SON DAKİKA
Hava Durumu

Anıların arasından insan hikâyeleri

Yazının Giriş Tarihi: 11.09.2023 10:30
Yazının Güncellenme Tarihi: 11.09.2023 10:49

Bir söz vardır, "Geçti de, delip geçti" derler.

Aradan uzun yıllar geçmiş olsa da, 12 Eylül Faşist Darbesi bu toplumun hafızasında hiç silinmeyecek derin izler bıraktı. Dile kolay! Tam 43 yıl geçmiş. Geçen zaman, süreci yaşamış her bir insan için çok farklı anlamlar ifade etmektedir. Hayat bir biçimiyle devam ediyor, ama nasıl? Geriye dönüp baktığımızda o günleri yaşayanların ayak izleri takılıyor belleğimize. Belki de kısacık hikayeler.

İşte, öyle bir hikaye...

Birinden bir silah alıp, bir başkasına satmanın bir gün neden "suç" olduğunu Kamil  amcaya kim anlatacak?

Konu çok eskilere dayanıyor. 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden olsa olsa 6 ay geçmiş, tutukluluğumuzun ilk günleri. Değirmendere yakınlarında müthiş bir doğal güzelliğin tam ortasındaki Konca Askeri Tutukevi'ndeyiz. Emniyette geçen üç ayın ardından, belki bir sıcak yemek geçecek boğazımızdan. Bir yatakta upuzun uzanıp yatma keyfi belki de. 202 kişinin olduğu çok kalabalık, karmakarışık bir koğuşa atılıyoruz, bir çuval gibi.

Ama, o günlerde oralarda yalnız kalmamız mümkün mü? Tanıdık tanımadık birçok arkadaş karşılıyor. Hatta biraz da bekliyorlarmış, daha önceden almışlar haberimizi. Sevgili dostum Ali Çiçek'le de ilk kez orada karşılaşıyoruz. Çok konuşkan, fıldır fıldır koşuşturuyor. Her şey çabucak organize edildi, herkesin ranzaları, yatakları ayarlandı. Esat'la zaten tanışıyorlar İzmit'ten. Bize biraz torpil yaptığını söylemeliyim; koğuşun en aydınlık yerinde, pencere önünde, orta ranzada birer yatak. Pencereden baktığımızda, yukarıdaki vadinin müthiş doğal güzelliği görünüyor. (Aslında cezaevinde bunun pek de iyi bir şey olmadığını sonraki yıllarda, mahpusluk tecrübem arttıkça, yaşayarak öğreniyorum. Bu da başka bir konu.)

Aylardır ilk kez deliksiz bir uyku çekiyorum. Ertesi sabah kalktığımda artık yeni bir hayata başlamak için çabalamaya hazırım. Sevgili dostum Esat'la emniyette başlayan derin sohbetlerimiz orada da devam ediyor. Koğuş, tam bir curcuna. Kimler yok ki; Batı Karadeniz'in, Bolu'nun, Adapazarı'nın silah kaçakçıları, sigara kaçakçıları; yine tüm bu illerden ve Bursa, İnegöl, Kocaeli yöresinden devrimci, demokrat insanlar. Özellikle İnegöl ve Bolu'dan çok sayıda öğretmen de var. Bolu'da İngilizce öğretmeni olan Saffet'le de orada tanışıyoruz. Saffet evli, daha yeni baba olmuş, küçücük  kızlarının anılarıyla dopdolu. Anlatıyor haliyle bana da; bugün geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki, ben orada onu anlamaktan çok uzağım. Sanıyorum zaten o günlerin heyecanında, yoğunluğunda Saffet de bunun pek  farkında değilmiştir. En azından ben öyle umut ediyorum.

Adı, yıllar sonra (1991), Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemerinden, Zonguldak ve civarında başlayan, yüzbinlerin katıldığı Büyük Madenci Direnişi'nin ve yürüyüşünün önderleri arasında anılacak olan Sabri Cebecik'le de orada tanışıyoruz. Farklı siyasî gruplardan olsak da, kısa sürede iyi dost olduğumuzu söyleyebilirim. Daha çocuk yaşlarında maden ocağında başlayan yaşam deneyimine ilişkin anıları kendi ağzından, Konca'da dinlemiştim ilk kez. O genç yaşında hayatın olgunlaştırdığı sırım gibi bir delikanlıydı. Mutlaka başka hikâyelerin, başka anlatıların konusu olmuştur, olacaktır. Ona da bir selam göndererek geçiyorum şimdilik.

