur iskelesini her görüşümde o romandaki, (Salkım Hanımın Taneleri) o sahne gelir gözümün önüne, hüzünle gülerim.

"Varlık Vergisi" dolayısıyla iki yıldır Aşkale'de sürgünde bulunan bir grup, Haydarpaşa'da trenden inip yakınlarına kavuşmanın şaşkınlığını, telaşını yaşamaktadır. Sevinç, hüzün birbirine karışır. Vapura binip karşıya geçilecektir. Vapur iskeleye yanaşırken iskele binasının önündeki tabureye çıkan iskele memuru bağırır:

"Vapur parasızdır!"

Evet, sürgünlere vapur parasızdır!...

Anlatılan 80 yıl önceki bir an olsa da ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Sanki zaman durmuş. Bu ülkede bazı olaylar biraz garip yaşanır, onu da bir kenara not etmiş olalım...

Bir başka zaman, bir başka "korsan" için bu kez Kocamustafapaşa'dayız. Daha bir gün önce liseli bir kardeşimiz, yoldaşımız Kenan Aydemir bir eylem alanında, bir binanın çatısında yakalanmıştır ölüme. Liseli halleriyle çoktan büyümüş bir delikanlı olarak tanıdık onu da. Tıplı arkadaşımız Enis'in de kardeşiydi. O gün Kenan için oradayız. Adını koyamadığımız bir öfke ve gerginlik vardır üzerimizde. Her yanı asker-polis tutmuş. Henüz darbe olmasa da sıkıyönetim var. Yaklaşık üç yüz beş yüz kişiyiz. Bizi yürütmemeye kararlı gibiler, biz de dağılmamaya. Etrafımızı sarmış olan yüzlerce asker bir anda havaya, etrafa ateş etmeye başladı. Öylece kalakaldık. Hiçbir yere kımıldayamıyoruz, çok çaresiz bir andı, mermi kovanları adeta üzerimize yağıyor. Hayatımın en çaresiz anlarından biridir. Biraz sonra gruplar halinde polis otobüslerine doldurup Topkapı'da salıverdiler.

Bu olaydan, Kenan'ın ölümünden önce miydi, yoksa sonra mıydı tam hatırlamıyorum, büyük olasılıkla sonra olmalı; 1979 yazında Tıplı Enis'le bir kere daha kesişti yollarımız. Bir yaz kampına gidiyoruz. İstanbul'un değişik okullarından sekiz on kişiyiz. Hepsini de tanıyorum az çok. Bir gün öğleye doğru Enis'in şoförlüğünde çıktık yola. Aramızda bir doktor olmasını düşündükleri için miydi Enis'le olmamız, yoksa tesadüf mü bilemiyorum. Birkaç saatlik bir yolculuktan sonra, Karadeniz sahilinde bir yere vardık. Neresi olduğu ile ilgili bugün bile hiçbir fikrim yok. Muhtemelen birilerinin önceden bildiği ya da keşif yaptığı bir yer olmalı; Kastro, İğneada, Yalıköy?... Kumsalın gözden uzak bir yerinde indirdik eşyalarımızı. Çadırlar kurulacak; bir hafta on gün kadar bir süre orada kamp yapacağız; denize gireceğiz, dinleneceğiz, eğitim çalışması yapacağız, eğleneceğiz... Bilmiyorum. Zaten sanatoryumdan çıkalı bir ay olmuş, aslında güneş banyosu bile yasak benim için, ama benden başka kim biliyor ki bunu?...

Biz bir yandan çadır vs. için hazırlık yaparken, birden hava bozdu ve şiddetli bir yağmur başladı. Bir iki saat sonra yağmur durduğunda her taraf su ve çamur içindeydi, hava da oldukça serinledi. Ya biz erken gelmiştik ya da yaz geç kalmıştı... Hemen toparlanıp dönüşe geçtik. Bizim kamp macerası da başlamadan bitmiş oldu. Belki de bugün o kampla ilgili başka hikayeler anlatacaktım size, maalesef olamadı. O günlerden on on beş yıl sonra bir trafik kazasında kaybettik o güzel insanı, Dr. Enis'i de. Hızlı araç kullandığını söylerdi arkadaşlar. Ne diyelim; demek ki insan doktor da olsa, duygularına hakim olamıyor bazen. Sevgiyle anmış olalım.

Daha 16-17 yaşlarındaki çocukların hayatlarının, çok değil birkaç yıl veya birkaç ay sonra gelecek darbeye malzeme yapılan bir ülkenin gençleriydik. Hiç de yüksünmedik öyle olmaktan. Gidenlerden bir helallik istemek de geçmedi aklımızdan, ama ruhumuzun derinliklerindeki o yara da hep kanar bir yandan. Yeri gelir göz yaşı dökeriz, yeri gelir sıkılı yumruklarımızı savurarak gökyüzüne, bir selam göndermeyi akıl ederiz. Ya da yarım yüzyıla uzanan bir zaman diliminde, kiminin adları unutulsa da anılarını, hikayelerini bir yazıya konu ederiz.

