Yine Kaz Dağları... Yine insanın bunca zulmüne, doğanın bunca direnişinin öyküsü... Bir yandan da bir grup insanın bitmez bir enerjiyle doğayı, insanı, insan sağlığını savunusunun saygı duyulası öyküsü. Doğa kendine kalsa, her türlü yakıp yıkmaya bir çözüm buluyor da siyanür denen zehri nereye saklasın? Denk olmayan bir savaş bu.
Otuz üç yıl önce Altınoluk'u ilk kez gördüğümüzde, üzerimizdeki gençlik aşkının coşkusuyla, doğanın o müthiş güzelliği birbirine karışıyordu. Türlü destanlarla, "Sarıkız" hikâyeleriyle süslenen bu yörenin keyfini çıkarıyorduk Cavit Pansiyon'da. Daha henüz o güzelim dağların, vadilerin yeşilliklerinde iş makineleri kamp kurmamışken.
Sahilin çok yakınında, daracık bir sokakta, tek katlı küçücük bir yapıda birkaç oda topu topu. Üzerini o harika asma çardağının kapladığı küçücük bahçeyi, içinden şırıl şırıl suların aktığı bir cennet köşesine çevirmiş Cavit Bey. Bizim için de harika bir aşk yuvası gibi. Cavit Beyin o bitmez tükenmez azmi, o müthiş pazarlama yeteneğiyle de birleşince harika bir eğlence mekanına dönüşüyor bizim küçük pansiyon. Hele o akşam bizi eğlendirmek için kendini paralarken şans da yüzüne gülüvermişti sanki Cavit Beyin: O ne? Yoldan geçen iki güzel kız, harika danslarıyla eğlencemize konuk oluyorlar. Bir başka mekânda insanları eğlendirmek için dans ettiklerine şüphe bırakmayacak kadar işinin ehli bu güzel dansçılar bizim bahçenin eğlencesine karışıverdiler. Eğlence sokağa taşıyor... Hayat, Cavit Beyin tanıtım çabalarını ödüllendirmişti bir anlamda.
Gündüzleri bir kilometre yukarıdaki eski köye çıkıyoruz. Bir zamanlar Altınoluk sadece orasıydı belki de... Aşkla, coşkuyla fotoğraflar çekiliyor daracık sokaklarda. Cumbalar birbirine yaslanmış âdeta, uzatsalar elleri değecek karşıdakine. Henüz fotoğraf çekilmek için benim bile pek de çekimser olmadığım yıllar; halâ kendimi beğeniyordum demek! Köyün meydanında bir kahvenin tahta masasında gözleme yemeden olmaz, âdeta buğusu tütüyor üzerinde. Çaylar da turistik tarifeye geçmemiş daha. Her yer zeytin, zeytinyağı ve sabun...
Bazen yürüyerek, kimi zaman araçla dağa doğru yukarılardaki köylere çıkıyoruz; rüya gibi her şey... Kaz Dağları ile de ilk tanışmamız. Dünyanın oksijeni en bol yeri olduğunu söylüyor kime sorsan. Tahtakuşlar, Adatepe, Yeşilyurt köyleri... Geçmişten günümüze kültür tarihinin elçiliğini yapar gibiler. Kimi ünlü sanatçılara da ev sahipliği yaptılar yıllarca. Tuncel Kurtiz de o köylerin birinde, Çamlıbel'de yaşadı bir zaman. Bugünlerin Kaz Dağlarını görmemiş olması şanstır belki de kim bilir?
Edremit Körfezi ayaklarımızın altında. Uzaklara, çok uzaklara bakıyoruz; Burhaniye, Ören, Gömeç... Ayvalık da görünür müydü acaba?

Günün keyifli yorgunluğuyla ve acıkmış olarak yine sahile iniyoruz. Çınar altındaki kocaman çay bahçesinin bir yanı da kebapçı. Önce salata geliyor sofraya. Masa örtüsü falan kimsenin umurunda değil, tahta masaya koyuveriyorlar tabakları. Salataya boca ediliveren zeytinyağına ne de çabuk alışıyor insan. Daha yemekler gelmeden dalıyoruz salataya; müthiş bir lezzet. Salatanın suyuna son lokmalarımızı batırırken, göz göze geliyoruz eşimle; yemek gelmeden bitti bu, ne olacak şimdi, der gibi!
