O hikaye yazılır da, bu toplum, bu ülke, bu insanlar o öykülerle yüzleşmeye hazır mı? Hep düşünmüşümdür, "6-7 Eylül 1955 Provokasyonu / Olayları" ile yüzleşemeden; onun esaslı bir hikayesini, romanını, şiirini yazamadan, filmini yapamadan "12 Eylül"le nasıl yüzleşilecek?
Anladık, unutmamak yürekte yara; hem geçmiş, geçti işte, deşmek şart mı, diyecekler. Unutalım gitsin, önümüze bakalım. Öyle olmuyor. Aradan geçen 44 yıl, birçok kişi için daha dün gibi.
Aradan geçen bunca yıla rağmen, o gün yaşananlar taptaze çoğumuzun hafızasında. Çoğunu halâ o genç halleriyle hatırladığımız, arkadaşlarımızın, dostlarımızın anılarıyla doluyuz. Birlikte türküler söylenmiş, halaylar çekilmiş, lokmalar bölüşülmüş; filmlerin o son sahnesinde boğazımız düğümlenmiş, dayanamayıp alkışlamışız hep beraber. Gelecek, güzel bir düştü, o düşü öldürdüler. 12 Eylül'le birlikte bir kuşağın, bir ülkenin, bir halkın umudu yok edildi. Bu ülkenin üzerine ağır bir örtü olup çöktüler.
Yaşananların kronolojisine, istatistiğine ihtiyaç var, buna kuşku yok. Öldürülenler, sakat bırakılanlar, idam sehpalarına gönderilenler... Bir devletin ordusuyla, polisiyle, yerli-yabancı işbirlikçileriyle bütün bir halka açtığı savaşın adıdır 12 Eylül. Öylesine orantısız bir savaş ki bu, öyle sanıldığı gibi "o gün" de başlamamıştır. Devlet, topyekün kurumlarıyla olayların hem yaratıcısı, hem o sürecin "olgunlaştırıcısı," hem de yeri geldiğinde racon kesicisidir. Tam bu ifadeye uyacak bir anımsama: 1976 yılı sonları olmalı, İstanbul Üniversitesi'nde bir panel; Hukuk Fakültesi hocaları, belki bir polis müdürü ve öğrenci gençliği temsilen de, çoğu zaman olduğu gibi Bülent Uluer. Üniversite özerkliği bağlamında "Polisin Üniversiteye Girmesi" konusu tartışılıyor. Bir grup, olaylara müdahale için polisin üniversiteye girmesi gerektiğini savunurken, diğerleri de bunun "Üniversite Özerkliği"ne aykırı olduğunu söylüyor. Sıra Bülent Uluer'e geldiğinde, her zamanki kıvrak zekasıyla "Polis, olayların hem yaratıcısı, hem de önleyicisi rolünde ise, -ki öyle- o zaman ne olacak?" demişti. Bu vesile ile anmış olalım. 12 Eylül Darbesi'yle olan tam da budur. Emperyalist Batı'nın ekonomik ve siyasi projesi olarak, yerli işbirlikçileriyle birlikte adım adım hayata geçirilmiştir. Binlerce devrimcinin "Anayasayı ve Anayasal Düzeni İlga"dan yargılandığı, hapis yattığı ve hatta idam sehpalarına gittiği o "Anayasa"dan bugün geriye ne kaldığını kime sormalı?
Nasıl ki "12 Eylül," 1980'de o gün başlamadıysa, 1983 yılında Özal iktidarıyla da sona ermedi. 1977, 1 Mayıs Katliamı'nı 12 Eylül'den bağımsız olarak düşünmek mümkün mü? O gün Taksim Meydanı'nda, Sular İdaresi'nin duvarlarının dibinde insanlar adeta kurşuna dizildi. Bu olayı darbe sürecinin taşlarının döşendiği önemli duraklardan biri olarak görmek hiç de abartı olmayacaktır.
12 Eylül, daha 17 yaşında, bir korsan mitingde öldürülen liseli bir çocuğun, Talip Gürdal'ın hikayesidir bir yanıyla.
Daha 15 yaşında, bir misillemeye kurban edilen bir kahveci çırağı çocuğun hikayesini nereye koyacağız, unutalım mı? Gün Sazak'ın öldürülmesinin ardından bir günde yaklaşık 50 kişi öldürüldü Türkiye'de. Bursa'da da yedi kişi; onlardan biri de işte o kahveci çırağı çocuktu. Sabah kahvenin önünü süpürüp, ilk çayları servis etmeye hazırlanmışken. Belki de saniyeler sonra kendisine kurşun sıkacak tetikçilere müşteri olarak "Buyrun!" demiştir. Misillemesine kurban gittiği Gün Sazak" adını duymuş mudur o çocuk? Bu devletin, bu ülkenin insanlarının o çocuğa ve o çocuğun ailesine söyleyecek bir sözü var mı? Soruları çoğaltabiliriz...
