Bu yazıda, günümüzün çalkantılı iç siyasi atmosferinde, pek fazla üzerinde durulmayan bir konuda yeni bir bakış açısı ve umut getirmeyi amaçladım.
Tarih boyunca toplum biçimleri, üretim ilişkilerine bağlı olarak evrilmiş, her yeni düzen bir öncekinden doğarak şekillenmiştir. Bu tarihsel ilerleme, doğal bir süreç olduğu kadar, insan iradesinin ve politik müdahalelerin de yön verdiği bir dönüşüm olmuştur. Kapitalizm de feodalizmin bağrında şekillenmiştir. Aynı biçimde, bugün kapitalist üretim biçiminin bağrında yeni bir düzenin nüveleri gözlenmektedir. Feodalizm nasıl kapitalizmin bağrında geliştiyse, bugün kapitalizmin içinde de yeni bir toplum biçiminin filizlendiğine dair işaretler ortaya çıkmaktadır.
Kapitalizm, zaman içinde üretim güçlerini önemli ölçüde çeşitlendirmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda mekanik üretim ön plandayken, 20. yüzyılın başında elektrik ve montaj hattı, yüzyılın sonunda ise otomasyon ve bilgisayarlaşma belirleyici hâle gelmiştir. Günümüzde ise dijitalleşme, yapay zekâ, robotik ve biyoteknoloji alanlarında yaşanan gelişmeler üretim süreçlerini köklü biçimde dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, emek sürecinde de radikal değişimlere yol açmaktadır. Geleneksel sanayi işçisinin belirleyici olduğu üretim modeli giderek yerini otomasyon, algoritmik yönetim ve esnek çalışma biçimlerine bırakmaktadır. Bu nedenle, klasik anlamda 'zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan' yekpare bir işçi sınıfından söz etmek giderek zorlaşmaktadır.
Yeni dönemde parçalanmış, güvencesiz, dijital platformlarda çalışan, 'farklı sınıfsal konumlara dağılmış bir emek yapısı' ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin dönüşüm yeteneği oldukça güçlüdür. Bu nedenle, platform kapitalizmi ya da temel gelir gibi öneriler sistem tarafından özümsenebilir, hatta sisteme entegre edilerek etkisizleştirilebilir. İnsan emeğinin yerine giderek daha fazla algoritmalar ve robotların geçmesi, işsizliği artırırken artı değerin kaynağını da belirsizleştirmektedir. Kapitalizmin temelindeki artı değer sömürüsü zayıfladıkça, sistemin kâr elde etme mekanizmaları daralmakta ve krizler yapısal bir hâl almaktadır.
Kapitalistler için yalnızca üretim değil, üretilen ürünlerin satılabilmesi de sistemin sürdürülebilirliği açısından hayati önemdedir. Ancak emekçilerin alım gücünün düşmesi, talep daralmasına neden olmakta ve bu da üretim fazlası ve ekonomik krizlerle sonuçlanmaktadır. Kapitalizmin yapısal çelişkilerinden biri de burada yatmaktadır: Hem emeğin maliyetini azaltmak ister hem de bu emeğe ürün satarak kâr elde etmeyi hedefler. Bu içsel çelişki, kriz döngülerini beslemektedir.
Kapitalizm hem içsel dinamiklerinin hem de dışsal baskıların etkisiyle sınırlarına ulaşmaktadır. Dijitalleşme ve robotlaşma iş gücünü dönüştürürken, ekolojik kriz doğal kaynakların tükenmesine ve sistemin sürdürülemezliğine işaret etmektedir. Bu koşullar, bugünün devrimci görevlerini ve olanaklarını da beraberinde getirmektedir. Kapitalizmin aşılması, kendi kendine gerçekleşecek bir evrimle değil, bilinçli bir örgütlenme ve politik müdahale ile mümkün olacaktır. Günümüz koşullarını doğru tahlil etmek, kapitalizmin kriz anlarında etkili bir müdahale gücü oluşturmak hayati önemdedir.
Karl Marx’ın düşlediği komünizm; 'sınıfların, özel mülkün, sömürünün ortadan kalktığı; herkesin yeteneğine göre ürettiği ve ihtiyacı kadar aldığı bir toplum düzenidir.' Ancak 20. yüzyıldaki uygulamalar – Sovyetler Birliği, Çin, Kuzey Kore ve bazı Latin Amerika rejimleri – bu teorik ideali gerçekleştirememiş, devlet aygıtını güçlendirmiş ve sıklıkla otoriter yapılara dönüşmüştür. Sosyalist uygulamalar genellikle merkeziyetçi ve baskıcı olmuş, hedeflenen sosyal eşitlik çoğu zaman yeni bir ayrıcalık sistemine evrilmiştir. 'Bu sapmalarda yalnızca içsel hatalar değil, dışsal baskılar da etkili olmuştur.' Kapitalist-emperyalist kuşatma ve sürekli tehdit, sosyalist devletleri savunma refleksiyle devleti daha da güçlendirmeye zorlamış, devletsiz bir toplum idealini geri plana itmiştir.