Esnaf çok dost canlısı, sanki bir zamanlar çıkıp gittiğiniz köyünüze, kasabanıza tatile gelmişsiniz gibi. "Bu körfezin suyunu içtiniz, havasını soludunuz artık her yıl gelirsiniz" diyorlar. Haksız da sayılmazlar, yıllarca o yörede, özellikle de Burhaniye-Ören'de geçirdik tatillerimizi. Ama üç gün, ama beş gün körfezin serin sularının sessizliğinde batırdık akşam güneşini. Akşamın alacakaranlığında usta işi bir suluboya resmine çizilmiş gibiydi Kazdağları'nın ince silüeti.
Aslında Altınoluk o bölgenin en erken bozulan yöresi oldu. Müthiş bir yapılaşma ve arkası geldi. Unutmadan, Necmettin Erbakan'ın da bir çiftlik evi vardı Altınoluk'ta o yıllarda. Küçükkuyu yönünde, etrafı duvarlarla çevrili bir çiftlik evi. Düşünüyorum da bugünün iktidar elitlerinin çoğu genç yaşlarında Erbakan Hocanın o çiftliğine konuk olmuşlardır belki de. Son yıllarda Kaz Dağları'nın başına gelenleri düşündükçe birileri o günleri hatırlıyor mudur, çok merak ediyorum. Belki 20 yıl önce olsa hatırlarlardı da artık oralar geçileli çok oldu. Yanılıyor muyum? Sanmam...

Sadece yeşili, doğal güzelliği, havası, suyu bir yana; büyük bölümü güzelim zeytin ağaçlarıyla kaplı o dağların birçok yerine şantiyeler kuruldu bir zamandır, altın aramak için. O güzelim dağların yağır eşek sırtı misali, kazılmış hallerini görüyoruz ekranlarda, içimiz acıyor. Başka hiçbir şey olmasa da sadece bu görüntüler bile az bir kayıp mıdır? Dev siyanür göletlerinin bölgenin havasını, suyunu, tarım alanlarını ne kadar zehirlediğini bilen var mı? Yerli işbirlikçileri eliyle uluslararası tekellere peşkeş çekiliyor olduğu gerçeğini de bir kenara koysak bile... O dağların altındaki altın madeni yöre halkının mezarı olmaya dönüşmüş çoktan. Artık çocuklarına anlatacakları "Sarıkız" öyküleri yarım kalacak. Zeytinlerine, zeytinyağına, tarım ürünlerine güven kalmamış şimdiden. Varın geleceği siz düşünün. İnsanoğlunun altın yumurtlayan tavuğa tahammülü yok, asıl sorun bu.
Yeri gelmişken dünyanın öbür ucundan bir öykü anlatmalıyım.
1834 yılı, bir Amerikan vapuru Le Havre Limanı'ndan hareketle Newyork'a doğru yola çıkarken, yolculardan biri de Basel yakınlarındaki bir kasabada yaşayan Agust Suter'dir. Hırsızlık, poliçe sahtekarlığı suçlarından aranan borç batağındaki bu adam, karısını ve üç çocuğunu yüz üstü bırakarak evinden ayrılmış; Paris'te sahte belgeyle bir miktar para edinerek, yeni bir yaşam umuduyla Newyork gemisine binmiştir. Tek umudu bir an önce okyanusu aşacak bu gemidir.
Gemi 7 Temmuz'da Newyork'a varır. Suter iki yıl orada kalır; ambalajcı, dişçi, eczacı olur, taverna işletir, biraz para biriktirir. Bir gün zamanın büyülü seline uyarak Misuri'ye gider. Orada küçük bir mülk edinerek çiftçilik yapmaya başlar. Ama ruhunda da bir maceracılık vardır. Evinin önünden akın akın Batı'ya giden ve Batı'dan gelen insanların öykülerine de ilgisiz kalamaz. Uçsuz bucaksız bozkırlar, manda sürüleri ve Kızılderililer...
