SON DAKİKA
Hava Durumu

'Bu da bana dert olsun'

Yazının Giriş Tarihi: 25.11.2011 03:59
Yazının Güncellenme Tarihi: 25.11.2011 03:59

Nasıl isterlerse öyle yazıyorlar maalesef.

Mazlumların tarihi zayıf kalıyor.

Dersim katliamını mazur göstermeye çalışanlar, tarihi nasıl yazmışlar?

"Olaylarda İngiliz parmağı vardı...Bir kalkışma, isyan vardı...Eşkıyalık yapıyorlardı...Vergi vermiyorlardı..."

Resmi tarih böyle yazıyor.

Asılmadan önce ne demiş Seyit Rıza?

"Ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert olsun. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun" demiş.

Şimdi Başbakan "sözde özür diledi" ya...

Hepimiz bunu konuşur olduk.

Kimi "resmi tarih" üzerinden, kimi "mazlumların tarihi" üzerinden konuşuyor/yazıyor işte.

Gündem bu oldu.

Başbakan özür diledi dilemesine ama bakıyorum yazar/çizer grubu özür dilenen mağdurların yaşadığı eziyetten daha çok "Erdoğan CHP ve BDP'ye nasıl çaktı ama" bölümüyle ilgili.

Evet, özür dilemek bir erdemdir. İki arkadaş arasında dilenen özürde bile şu söylenir: "Söz, bir daha tekrarlanmayacak".

Eşitsiz güç ilişkilerinin söz konusu olduğu bir ortamda bu da yetmez, dilenen özrün bir "büyüklük ve egemenlik şovu" haline gelmemesi için daha da fazlası gereklidir.

Yani bir samimiyet gereklidir.

Size Erdoğan'ın bu "siyasal özür çıkışı" samimi geliyor mu?

Açıkçası bende hiç samimi bir duygu uyandırmadı.

Şimdi Erdoğan'ın "özür" samimiyetini nasıl anlayacağız.

Elimizde bir "samimiyet ölçer" cihaz yok.

Tek şansımız siyasal ve sosyolojik olarak yaşananlara bakmak.

Sanıyorum hepimiz farkındayız.

Başbakan Dersim tartışmasının fitilini ateşlerken Türkiye'nin en büyük gözaltı operasyonlarından biri yaşanıyordu.

Diğer yandan gazetecilerle, aydınlarla, Belediye Başkanlarıyla, milletvekilleriyle, akademisyenlerle, öğrencilerle, sendikacılarla, hak mücadelesi verenlerle doldurulmuş Türkiye hapishaneleri gerçeğini fark ediyoruz değil mi?

Hrant'ın katlinde açıkça sorumluluğu olanları koltuklarının altına alırken, Metin Lokumcu'yu öldürüp ardından ona sahip çıkanları tutuklatırken, hatta "kadın mı kız mı bilmiyorum" diye çıkıp ekranlar karşısında sorgularken, kendine iman ettiremediği Kürtleri "Zerdüşt" ilan ederken, yüzde 10 barajıyla yetinmeyip hapishaneleri kendine iman ettiremedikleriyle doldururken, Hakikatleri Araştırma Komisyonu önerilerini ısrarla reddederken dilenen özür, bu halkın acılarını "kullanmaktan" başka bir anlam ifade eder mi sizce?

Bende bu "özür manevrasının" hiç bir karşılığı yok.

Sizi bilemem.

Ya aslında çok uzağa gitmeye bile gerek yok.

Erdoğan Anayasa referandumundan önce bir yandan asılan devrimcileri diline dolarken, diğer yandan Mahir Çayan'ın ve Deniz Gezmiş'in posterlerini evlerinde bulundurmaları, onları anmaları gibi gerekçesiyle hapishanelerde yatan gençlerin sayısı her gün artıyordu.

Yani yeni bir durum değil bu "acıları istismar etme" hali.

Hep vardı.

Anlaşılan o ki siyasal gündem sıkıştıkça bundan sonra da yine olacak.

Bugünkü baskının üstünü örtmek için geçmişteki acıları "operasyonel" amaçlı kullanmakla özür kabul olmaz, günah çıkmaz, tam tersi büyür.

Hele hele Ahmet Hakan'ın dediği gibi "Kılıçdaroğlu kendi kalesine gol atmış" hiç olmaz.

CHP bu tartışmalar karşısında biraz "basiretsiz" kalıyorsa bunu dönüp biraz da parti içi atmosferdeki "resmi tarih meraklısı" ekiplerde de aramak gerek.

AKP'nin bunca "oteryan" uygulamalarında atak olamayanların, konu parti içi tartışmalar olunca "cevval" çıkışlarını da görmek gerek elbet.

Dersim katliamı değerlendirmeleri ve "tarihi belge" açıklama köşeleri kaplamış durumda.

Tarih demogogları ve siyasal çarpıtıcılar değişik kaynaklara başvurarak "bugünkü siyasal ihtiyaçlarına" göre yorum yapmaya devam ediyor.

Aslında değerlendirme düşünüldüğü kadar karmaşık değil, son derece yalın.

Katliam yıllarındaki dönem tek partili dönem.

Devlet partisi ise CHP.

Yani o yıllarda herkes CHP'li.

Hatta siyasal köklerinin izi sürüldüğünde Tayyip Erdoğan da CHP'li.!

Çünkü Mustafa Kemal ve İsmet İnönü'nün yanındaki isimler Celal Bayar ve İhsan Sabri Çağlayangil hatta Fevzi Çakmak.

