"Şişli Meydanında Üç Kız"dan biridir Şükran. Ruhi Su'nun gürül gürül sesinden dinledik bu türküyü yıllarca. Çiğdem'in öldüğü, Şükran ve Melike'nin ağır yaralı kurtulduğu hazin bir faşist saldırının hikâyesidir. 48 yıl öncenin genç günlerimizin hikâyesi. Gencecik üç güzel kız güle oynaya okuldan çıkıp durakta otobüs beklerken yakalanırlar hain bir pusuya.
Ruhi Su, üç gün sonraki 1977 1 Mayıs'ındaki yüzbinlerin hikâyesiyle birleştirerek bir türküye konu eder olayı. Aradan geçen 48 yılda dağlara taşlara haykırıldı bu türkü:
"Şişli Meydanı'nda üç kız
Biri Çiğdem, biri Nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar..."
Yarım yüzyıla yakın bir zaman geçmiş aradan. Bir anlamda, tam da o günlerden esintiler içeren kitabımı "Kısa Hayatların Uzun Hikâyeleri"ni o trajik olayın kahramanlarından birine, Şükran'a imzalamak, hayatımın çok ilginç anlarından biri olsa gerek. Bir yanıyla çok mutlu oldum, heyecanlandım. Kitabımın yaşayan kahramanlarından birine kitap imzalamak, garip bir duyguydu. Oysa biraz düşününce görüyorum ki, kitap imzaladığım arkadaşların birçoğu o sürecin bir parçası olmuş, kitabımın konusu olmuş insanlar. Onlara kitap imzalamak da çok kolay değildi. Hele de karşılarına geçip yazdıklarımı ve neden yazdığımı anlatmak... Ben güzel anlatamasam da gözlerindeki ışıltıdan onların beni anladığından eminim.
Evet, konu kitap olunca imzasız olmuyor. Birilerine ulaşmasını arzuluyor insan. Hele de o kısa hayatlarla lokmalarını paylaşmış, onlara yoldaş olmuş dostlarla birlikte olmak çok güzel bir duyguydu. Bir kitabın herkes için ifade ettiği anlam farklı olabilir. Bunda şaşılacak bir şey yok. O gün, o imza gününde söylediklerimi ya da söylemek isteyip söyleyemediklerimden birkaç cümleyi bir kez daha paylaşmak istedim siz değerli okuyucularla.
Leonard Cohen "Everybody Knows" şiirinde;
"Herkes biliyor zarların hileli olduğunu / Herkes biliyor iyi adamların hep kaybettiğini / Herkes biliyor geminin su aldığını / Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini" diyor.
Evet, bazen herkes bilir aslında bir şeylerin yolunda gitmediğini, ama "HAYIR!" demek hep gençlere düşer. Tabii ki bunun bedeli de vardır ve gün olur o bedel de ödenir. Bu kitap, ödenen o bedellerin ve o bedelleri ödeyen devrimcilerin hikâyesidir. 1970'li yılların gençlerinin, devrimcilerinin birçoğu hayatlarıyla ödemiştir o bedelleri; kalanlar da hep biraz yaralıdır aslında. Keşke yaralarımız sadece aşktan olsaydı... Yazın hayatına yıllarını vermiş bir değerli dostum, "Duyguları yazmak pek kolay değildir," demişti. Yine de duyguları yazmaya çalıştım yazılarımda; hüzünleri, coşkuları, umutları... Hayatı, yaşananları "sıradan" insanların gözüyle görmeye çalıştım.
Gençliğimizi içinde bulduğumuz; bir dönemini benim de paylaştığım veya tanık olduğum sürecin şiddeti öylesine ağırdı, yaralayıcıydı ki, bir insan ömrü için pek de kolay değildi yaşananlar. Öyle olunca da yaşadıklarımızı, tanık olduklarımızı, yazmak istediklerimi çoğu zaman olduğu gibi yazıya dökemedim, satır aralarına gizledim. Herkes kendine göre bir anlam yükledi, kendi duygu dünyasından gördü yazılanları. Belki ben de böyle olmasını istedim. Konu, bizi bize anlatmak olunca kolay olmuyor anlayacağınız. Bir de, bir yanıyla çok kısa, bir başka yanıyla bir ömür diyebileceğimiz bir süreç bu. Yüzümüzde ilk tüylerin çıkmasıyla, saçımıza ak düşmesi arasında hem çok uzun hem de çok kısa bir zaman vardı.
Yazılmalıydı, ama nasıl?