Günler geçtikçe oradaki yaşamın bir parçası oluyoruz. Etrafımızdaki insanları tanımaya, anlamaya çalışıyoruz; öncelikle aynı davadan yargılandığımız arkadaşlarla komünal ilişkiler oluşturuyoruz. Bunlar oradaki varlığımız için yaşamsal değeri olan işler. Aynı koğuşta baba-oğul olarak kalanlar da var. Hüseyin amca ve Ömer Köse bizim aynı komünde birlikte olduğumuz arkadaşlarımız örneğin. Yine, Mustafakemalpaşa'nın bir köyünden genç bir çocuk ve henüz 45-50'sinde olan babası. Çocuk siyasî bir davadan, babası da "örgüte yardım ve yataklık"tan tutuklu. Saçma sapan, trajikomik durumlar.

Daha tutukevine gelmeden, emniyette karşılaşmıştım bir baba-oğulla. Yanılmıyorsam, onlar da Mustafakemalpaşa'nın bir köyündendi. Hilmi amca Köy Enstitülü, 70'li yaşlarında emekli bir öğretmen, oğlu da daha 20'lerinde, liseyi yeni bitirmiş bir delikanlı. Hilmi amca şaşkın, olup bitenlere bir anlam vermeye çalışıyor. Sevimli yüzü, ışıltılı gözleriyle etrafı süzüyor. Emniyetteki sorgulu, işkenceli günler kısmen bitmiş, artık nezarette kalabalık bir grupla birlikteyiz. Yaklaşık iki aydır ilk kez başımı yıkadım.

Bir sabah, daha çoğunluk yatarken ayaktayım. Toplu yatılan ortamlara aşina oluşumdan mıdır, yoksa örgütsel disiplinden gelen bir insiyatifle mi "Haydi beyler kalkın, günaydın!" dedim. Toplanacak yatak, yorgan olmasa da, her toplu yaşanan yer gibi, orada da bir düzen olmalı! Hilmi amca tüm sevimliliğiyle yanıma geldi biraz sonra; yaşlı, gülen  gözlerini yüzüme dikerek, "Halil bey, sağ olasın, bu sabah çok mutluyum;  iki aydır ilk kez biri bana 'bey' dedi, 'günaydın!' dedi, insan olduğumu hatırladım."

Oğlu, sanırım hayattadır, selamlar gönderiyorum.

Hüseyin amca ile Ömer Köse'yi nasıl unuturum. Ömer abi Gemlik'ten, sendikacı kontenjanından aramızda. Ne de olsa Gemlik bir sanayi kenti. Ama sendikacı da olsa, can güvenliği sorunu herkes için geçerli; onun silahı da babasının, Hüseyin amcanın evinde yakalanmış. Bu yüzden o da örgüte yardım ve yataklıktan tutuklu. Bizim için neyse de, Hüseyin amca için hiç de bildik bir ortam değil. Elimizden gelen dostluğu göstersek de, Müşküle'nin, yani köyünün, ailesinin özlemine çare olamıyoruz, dalıveriyor uzaklara mavi gözleri.

Ali Çiçek'i çok severdi, "Alim, mutlaka bekliyorum Müşküle'ye, kuzu keseceğim size," derdi. Ali'nin çıkması uzun sürdü; eğer halâ Hüseyin amca yaşıyorsa bile, Ali Çiçek'in gidip, onu görmesi mümkün oldu mu bilemem. Güzel üzümlerinin yanında, eski solculara evsahipliğiyle de anılır Müşküle. Onu da unutmayalım. Bugün artık aramızda olmayan Hüseyin amcaya ve Ömer abiye bir kere daha selamlar gönderiyorum yıllar sonrasından. Işıklar içinde olsunlar...

Yanımdaki arkadaşım Esat'ın bitişiğinde de bir başka baba-oğul var: Kamil amca ve oğlu Enver.

Kamil amca o zaman 63 yaşlarında, oğlu Enver de 45'ine yakın. Bursa-Yenişehir'in bir köyünden oldukları kalmış aklımda. İkisi de tam bir köylü; konuşmaları, davranışları, giyim kuşamları ve hatta köşeli şapkalarıyla. Kamil amca, gün görmüş adam; yemek-içmek, sohbet etmek istiyor. Ama ortam, etrafındaki insanlar, askeri tutukevinin kuralları ve hatta paranın bile hiçbir şeyi satın alamadığı bir dünya. Yine de Enver elinden geleni yapıyor babasını rahat ettirmek için.

Anlaşılan o ki, sözünü ettiğim diğer baba-oğulların tersine, Enver'in alınması da babasından kaynaklı. Kâmil amca yaşadığı köyde ya da o civarda silah almak isteyenlere tabanca bulup getirmiş. Öyle profesyonel bir kaçakçılık değil bu; biri bir gün bir tabanca sorduysa, belki üç beş ay sonra kuşağında bir Kırıkkale'yle çıkagelmiş ve bundan da az buçuk yolunu bulmuş. Bu, yıllar yılı hep böyle sürmüş; ne zaman ki darbe olup, herkes biribirini ihbar ettikçe, sıra Kâmil amcaya da gelmiş.