Yıl 1978-'79, bir gün önce öldürülmüş liseli bir devrimci çocuğun kocaman resminin basılı olduğu afişleri geldi derneğe. Son görevimizi yapacağız; bir gün yırtılıp yok olana kadar kalacağı sokakların duvarlarına yapıştıracağız onları. Anneleri, babaları, kardeşleri, yakınları ağıtlarla acılarını yüreklerine gömerken, biz de en iyi bildiğimizi yapacağız, "ölümsüzleştireceğiz" onları. Tanışıyor olup olmadığımızın ne önemi var; "bizden" birileri, aynı kavganın bir parçası olmaları yetmez mi? Hatta daha da ileri gidelim tarihsel ve evrensel geçmişimizin ışığını da alırız arkamıza; bir kolumuzda da Che'nin afişleri vardır, onlar da asılacak o duvarlara.

Gecenin bir vakti de olsa, Şişli-Taksim arasındaki Halaskargazi Caddesi'nde o işi yapmak o kadar da kolay değil, daha başlamadan damlıyor bir polis ekibi. 10-15 kişiyiz, bu kez polis de gelse dağılmak yok. Biraz sonra yavaş yavaş geçiyor bir ekip otosu, aldırmıyoruz. Daha bir iki dakika geçmeden diğer yönden geldi bu kez. Geldiği gibi de atlayıp otomatik silahları üzerimize doğrulttular. Kaçmadık, alıp götürdüler; iki gece kaldık oralarda. "Liseli bir çocuk öldürülmüş, arkadaşları getirdi afişleri," dedik. Che için de fazla söze gerek yok, her şey ortada. Bıraktılar iki gün sonra. O gece orada olan arkadaşlardan biriyle, Faik'le yıllar sonra karşılaştığımızda "O yakalanma hikâyesi hep karşıma çıktı, akademik kariyer yapacaktım, yapamadım," demişti. Neyse ki sonraki yıllarda o "akademik kariyer" de yapıldı, Profesör oldu arkadaşımız.

Araya giren on yıl, hayatın kısa bir özeti gibi.

Askeri cezaevi ve askerlik sonrasında tekrar yaşama tutunma çabasıyla geldiğim bu şehirde, artık bir yabancı gibiyim. Yine de Taksim'de kalabalığa karışmış olmak, bu yabancılığı az da olsa gizliyor gibi ya da ben öyle olmasını umut ediyorum. Akşam gidecek bir yerim var mı, o bile belli değil. En utangaç haliyle yaptığım kitap pazarlama işinden arta kalan zamanda kültür-sanata, sosyalleşmeye de zaman ayırmaya çalışıyorum. Yeri gelmişken iki yıl önce cezaevinden yeni çıktığım günlerde tam da orada, tanıdık üç arkadaşla karşılaşmıştık. "Bir yerlerde oturalım," dediler ve bir kafeteryada oturmuştuk bir süre. Aslında onlar da değişik zamanlarda cezaevinden çıkmışlardı ve hatta biri de benim çıktığım günlerde. Konuştuk oradan buradan. Aileleri İstanbul'da yaşadığı için, bana göre daha şanslılar. Birinin elindeki bir tomar bilete takıldım, o günlerdeki bir "Klasik Müzik Festivali"nin mi, "Caz Festivali"nin mi biletleri? Neredeyse etkinliğin tüm konserlerine bilet var. Bir kere çok pahalı biletler, ayrıca arkadaşımızın sosyalitesine de şaşırmadım değil. Kendimi çok eşitsiz hissettiğim anlardan biridir. Yeri olmasa da anlatmış oldum.

Yine o güne dönelim...

Aslında pazarlama bana göre değil, tanıdık birine rastlasam çantamı gizlemeye çalışıyorum, ama başka da bir iş yok. Sonbahar olmalı. O ikindi vakti bari bir sinemaya gideyim, dedim. Dünya Sineması; filmi hatırlamıyorum, sıradan bir film olmasa gerek. Film arasında koluma taktığım montumla yalnız başıma bir kenarda dikiliyordum. O da ne? Tanıdık iki yüz; sekiz dokuz yıl öncesinin yol arkadaşları: Sevda, Selma; coşkuyla sarıldık. Filmin devamını izlemem için ısrar ettiler. Onlar fuayede beklerken, ben filmin ikinci yarısını da izlemiş oldum. Bir daha hiç ayrılmadık, demesem de o günden sonra hep görüştük. Sevda ile sevgili olarak, eş olarak bugünlere taşıdık beraberliğimizi.

Hani dedim ya, "Umudunu hiç kesmeyeceksin bu kentten." İşte öyle bir şey!

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.