Sonraki siyasal uzantılarına bakıldığında Celal Bayar ve İhsan Sabri Çağlayangil'in bugünkü "siyasal torunları" şimdi nerede acaba?

Tabiki AKP'de.

Ülkemizin sağ siyasal kanadı böyle sürdürüyor macerasını.

Yazılanlar içerisinde İhsan Sabri Çağlayangil'in anlatımlarından ve belgelerinden alıntı yaparak Dersim katliamını anlatan Zülfü Livaneli'nin Vatan Gazetesi'ndeki yazısını şiddetle öneririm.

Dersim katliamının baş görevlilerinden birisi olan Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil'in ağzından, yani birinci elden aktarılıyor yaşananları.

Celal Bayar'ın emriyle İhsan Sabri Çağlayangil'in mahkeme hakim ve savcısını nasıl etkilediğini, hafta sonu yargılama yapılamayacağını söyleyen savcıya nasıl rapor aldırılıp yerine arkadaşının görevlendirildiğini, elektriklerin olmaması nedeniyle araç farlarıyla yargılamanın nasıl yapıldığını, mahkeme mesai bitince nasıl devam ediyorsa "gece saat 24.00'ü geçince gün başlamıştır yargılama yapılabilir" diyerek nasıl alel acele idam kararının alındığını, göstermelik bir hafta sonu yargılaması ile alınan kararla Seyid Rıza'nın yaşının küçültülerek, 16 yaşındaki oğlunun yaşının büyütülerek nasıl asıldığını tüyleriniz ürperek, içiniz acıyarak okuyacaksınız.

Bu acelenin gerekçesi ise Mustafa Kemal'in Seyit Rıza'yı affa uğratma ihtimali.

Bunları yapan Celal Bayar ve İhsan Sabri Çağlayangil'in bugünkü siyaset takipçileri kimler, kuşku götürmez şekilde AKP'liler herhalde.

En azından CHP'liler ya da solcular değil.

Bugünün siyasetinden baktığımızda bu durumda Dersim katliamının sorumluları kimler?

Bugünkü baskıcı hallerine baktığımızda şüphe götürmeyecek şekilde yine AKP'liler.

Bu durumda siyasal olarak Dersim katliamını bugünkü siyasal ihtiyaçları için kullanan AKP'lilere ve Erdoğan'a ne demek gerekli?

Bu kadarıda ayıp ama, Dersim'de öldürülen Seyit Rıza'nın deyişiyle "ayıptır, zulümdür, cinayettir" demek.

İHSAN SABRİ ÇAĞLAYANGİL'İN AĞZINDAN DERSİM KATLİAMI:

İnternet gazetesinde yazmanın avantajını kullanacağım bu kez.

Nasıl olsa "yer sorunu, satır kısıtlaması" yok.

Merak edenler için Zülfü Livaneli'nin alıntı yaptığı İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarından Dersim bölümü şöyle.

"İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında Seyit Rıza ile arkadaşlarının ve 16 yaşındaki oğlunun 15 Kasım 1937'de idam edildikleri geceyi şöyle anlatmaktadır:

"(Ö) Aradan aylar geçti, Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İşte bu sırada Atatürk Diyarbakır'daki yeni yapılan Singeç (aslı Soyungeç Z. L.) Köprüsü'nü açmaya gidecek. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki;

'Atatürk, Singeç Köprüsü'nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu (giysili) altı bin doğulu Elazığ'a dolmuş, Atatürk'ten Seyit Rıza'nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk'ün karşısına çıkmasına meydan vermeyelim.'

1937 yılında resmi tatil günü cumartesi öğleden sonra. Atatürk pazartesi günü Elazığ'a gelecek. Bizden istenenler 'asılacak asılsın' ve Atatürk'ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı arkadaşıydı.

Şükrü Sökmensüer, 'Sivillerden, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün siyasi şubesinden istediklerini al. Atatürk'ün istasyondan halkevine kadar korunması da size ait' dedi. Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişi alıp yola çıktım. Trenle Elazığ'a vardım. Emniyet Müdürü İbrahim Bey'e gittim. Savcı için, 'Kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil' dedi.

Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığı'ndan da bir şifre aldığını ama mahkemelerin cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:

'Ben de mahkemeleri etkileyemem.'

Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.

Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, 'Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım' dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğimde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.

Hakim bana, 'Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz' dedi.

O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.

Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, 'yukarıdaki karar tasdik olunur' demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya 'Abdullah Paşa'nın idamı' diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:

'Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.'

Hakim, 'başkaca bir şey yapılamaz' diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:

'Sizin saat 17.00'den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?'

'Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara onlara kadar çalışıyoruz,' cevabını verdi.

"Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 24.00'ten başlıyor, dedim.

Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.

Ona da çare bulduk: Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi'ne lüksler koyarız.

Hakim bu defa; samiin (hazır bulunanlar, şahitler) yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.

Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.

'BENİ ASMAYA MI GELDİN?'

Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.

Gece 12.00'de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. 'Peki' dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı.

Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarptırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. 'İdam Çino' diye bir vaveyla koptu.

Biz Seyit Rıza'yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim'in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:

- Asacaksınız, dedi ve bana döndü:

- Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin?

Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.

Son sözünü sorduk.

- Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.

Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız'ın idamı bitti.

Seyit Rıza'yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti:

- Evladı Kerbelayime, bê gunayime, Ayıvo zulimo, Cinayeto, (Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.) dedi.

Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi. Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akibetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;

- Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim."
 

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.