Daha 1981 yılının ilk ayları, göz gözü görmüyor. Mülazım, (Donanma'nın anlı şanlı sivil hakimi) kök söktürüyor, iki üç celsede 13,5 yıl ceza vermiş Kamil amca ile oğluna. Olacak şey değil, Kamil amca, bir türlü akıl erdiremiyor bu işe. Birine bir silah sattı diye, böyle bir ceza olur mu? Hem o köylerde silahsız adam mı var ki? Ama sonuç ortada. Yine de umudu kesmiyor Kamil amca; yargıtay bozar zaten bu cezayı, diye düşünüyor. Ayrıca zaten iki ay sonrası 19 Mayıs, Atatürk'ün 100. doğum yılı; af çıkmaması mümkün mü?

Pire Mehmet, sabahtan akşama politik söylev çekiyor, Kamil amca ile Enver'e. Buna pek bir itirazları yok aslında, ama konu "af çıkmayacağı" yorumuna gelince, çok kızıyor Kamil amca, boyun damarları uzayıveriyor, "Memedim, ne diyon sen, af olmadan olur mu?" diyor. Neredeyse günde iki posta bu tartışma oluyor.

Esat'la benim tahammül sınırlarımızı zorlasa da, katlanıyoruz pire Mehmet'e. Onu da başka bir siyasî davadan, Gebze'den getirmişler. Kısacık boyuyla fıldır fıldır. Kitle ilşkisi kuracağını, örgütleyeceğini sanıyor onları. Oysa, ne Kamil amcanın, ne de Enver'in hiç o taraklarda bezi yok. Boşuna çaba, ama olan bize oluyor. Biz de kısa sohbetler ediyoruz arada Kamil amcayla, ama olmayacak işler peşinde olmadan, keyif için.

Hiç bu kadar çocuklarından, torunlarından ayrı kalmamış Kamil amca, hasretlik çok ağır geliyor. Ziyaretine gelen eşine sıkıca tembihliyor; çocuklara, torunlara para verilsin, ziyarete gelmeleri için. Bu arada, Enver'in onun yüzünden mağdur olmasına da bir türlü gönlü razı olmuyor. Zaman zaman çok alçak sesle, ona kızlardan daha çok tarla vereceğini de söylüyor.

Kuru soğanın bile yasak olduğu günler.

"Ne olacak kuru soğan?" demeyin, salata falan olmayınca, yemeğin yanında ne çok canı çekiyor insanın. Kuru soğanın yasak olması, suyuyla görünmez yazı yazılabilmesindenmiş. Oralarda insan yaratıcı oluyor, öyle olunca da her şey yasak. Bu da başka bir hikaye.

19 Mayıs gelip geçiyor, af da çıkmıyor tabi. Hatta tam tersine, cunta daha da sertleşiyor, her gün yeni yeni ölüm haberleri geliyor. Üç beş ay sonra kötü haber geldi, cezaları onanmış. Gerisi sivil cezaevinde çekilecek cezanın ve İzmit Cezaevi'ne sevkleri çıkıyor. Neredeyse daha 8 yıl var yatılacak. Kamil amcaya nasıl anlatılacak bu?

Bir gün bizim de bir başka tutukevine sevkimiz çıktı; yeni insanlar, yeni hayatlar... Anılarımın bir yerlerinde hep olsalar da, çoktan unutmuştum günlük yaşamımızın sorunları arasında. Oralarda biraz geç de olsa, haberler çabuk yayılır. Bir yıl kadar sonra ölüm haberi geldi İzmit Cezaevin'den Kâmil amcanın. İçim cızz etti. Birbuçuk yıl öncesinin anıları canlandı gözümde. Bugün bu satırları yazarken de, artık aramızda olmayan sevgili dostum Esat'ın.

Umudun bittiği yerde, daha fazla dayanamadı demek ki Kamil amcanın yorgun bedeni. Kalan yılların Enver için zor geçtiği çok açık. Yemeğinin içindeki tek parça kuşbaşı eti, babasının tabağına aktarırken, "Al buba!" deyişini hala unutmuş değilim. Kâmil amcanın da hiçbir zaman buna itiraz etmeyişine şaşarak.

Şimdi soruyu tekrar soralım: Kamil amcayı kim anlayacak?

Birinden bir tabanca alıp, birine satmanın bir gün "suç" olacağını Kamil amcaya kim anlatacak? Bir tabanca satmanın her zaman "suç" olduğu gerçeği bu soruyu değiştirmiyor.

12 Eylül'ün çok anlatılan, yazılan, çizilen ağır politik hikâyeleri arasında, bu küçük hikâyelerin de bir yeri olsun istedim. O acı, bütün bir toplumun, sıradan insanların da acısıydı. Bu vesile ile o günlerde yaşamını yitiren tüm arkadaşlarımızı da saygıyla anıyorum. Hayatta olanlara sevgiler, selamlar gönderiyorum. 

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.