Sosyalist sistemin çözülmesinden sonra sol düşünce ciddi bir ideolojik ve örgütsel dağınıklık yaşamıştır. Dijital çağın dinamiklerini kavrayan, yeni üretim ilişkilerini analiz eden kuramcıların eksikliği dikkat çekmektedir. Marx, Engels, Lenin, Gramsci, Rosa Luxemburg ve Troçki gibi düşünürler kendi dönemlerine dair teorik açılımlar sunmuşken, 21. yüzyılda benzer etkide düşünsel rehberliklerin ortaya çıkmadığı görülmektedir. Mevcut sol siyasi yapılar ise çoğunlukla geleneksel kalıplarına bağlı kalmış, yeni dönemin sınıfsal yapısını kavramakta zorlanmıştır.
Bugünün dijital işçi sınıfı – yazılımcılar, platform çalışanları, içerik üreticileri – henüz örgütsüzdür. Komünist hareketin bu sınıfları örgütlemek için yeni araçlar geliştirmesi gerekmektedir: dijital sendikalar, platform kooperatifleri, yatay katılımlı yapılar gibi. Fakat dijital altyapıların büyük ölçüde kapitalistlerin elinde olması, bu alandaki mücadelenin de ne denli zorlu olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, alternatif dijital altyapılar, ağlar ve kamu dijital alanları kurmak, özgürlükçü bir gelecek için stratejik bir öneme sahiptir.
Sosyalizm hâlâ güçlü bir fikir olarak yaşamaktadır çünkü insanlık, eşitlik, adalet ve dayanışma gibi evrensel değerleri terk etmemiştir. Yeni yüzyılda bu değerler, çevre bilinci, dijital ekonomi, kooperatif sistemler ve temel gelir gibi çağdaş araçlarla daha esnek biçimlerde tekrar gündeme gelmektedir. İnsanlık tarihi uzun bir yolculuktur. Komünizm ya da sosyalizm, bugünkü anlamıyla olmasa da farklı biçimlerde yeniden ve daha iyi koşullarda denenecektir.
Gelişmiş bir toplumda demokratik sosyalizm hem teknik olarak mümkündür hem de tarihsel olarak daha sürdürülebilir olabilir. Burada karar alma süreçlerine halkın doğrudan katılımı esastır. Katılımcı demokrasi anlayışı yalnızca seçimle sınırlı kalmaz; işyerlerinde, yerel yönetimlerde ve mahalle meclislerinde halkın yönetimde doğrudan söz sahibi olmasını hedefler. “Yönetilenler, aynı zamanda yönetenlerdir” ilkesi bu yaklaşımın temelidir.
Sosyalist geçiş döneminde, başlangıç olarak, temel üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olması, ancak bürokratikleşmeye karşı şeffaflık ve toplumsal denetimin sağlanması; küçük ve orta ölçekli üretim birimlerinin kooperatifleşmesi; sınırlı ve denetimli özel teşebbüsün varlığı ile planlı ekonomi ve yerel özerklik arasında dengenin kurulması, bu modelin temel taşlarıdır. Sağlık eğitim, barınma ve ulaşım gibi haklar, herkes için ücretsiz ve nitelikli biçimde sağlanmalı; bu yolla insan, piyasanın insafına terk edilmemelidir. Bunun yanında yalnızca ekonomik değil, kültürel eşitlik de sağlanmalı; cinsiyet, inanç ve etnik özgürlükler güvence altına alınmalı; eğitim sistemi yarışmacı değil, işbirlikçi bireyler yetiştirmelidir. Sonrasında, şartlar olgunlaştığında ise herkes, ihtiyacına göre alacaktır.
Hiçbir toplum biçimi sonsuza kadar sürmez. Doğar, gelişir, çelişkileri büyür ve yerini yeni bir düzene bırakır. Kapitalizm de bu tarihsel döngünün bir parçasıdır ve sonunda tarih sahnesinden çekilecektir. Ancak bu evrim kendi kendine gerçekleşmez.
İnsan iradesi, örgütlenme ve toplumsal bilinç, bu sürecin yönünü belirler. Eğer bu irade örgütsüz, bilinçsiz ve dağınıksa, kapitalizm kendini yeni biçimlerde yeniden üretir. Ancak süreç doğru değerlendirilirse, daha adil, özgürlükçü, doğaya saygılı ve sürdürülebilir; sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum biçimi kurulabilir. Çünkü gelecek, mücadele edenlerin omzunda yükselir!