Mesela, biri diğerinin misillemesine kurban edilmiş iki lise öğrencisinin, yan yana iki mezarda buluşmasının hikayesi nasıl yazılacak? Bu ülkenin, bu toplumun, bu devleti yönetenlerin utancı olmadan? O günün politikacıları, yöneticileri, polis müdürleri ve generallerinin çoğu orta yaşlarını geçmiş koca koca insanlardı. Bugün o yaşlarda olduğumuzu düşününce, o büyük "kötülüğü" anlamak bir türlü mümkün olmuyor. Oysa, sadece "suçlu" yaratmak fazlasıyla yetti o koca koca adamlara; gerisine azıcık da olsa kafa yorma gereği bile duymadılar.
Suçladılar, çok büyük suçladılar. O kadar büyüktü ki suçlamalar, insanlar öncelikle suçlu olduğuna inandırıldı bir anlamda, sonra da kendilerini savunmaya çalıştılar. Muhalifleri, demokratları, devrimcileri, sosyalistleri suçladılar. O günün gençlerini, bizi suçladılar. İnsandan yana ne varsa, her şeyi... Adeta bütün bir toplumu terörize ettiler; 12 Eylül, o "terörizmin" adıdır. Bu ülkenin köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde önce kitaplarını yok etti o gecenin sabahında insanlar. Fotoğraflar yakıldı, bir daha geri gelmemek üzere hafızalardan silindi anılar. Bir öğrencinin, bir öğretmenin kitaplarını bir poşete, bir çuvala doldurup saklamaya, yakmaya çalışması nasıl bir travmadır?
Kapılar kırılarak girilen evler, yaka paça alınıp götürülen insanlar ya da oracıkta kurşuna dizilenler...
Anonslarla, dipçik darbeleriyle köylerin meydanlarında toplananlar; acıyla, korkuyla titreşen gençler, kadınlar, yaşlılar...
Eşinin, sevgilisinin, annesinin, babasının gözleri önünde soyulanlar, tecavüz edilenler, en vahşi işkencelere maruz bırakılanlar...
Bu ülkede, o günlere tanık olan herkesin bir 12 Eylül'ü vardır.
Bir gün çocuklarının, eşinin göz yaşları arasında evinden alınıp; aylar, yıllar sonra dönen ve belki hiç dönmeyen o adamın, o kadının ailesi için 12 Eylül o andır, o gündür. Ya da tersi; bir gece evlerinden alınıp götürülen kızlarının, oğullarının acısını yıllarca yaşayan o anne baba için de, o andır 12 Eylül. Yakınlarının gözleri önünde infaz edilenleri söylemeye dilim, yazmaya elim bile varmıyor...
Bir başkası için, bir akşam vakti bakkaldan ekmek alıp eve gidecekken, bakkalın bir şeyler söylemek isteyip de söyleyemediğini hissederek, ekmeği alıp bir daha o eve hiç gitmemektir; hayat orada donmuştur.
Yirmili yaşların başındaki devrimci bir genç kadın ve erkek arkadaşı için artık hayat uzaklardaki mülteci yaşama yelken açmaktır belki de. Midilli Adası'na atlayıvermek, öyle göründüğü kadar kolay değil. Bir gece karanlığında, korkular içinde Ayvalık'tan binilen küçük tekne, Türk Karasuları'nın bitiminde bırakıverdiğinde, Kuzey Ege'nin serin sularına atlayıverirler. Korku ve heyecan içinde hayatlarının en uzun yüzme serüveni olur. Kim bilir kaç kere umut kesildi, kulaç attıkça uzaklaşan ışıklara ulaşmaktan?
Bir başkası için saniyeler içinde geçilecek güney sınırlarıdır umut. Rehberiniz "Telden geçince iki dakika boyunca sürünerek seti aşmalısın, sonra da hızla koş!" demişti. Projektörde görünürsen kurşunlardan kurtulmak kolay olmasa gerek. Bir korkudan kaçarken, başka korkulara yakalanmak...
