Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın İsrail’in topraklarımızda gözü olduğuna dair yapmış olduğu açıklamalar doğrultusunda Meclis'te kapalı oturum yapıldı. Yani uzunca bir süre bu tezi destekleyen unsurların neler olduğunu bizzat yetkililerin ağzından dinleme ya da tutanakları okuma şansımız olmayacak.
Daha önceki yazılarımda da defalarca bahsettiğim göçmen sorunu ile Cumhurbaşkanının İsrail’in ülkemizi hedef alacağı söylemlerini bir araya getirdiğimde aslında büyük pencerede birbiri ile örtüşen olaylar zinciri ile karşılaşıyoruz. İki binli yılların başında demonstre edilen Büyük Ortadoğu Projesi'nin çerçevesi, bu proje kapsamında Ortadoğu'da çok sayıda ülkenin sınırlarının değiştirileceğinin ABD'li yetkililerce açıklanması, Arap halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri ile ortaya çıktığı iddia edilen ve 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve daha sonra Mısır, Yemen Ürdün ve Cezayir’e sıçrayan Arap Baharı, 2013 yılında Libya’da darbe girişimi, Irak’ın işgali, IŞİD'in aniden ot gibi bitmesi ve Suriye’nin işgali, akabinde Suriye’nin kuzeyinde PKK güçlerinin PYD adı altında alenen ABD tarafından desteklenmesi ve 5 bin tırdan fazla askeri mühimmat hibe edilmesi, Türkiye’nin güney sınırlarında mayın döşeli arazilerin İsrailli firmalara ihale edilmek suretiyle temizlenmesi, Suriye’nin kuzeyinde yaşayanların "kardeşim Esad"dan kaçarak Türkiye’ye sürülmesi ve milyonlarca Suriyeli'nin ülkemizi sessiz işgali, ABD'nin Afganistan’dan çekilmeye karar vermesi ile birlikte sınır komşumuz bile olmayan Afganistan’dan on binlerce Afgan’ın, İran’ı transit geçerek yine ülkemize gelmesi, Avrupa ile mültecilerin geri iadesini öngören anlaşmanın yapılması.
Belki yaşananları tam olarak sırası ile yazamamış olabilirim ama yaşananları gözünüzün önüne getirdiğinizde nasıl bir kurgunun içerisinde olduğumuzu görmek çok zor olmasa gerek. BOP hala yürürlükte ve gözümüzün içine baka baka senaryoyu hayata geçiriyorlar.
Evet şu an İsrail ile bir sınır komşuluğumuz yok ama Suriye’nin kuzeyinde Amerika tarafından besiye çekilen ve silahlandırılan PKK'nın "Büyük Kürdistan" hayallerini gerçekleştirmek için Suriye, Irak, İran ve Türkiye’den toprak bölmeye çalıştığını zaten biliyoruz. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. İbrâhim’e, “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar olan bölge”, “Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak” vaadi verildiğini yani Arz-ı Mev'ud’un bir kısım Yahudi tarafından Nil nehrinden Fırat’a kadar, bir kısım Yahudi için ise tüm dünya olarak algılandığını biliyoruz. İsrail’in Arz-ı Mev’ud için Mezopotamya’da kendisine hizmet edecek bir uydu devletçik kurulmasına destek vermesi ve uzun vadede bu toprakları da kendi topraklarına katması senaryosu hiç de akıl dışı bir senaryo değil.
Tamam, bunca şeyi biliyoruz ve ülkenin bir Reis-i Cumhuru tarafından bir savaş riski olduğu açıklandığına göre Türkiye ne yapmalı? Bu konuda görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Hali hazırda en büyük iki riskten birisi güney sınırımızda yerleşen sığınmacılar. Hatay, Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Mardin, Şırnak ve Hakkâri illerimizde sonradan yerleşen veya yerleştirilen sığınmacıların acilen bölgeden çıkartılması gerekiyor. Özellikle 6 Şubat Depremleri sonrasında bölgede demografik yapı bazı il ve ilçelerde Suriyeliler lehine değişti ve Türk nüfus azınlığa düşmüş durumda. Bu ülkenin hiçbir mahallinde kabul edilemez ancak sınır yerleşim yerlerinde bu kat kat fazla bir risk oluşturmaktadır.