1837 yılında tüm mallarını satar; atlar, arabalar ve manda sürülerinden oluşan bir kafile hazırlayarak Kaliforniya'ya doğru yola çıkar. Uçsuz bucaksız bozkırlar geçilir. 1838 yılı Ekim ayında Fort Vancouver'a varırlar. Kafiledeki üç kadın yolda ölmüştür; iki subay ve beş misyoner de bu yolculuğa dayanamayarak kafileden ayrılırlar. Suter yalnız kalmıştır. Vancouver'daki iş tekliflerini reddeder. Kırık dökük bir yelkenliyle Büyük Okyanus'a açılır. Sandwich Adaları'nı ve Alaska'yı geçip sonunda San Francisco adında ıssız bir yerde karaya çıkar. Suter, kendisine bir at kiralayarak aşağıdaki verimli topraklara, Sacramento Vadisi'ne iner. Gördüğü manzara müthiştir, burada değil bir çiftlik, bir krallığa yetecek kadar toprak vardır. Ertesi gün doğruca halkı yoksulluktan kıvranan başkente, Monte Rey'e gider ve valiyle görüşür. Bu harap toprakları işleyip küçük bir sömürge devleti, Yeni Helvetia'yı kurmak istediğini söyler. Vali bu maceracı adama inanır ve 10 yıllık bir imtiyaz verir.
Avrupa'dan ayrılalı beş yıl geçmiştir. Suter bir kere daha her şeye yeniden başlamaktadır, ama bu kez çok daha iddialı ve özgüvenli olarak. 150 adamı; yiyecek, tohum ve cephane yüklü 30 manda arabası, katırlar, sığırlar, koyunlarla... Yeni Helvetia'yı kuracak ordu bundan ibarettir bir anlamda.
Verimli toprakların üzerindeki ağaçları ateşe vererek kendilerine yeni tarım alanları açarlar. Neredeyse daha dumanı tütmekte olan verimli topraklara tohum ekilir, ağıllar hazırlanır. Kısa zamanda çok büyük başarı sağlanır; ambarlar dolmakta, sürüler çoğalmaktadır. Kanallar açılır, değirmenler kurulur, kısa zamanda Yeni Helvetia gittikçe gelişerek büyük bir yerleşim merkezi haline gelir. Kaliforniya kıyılarında demirleyen gemilerin tüm ihtiyaçlarını karşılar olur. Fransa'dan asma fideleri getirterek bağlar kurulur. Kırk beş yaşındaki Suter, artık Fransız bankalarında hesabı olan saygın bir adamdır. Tam 14 yıl sonra kendi İmparatorluğunu kurduğu o günlerde, yıllar önce dünyanın öbür ucunda yüzüstü bıraktığı karısını ve üç çocuğunu aramak gelir aklına ve onlara bir mektup yazarak yanına, prensliğine çağırır. Bu arada ABD bu bağımsız sömürgeyi Meksika'nın elinden alır. Böylece her şey güven altına da alınmış olur.
Suter, 1848 yılı ocak ayında doğramacısı Marshall'ı bir bıçkıhane kurması için çiftliğine gönderir. Ama bir gün sonra heyecanla geri gelir Marshall ve cebinden çıkardığı bir avuç kumun içindeki birkaç sarı taneyi göstererek onların altın olduğunu düşündüğünü söyler. Suter, tanecikleri inceler; evet altındır! Ertesi günü Marshall'la birlikte çiftliğe gitmeye karar verir, ama Marshall, fırtınaya rağmen sabahı bekleyememiş ve o gece gizlice çiftliğe gitmiştir. Sabahında Suter de çiftliğe varır. Biraz araştırınca yörenin toprağında altın zerreciklerinin çokluğunu görür. Bu topraklar onundur ve artık dünyanın en zengin adamıdır.