Kimilerinin o sabahla ilgili anıları çok daha masumane ve saftır. Hiçbir şeyden habersiz saçlar taranmış, kıravatın gömleğe uyumuna bir kere daha bakılmıştır antredeki aynada. Fırından bir poğaca, bir simit alıverme telaşıyla fırlayıverilmiştir sokağa. Bir genç kadın eteğinin ayakkabıyla uyumuna takılmıştır, neredeyse geç kalınacak işe. O da ne, "sokağa çıkma yasağı" olduğunu söylüyor askerler. Hızlıca dönülür eve. Onlar için de hiç unutulmayan o sabahın anısı, böyle kazınmıştır hafızalara.
"Askı" deyince, "Filistin Askısı," işkence aleti gelir bu toplumun bir kesiminin aklına halâ.
Belki de en zoru, gidip bir daha dönmeyen kızların, oğulların, kardeşlerin hiç silinmeyen hatıralarıdır zihinlere kazınan.
Gidip bir daha gelmeyenlerin ardından; yakınlarından bir iz, bir işaret peşinde koşan annelerin, babaların, kardeşlerin bitmeyen çığlıkları kaldı bugünlere. Hala da kentlerin meydanlarında itilip kakılmaktalar. Yıllarca, ülkenin dört bir yanındaki cezaevlerinin kapısında bekleşenleri saymıyorum bile. Onlar, hiç değilse dört duvar, demir kapılar ardındaki oğullarının, kızlarının, yakınlarının nefes aldığını biliyorlardı, onunla teselli buldular.
Bize gelince; çıkarsız bir savaşın tarafıydık, "kötüyle" mücadele ettik, daha kötüye set olmak için. O büyük suçlamalarla baş etmeye çalıştık. Başka türlüsü olur muydu? Belki olurdu, ama kolay olmadığı açık. Koca bir ülkenin günahının hesabını bizden sordular, faturayı bize kestiler. Bu hiç adil değildi. "Biz" derken, tüm o yıllar boyunca bu sürecin bir parçası olmuş, hayatını kaybetmiş, yaralanmış, sakat kalmış, işkence görmüş, hapis yatmış; yakınlarının peşinden koşmuş, karınca kararınca bu ülkenin her bir karış toprağında haklıdan yana, halktan yana ses olmuş, nefes olmuş, omuz vermiş her bir insanı kastediyorum; emekleri, çabaları çok değerliydi. 12 Eylül, o insanların hikâyesidir.
Mamak, Diyarbakır, Metris, Sağmalcılar, ... deyince; insanın insana yapabileceklerinin sınır tanımazlığı gelir bu toplumun bir kesiminin aklına; daha ötesi de ölümdür.
Bir gün devlet adına birileri çıkıp, bu ülke halkından samimi olarak özür dilemedikçe, kapanmaz bu hesap. Hem, gidenlerin hesabını kim verecek? Hesap vermek bir yana, o günün cezaevlerinden daha beterlerini yaptılar, hem de "yargıladıklarını" iddia ettikleri cunta süreçlerinin "tecrübeleriyle." "Silivri" oldu, başka cezaevleri oldu yeni sürecin adı. Demokrasi, insan hakları, hak, hukuk... Bu anlamda 12 Eylül, bitmeyen bir süreçler bütününe dönüştü bu ülkenin insanları için.
İki yıl önce bir törenin görüntüleri yayınlandı Bürüksel'den. İnsanın kanını donduran haberi BBC'den özetliyorum: "Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin bağımsızlık mücadelesinin önderi ve ilk başbakanı Lumumba'nın vücudundan geriye kalan tek parça olan 'dişi,' öldürülmesinden 61 yıl sonra, Bürüksel'deki Egmont Sarayı'nda düzenlenen bir törenle ailesine teslim edildi. Lumumba, 1960 yılında başbakan seçildikten kısa bir süre sonra, Belçika ve ABD'nin desteklediği General Mabutu tarafından düzenlenen darbe ile düşürülmüş ve cesedi sülfürik asitle eritilerek yok edilmişti. Belçika Başbakanı De Croo, Lumumba'nın öldürülmesi nedeniyle özür diledi."
İnsanlık suçları toplum ve insanlık vicdanında zaman aşımına uğramıyor. Değil 61 yıl, 600 yıl bile geçse tarih unutmuyor.
12 Eylül için de, o "diş" teslim edilmedikçe ve o "özür" dilenmedikçe geçen yılların ne önemi var ki?