Sığınmacı nüfusun hızla sınır dışı edilmesi için planlama yapılmalı, sınır dışı edilemeyenler için ülke içinde göç planı yapılmalıdır. Yerel nüfusun yüzde 10'undan fazla sığınmacının bir mahalde (il/ilçe/mahalle/köy bazında) bulunmasına müsaade edilmemelidir. Boşaltılan alanlara Türk nüfusun yerleşmesi için maddi olarak teşvik edilmeli, tarım ve hayvancılık amaçlı kullanım tahsisi yapılmalı, bölge arazilerinde hızla kamulaştırma yapılmalı ve/veya vatandaş olmayanların sınır hattında arazi almasına, yabancılara satış veya devrine müsaade edilmemelidir. Sınır hattının korunması için askeri birliklere net talimatlar geçilmeli sınır ihlallerinde vur emri verilmelidir. Paralı askerlik sonlandırılmalı, eksik asker sayısı hızla tamamlanmalı ve bölgede yer alan birliklerin lojistik olarak eksikleri var ise tamamlanmalıdır. İsrail’in bölgede gözü olan Kürecik Radar Üssü yabancılardan arındırılmalı ve yalnızca ülke güvenliğine hizmet edecek şekilde düzen almalıdır. Adana İncirlik Üssü'nün her ne kadar NATO komutasında olsa da ABD ve İsrail’e hizmet ettiğini akıldan çıkartmamamız gerekir. S-400'lere ne olacağı hakkında tavrımız netleştirilmeli ya kullanılma kararı verilerek ilave mühimmat alınmalı ya da kullanılamayacağına kanaat getiriliyorsa ülkenin aktif bir hava savunma sisteminin olmadığı bilinerek yerli üretimi hızlandırmalı veya NATO sistemine dahil edilebilecek bir sistemin tedariki yapılmalıdır. F-35 leri alamayacağımız kesin ama elimizdeki modernize edilememiş F-16 savaş uçakları ile işimizin zor olduğunu net bir şekilde görmeli ve filomuzun güçlendirilmesi için alternatif satın almaları hızla gerçekleştirmeliyiz. Yerli üretim savaş uçaklarının da üretim süreçlerinin hızlandırılması ayrıca stratejik önem arz ediyor.
En büyük ikinci risk ise PKK'nın bölgedeki varlığıdır. Beşşar Esad ile diyalog kurulmalı, ülkesinin kuzeyinde güvenliği sağlaması, PKK'nın bölgeden sürülmesi veya yok edilmesi için işbirliği yapılmalıdır. Bölgede PKK varlığı kadar tehlikeli bir diğer unsur ise ABD askerlerinin varlığıdır. Rusya – Amerika – Suriye üçgeninden bir şekilde kurtulmamız, yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal sarmalından bir şekilde çıkmamız gerekiyor. Türkiye’nin kuzey Suriye’de PKK'yı tek başına bitirecek askeri gücü tabi ki var ancak bu bölgede atılan her adımın ABD ve Rusya nezdinde bir karşılığı olacağı kesin. Bu ülkelere ben kendi güvenliğim için ne gerekiyorsa yaparım denilmelidir. Bu konuda siyasi iradeyi ortaya konulmalıdır. Bu ekonomik kırılganlıkla bunu yapmak evet çok zor ama olası bir savaşın da bugünden yarına çıkmayacağı kesin. Hala yeterince vaktimiz var yeter ki ekonomik rehabilitasyon için samimi adımlar atılsın.
ABD ve İngiltere'nin desteğini arkasına alan, Avrupa Birliği'nin de kendi değerlerine sırtını dönerek ses çıkarmadığı İsrail’in bu sınır tanımaz ve pervasız davranışlarının bugün olmasa da bir gün bölgeyi topyekûn savaşa sürüklemesi kimseyi şaşırtmaz. Ancak resmi olarak bir tehdit yok iken İsrail’i karşımıza almanın; aslında kendi halkı tarafından istenmeyen adam ilan edilmek üzere olan Netanyahu’nun güçlenmesine ve halkının arkasında birleşmesine neden olduğunu da unutmamamız gerekiyor. 7 Ekim 2023'de İsrail’e karşı yapılan fason saldırının sonuçlarının neye mal olduğunu bir yıldır hepimiz canlı canlı izliyoruz. Dostumuzu düşmanımızı iyi görmemiz gerekiyor. Uluslararası ilişkilerin hep ülke çıkarları üzerinden tesis edilmesi ve hiçbir ülkenin daimi dost ya da düşman olmadığını, içinde bulunulan koşullarda fayda zarar ilişkisi gözetilerek ana politikalara ufak dokunuşlar yapılması gerektiğini düşünüyorum.