Dünyanın en zengin adamı... Hayat her zaman göründüğü gibi olmuyor. Daha bir hafta geçmişken çiftlikte herkes öğrenmiştir Suter'in sırrını. Eline bir kazma kürek, kalbur alan tüm çiftlik çalışanları, altın bulunan bölgeye akın ederler. Tüm çiftliklerde işler durur. Çobanlar, demirciler, askerler; herkes herkes işini bırakmış altın aramaya çıkmıştır. Sağılmayan inekler böğüre böğüre ölür, manda sürüleri açlıktan, susuzluktan ağılları yıkarak ekili alanlara saldırırlar. Âdeta her şey yağmalanmaktadır. Koca ülkenin tüm çarkları bir anda durmuştur. Dünyanın dört bir yanından altın arayıcıları bölgeye akın ederler. Artık o toprakların bir sahibi yoktur, hızla her şey yağmalanmaktadır. Suter bir anda beş parasız kalmıştır. Altına hücum, âdeta bir çılgınlığa dönmüştür, sadece Newyork'tan yüz gemi yola çıkmıştır. Herkes Suter'in topraklarını kendi toprağı gibi eşelemektedir. Resmî mühürlü belgeyle kiralamış olduğu San Francisco toprakları üzerinde hızla yeni bir kent kurulmaktadır. Artık Suter'in Yeni Helvetia'sı yok olmuştur. Bir kere daha iflas etmiştir.
Bu arada İsviçre'den yanına çağırdığı karısı ve üç oğlu gelir, ama uzun yol yorgunluğundan bitkin düşen karısı daha geldiği gün ölür. Suter oğullarıyla birlikte yeni bir çiftlik kurar ve çalışmaya başlar.
Yıl 1850. Kaliforniya, Amerika Birleşik Devletleri'ne katılmış ve yeni bir düzen kurulmuştur. Suter yeniden ortaya çıkar ve o topraklar üzerindeki hakları için dava açar. Hatta bu arada büyük oğlunu davayı yürütmesi için hukuk eğitimi aldırmak için Washington'a gönderir. Suter, kalan tüm maddi varlığını da bu dava için harcar. Mahkeme dört yıl sürer, 1855 yılında Suter'i haklı bulur. Suter, bir kere daha dünyanın en zengin adamıdır, ama kâğıt üzerinde.
Mahkeme kararının duyulması üzerine bölgedeki toprakları ve yapıları sahiplenmiş olan binlerce kişi önce adliye sarayını ateşe verir, sonra da Suter'in çiftliğine saldırır. Sıkıştırılan büyük oğlu kendini vurur; biri de saldırganlar tarafından öldürülür, kaçmayı başaran üçüncü oğul da anavatanı İsviçre'ye dönerken denizde boğulur. Yeni Helvetia'nın ve Suter'in üzerinden bir alev dalgası geçmiştir, hem de en yakıcı hâliyle.
Yapayalnız kalan bu çaresiz adam, bir kere daha hak hukuk mücadelesinde bulur kendini. Artık derdi para da değildir. Tam yirmi beş yıl adliye sarayının etrafında dolanır durur. Devletten milyarlarca dolar tazminat isteyen bu adam artık memurların ve vatandaşların alay konusudur. 1860'tan 1880'e kadar geçen sefalet dolu yirmi yıl boyunca adliye ve kongre sarayında gittiği her yerde kapılar yüzüne kapanır. 17 Temmuz 1880 günü kongre sarayının merdivenlerinde bir kalp krizine yenik düşer.
Cebinde dünya tarihinde eşine zor rastlanacak bir servetin belgesi bulunan bir dilenci ölüsüdür yerde yatan.
Altın konusunda dünyanın öbür ucundaki bir büyük yağmanın hikâyesini, Stefan Zweig'in "İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar" kitabındaki bir minyatürden özetlemeye çalıştım. İnsanlığın bir başka ibret vesikası gibi...
Tekrar bizim dağlarımıza dönersek...