1988 yazı; bir kere daha hayata tutunma çabasıyla İstanbul'daydım. Ama artık ne ben on yıl önceki ben'dim, ne de bu şehir benim bildiğim İstanbul. Ürkek ve güvensiz olarak yabancı reklam yayınları pazarlamaya çalıştığım günler. İş gereği yolum Cumhuriyet Gazetesi'ne de düştü. "Bacı" "Hızlı Gazeteci" karakteriyle Necdet Şen'in 12 Eylül öncesinin devrimci kızlarını çizgi roman yaptığı günlerdi. Müşteri listemde çizerler de olmasına rağmen, kitap satma amacı taşımıyordu Necdet Şen'le tanışmamız. Ama o günlerde gazetede yayınlanan çizgi romanının konusu olan süreci bildiğimi, hele de biraz cezaevi görmüşlüğümü de öğrenince konuşmak istedi. Çay söyledi, kıyısından köşesinden konuştuk biraz. Hem sohbet ediyoruz hem de bir yandan çiziyor. İlk haftalarda epeyce popüler bile olmuştu, ama konu İlerledikçe, saçma sapan bir devrimci tiplemesine dönüştü yazıp çizdikleri. Sol kesimlerden çok sert tepkiler almaya başladı. Son görüşmemizde de tartıştık biraz. "Bilmediğin bir dünya için uç şeyler yazıp çiziyorsun," dedim. O da "Ne yapalım yani, çizmeyi de siz bilmiyorsunuz" gibi bir şeyler söyledi. Çok hoş bir tavır değildi, bir daha da uğramadım.
Tam böyle bir hikâyeyi Ahmet Altan'la Kıbrıs'ta askerlik yapan bir arkadaşım anlatmıştı. "Siz o süreci yaşamışsınız, ama yazmayı da biz biliyoruz," gibi bir ifadeydi Ahmet Altan'ınkisi de...
Aradan geçen bunca yılın okuması ve hayat tecrübesiyle şu söylenebilir: O süreçlerin içinden gelmekle edebiyatını yapmak aynı şey değil, bu doğru, ama bir yolu da olmalı. Ayrıca son yıllarda birçok arkadaş kitap yazdı; anı, roman, öykü... İyi de yaptılar. Kimi siyasi kaygılar taşıdı içten içe, kimisi de geçmişe bir selam göndermek istedi. Öyle de olsa bir beis yok, çok değerliydi her biri. Deneye yanıla da olsa, güzel anlatılar çıkıyor ortaya. Başka da bir yolu yok gibi.
Ancak, imza gününde bizi yalnız bırakmayan değerli dost Merdan Yanardağ'ın da vurguladığı gibi, yazılanlar henüz bir dönem edebiyatı olmaktan uzak. Latin Amerika'da yaşananlar gün oldu tüm dünyanın saygı duyduğu bir edebiyata dönüştü; roman oldu, hikâye oldu, anı oldu, deneme oldu... Yıllar boyu elimizden düşmedi birçoğu. 1960'lar ve 12 Mart süreci için de büyük oranda bunu söylememiz olası. Ama 1970'ler ve 12 Eylül süreci için bunu söylememiz pek mümkün değil. Oysa o süreçte yaşananlar ve sürecin kahramanı olan devrimciler bitmez tükenmez hikâyeler bıraktılar geride. Ben de bir zamandır kısa hayatlarından uzun hikâyeler bırakıp bu dünyadan göçüp giden bu insanları anmaya çalıştım yazılarımda. En sonunda kitap olması söz konusu olduğunda da "Kısa Hayatların Uzun Hikâyeleri" dedim adına. Daha çok da az kişinin bildiği insanları, olayları yazdım. Onların üzerinden o günlere, geride kalan yakınlarına ve belki de bugünlere bir selam vermek istedim. Daha da bu işin başında olduğumuzu bilerek...
Bizden sonrakilerin bizim yaşadıklarımızı bilmediğini, o sürecin yabancısı olduklarını anlataduralım; onlardan biri, Serdan Sert söz alarak bir çırpıda özetleyiverdi bizim bir saatte anlatmaya çalıştığımızı. İzninizle burada da paylaşıyorum:
"Bir sinema okulu mezunu olarak şunu bilirim: Yüzlerce sayfa senaryo yazılabilir, kitaplar sayfalarca dolabilir ama en sonunda her hikâyenin bir cümlesi olmalı.
Bu kitap da bana bu anlamda tek bir cümleyi hatırlattı: Sevim Belli'nin o unutulmaz sorusu -'Boşuna mı çiğnedik bu hayatı?'
Bu kitap yalnızca yazılmış bir anılar bütünü değil; aynı zamanda bir vefa, bir hafıza ve bir karşılık verme çabası. Halil Yıldız, bu eseriyle sadece kendi geçmişine değil, birlikte yürüdüğü, aynı hayalleri kurduğu, ama belki de adı hiç anılmamış devrimci arkadaşlarına ses oluyor. Onları bir kez daha yaşatıyor, görünür kılıyor, belleğimize emanet ediyor. Her bir hikâye, bir hayatın kısa bir kesiti gibi duruyor sayfalarda. Ama o kesitlerin arasında uzun mücadeleler, yarım kalmış düşler, yitirilen dostluklar ve bitmeyen bir dayanışma hissi var. Sayfalar boyunca hissedilen o ince sızı, aslında bir dönemin kuytulara itilmiş gerçekliği.
Sadece kendi geçmişini değil, o dönemin tüm devrimcilerinin, kayıpların, kırık umutların ve sessiz kahramanların hikâyesini anlatıyor. Bu yüzden 'Kısa Hayatların Uzun Hikâyeleri' yalnızca okunacak değil, hissedilecek, üzerinde düşünülecek bir kitap.
Belki de en sonunda verilecek yanıt şudur:
"Hayır, o 'kısa hayatlarda' boşuna çiğnemediniz bu hayatı."
Daha da ne denir?
Teşekkürler sevgili Serdan'a.