Daha geçen hafta 19 Temmuz'da tüm Türkiye'nin şaşkın bakışları arasında TBMM'den bir Maden Yasası geçti. Günlerce Ankara'nın sokaklarında, Meclisin kapısında yattı köylüler. Açlık grevi yaptılar, "Zeytinime dokunma!" dediler, ama maalesef dönüp bakan olmadı iktidar cenahından. Alkışlar ve protestolar arasında kabul edilen yasanın ardından Meclis uzun bir tatile girdi, çoktan tatil yörelerindeki şezlonglarına yerleşti mebuslar. Yani dükkân kapandı, kimseye anlatamazsın derdini. Yatağan köylülerinin göz yaşlarını ciddiye alan olmadı.
Hem bu kez konu altın bile değildi; kömürdü, mermerdi, başka madenlerdi... Uzun uzun yazılmış zeytin ağaçlarının yerlerinden nasıl söküleceği, nasıl saklanacağı ve bir gün yerlerine tekrar dikileceği falan... Hayatında ağaç dikmemiş birine belki bunları anlatabilirsiniz de köylüye nasıl anlatmalı? Köylüler çok iyi biliyorlar zeytin ağaçlarını sökmenin, kendilerini topraksız, ağaçsız bırakmak olduğunu. Köklerinden, topraklarından sökülüp atılmak olduğunu... Gerisi boş laf...
Bu millet, bu dağlar sizi unutur mu?...
Pandeminin tüm ağırlığı ile insanlığın üzerine çöktüğü günlerdi. Hepimiz için zor günler... Biz henüz ne olduğunu, ne yapmamız gerektiğini anlamaya çalışırken, bir yakınımızın, bir dostumuzun ölüm haberini alır olmuştuk. Okul arkadaşımız, değerli dostum Mehmet Ali Kayserilioğlu'nun ölüm haberi de bö
Yine Kaz Dağları... Yine insanın bunca zulmüne, doğanın bunca direnişinin öyküsü... Bir yandan da bir grup insanın bitmez bir enerjiyle doğayı, insanı, insan sağlığını savunusunun saygı duyulası öyküsü. Doğa kendine kalsa, her türlü yakıp yıkmaya bir çözüm buluyor da siyanür denen zehri nereye sakla
"Şişli Meydanında Üç Kız"dan biridir Şükran. Ruhi Su'nun gürül gürül sesinden dinledik bu türküyü yıllarca. Çiğdem'in öldüğü, Şükran ve Melike'nin ağır yaralı kurtulduğu hazin bir faşist saldırının hikâyesidir. 48 yıl öncenin genç günlerimizin hikâyesi. Gencecik üç güzel kız güle oynaya okuldan çıkı
Dağlarda yanan çoban ateşleri yıldız olup birer birer kayarken, son zamanlarda sokakları dolduran kalabalıkların çığlığı onlara olan gönül borcumuzun bir tezahürü müdür? Eskileri zaten çok yazdık da hemen yakınlarda toprağa verdiğimiz gönül dostlarımızdan söz ediyorum. Sevim Belli, Edip Akbayram, Ni
Böyle bir yazıyı, uzun yıllara uzanan bir yazın hayatımın sonrasında yazmam beklenirdi. Oysa, benim hayatımda iki üç yıl çoğunlukla hep uzun bir zaman oldu. Öylesi uzun yıllara uzanan bir yazın hayatım olur mu, onu zaman gösterecek. Her zamanki ihtiyatlı halimle dostlara bir teşekkürü ertelemek iste
Tam 40 yıl önce, askerî cezaevinde Brezilyalı ünlü yazar Jorge Amado'nun, topraklarından kovulan ve iş bulmak umuduyla Sao Paulo'ya giden köylülerin destansı hikâyesinin anlatıldığı "Sonsuz Topraklar" adlı romanını okuduğumda, koca ülkeyi bir baştan bir başa geçmişim hissine kapılmıştım. Çok güzel b
Hani biz diğerinin hikâyesini yazacaktık; yani bizden önce gidenin, diyorum. Bu iş bana mı kaldı şimdi? Bir duvar dibinde vurulup ölmedik ya... Ya da bir pankartın ipinin son düğümünü atarken bir elektrik direğine. "Kahrolsun!..."la başlayan duvar yazısının aşağıya doğru süzülen kırmızı boyaları da