Böyle bir vakitti, güz günleri, esasından tam da kırk yıl önce.
Fomara‘da Bursa Hakimiyet‘in bulunduğu kata dümdüz yayılmış yazı masalarının en kenarında bir uçta oturuyorum, bana herşey yeni. Bir dalımda görünmez kıyamet, öbüründe küfür, dilimde şiir ,öyle bir genç halim.
Küt diye boz bulanık bir şise gümledi masanın ortasında, sanki tragedya sahnesinden çıkıp, oraya konmuş gibi duran yüzünden, halen daha gözlerindeki merak ve soğuklukla hatırladığım o işçi sesiyle irkildik.
"Yazın bunu da görelim!"
Şehirle insan arasında, devletle ben arasında, iktidarla kendin arasında tasarlayarak yönetme ve dahi canına okunma taammüdünün ol an’ı.
Engin Özpınar 1985'in o güz günlerinden birinde, müdür masasından neazeketle kalkıp, "bu haberi yap" dedi. Bu yazıda esasında, o ana duyduğum memnuniyetin minneti de yer alsın isterim.

Çiçek bile sulanamaz raporu verilecek o çamurlu şey; Organize Sanayi Bölgesi'nde onbinlerce işçiye kullandırılan suydu!
Bursa güya sudan mürekkepti de ve fakat işçi sınıfının sınıf mümessilliği Arnavut kaldırımlarının küçük üretim mengenesinde imha edilerek, mosmor su olup bir şişeye girmişti.
12 Eylül boşuna mı alçaklıktır.
Çünkü bu aynı zamanda, gazeteci Henry Fairlie tarafından dolaşıma sokulmuş olan o müesses nizamın tanımladığı güçlerle de boğaz boğaza gelmekti.
Neyi nasıl anlatacaktık?
Taşrada oligarşinin yerel reflekslerindeki hönkürmelerle ve gazete sermaye sahiplerine karşı, basının toplumsal değişim ümidini taşıyan ve temsil eden bağımsız dilini sürdürme arasında bir zamandı bu. Evet 12 Eylül tahribatından 90'lı yılların hunharlığına giden ara.
Bir ümidin, bir becerinin ve kendinden emin olmanın yetkinliğinden sebep, Engin Özpınar asla yitirmediği ve hep bilerek özenerek koruduğu muhabir heyecanı ve albenisiyle haberleri sıralamamıza, geriye düşmemize ön ayak oldu.
YÖK'ün gaddarlığa varan uygulamalarıyla Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden atıldığı için köyüne dönmek yerine ölmeyi seçen bir gencecik öğrencinin haberini “YÖK can aldı" manşetiyle verince, samimiyetinden ötürü Engin beye teşekkür etmiştik.

Karmaşık organizasyonlar, çeşitli ticari kazançlar, elden ele geçmiş miras talihleri ve ele geçirilmiş sermaye geçmişleriyle kimilerince son derece tembel, kimilerince tarihlerle bezeli huzur ve tasavvuf, kimilerince bakımsız ticaret şehri, Nazım Hikmet'in ömür boyu mahpus, Aziz Nesin'in konuşacak tek bir insan bulamadan parasızlıktan hafızlık yaptığı, sürgün yaşadığı bu şehrin muhteşem Kapalıçarşı'sında bir gün gezecekti insanlar, mutlu mu bilmem de endişesiz. Öyleydi o yaştaki hevesim. Devrimcilerin bütün köyü mutlu etmek gibi hevesleri vardır hep.
O günse bu merakla Kapalıçarşı'ya gidişimin sebebi, muhayyer ve muhayyel süpürgeler yapıp satan ustanın ölümüydü. Çarşı esnafından bir tanıdığı söylemişti Engin beye. Bir beceri ve emeğe saygıyla yaptığım bu resimaltı haberi sakınmasız komşuluğun, o zamanki adıyla ana akımı aşan, yerel basının içindeki gücüyle ilgili konuştuğumuzu, sokağımızın ağacının hatrı gibi anarım bazen.
Seçkinlik egemen gücün himayesine verdiği meşruiyetiyle bize sökmezdi, biz "valim", "bakanım", "başkanım", "amirim", "ihratacatçım" demeyecektik, yeniden inşa süreçlerinin takvimi yok, kendi biriktirdiği hikayenin gücüyle pratikte çıkıyordu ortaya, özel alınmış bir kararla konmuş tavır değildi.
Zor bir gündü tuhaftı da.
Saray Örme işçileri çalışma koşullarının kamuoyuna duyurulmasını istiyordu. Bursa'da o vakitlerde tekstil sendikasının iki şubesi vardı. Şube başkanlarından Cahit Dursun ile konuşup, Cengiz Yakut'la gittik fabrikaya. Dikkat edecektik de, neye?
Derken durum, elimizdeki bilgi ve makaralar alınacak raddeye geldi, biz hızla koştuk, yetişemediler, geçen bir minibüse attık kendimizi.
Gazeteye geldiğimizde bize demediklerini bırakmayan telefon aramaları tehditler ve bir sürü hikayenin sonunda Cengiz sayesinde kurtulan karelerde yemekhanede, "fazla ekmek alan parayla cezalandırlacaktır“ gibi insanı düşkünleştiren duyuruların fotoğrafları gazetede yayımlandı. Daha sonra şimdi ikisi de aramızda olmayan ama izleri hep anılan Saruhan Ayber ve Engin Özpınar ile bu gibi haberlerin yer aldığı gazeteleri yapabilmelerinin, müesses nizamla birarada yaşamakla ilgili paradokslarını da konuşmuşluğumuz oldu.

Toplumsal geçişkenlik dönemlerinin yazılı basının yereldeki en deneyimli kurucu ve yönetici kuşagının son temsilcilerindendi Engin bey.
Belirsiz dağınık siyasal güç dengelerinin şehir bölge ölçeklerindeki ani ve sürekli değişen tempolarından basın ve kadrolarına düşen pay, her zaman huzur verici olmuyor, zaten ne zaman huzurlu olmuş olabilir ki.
Hiçbir zaman popülizme zerre kadar meyletmemiş, her zaman Zafer ve Enver’in dediği gibi mütevazılıkla yol gösterici bir usta oldu.
Bir gün Ceyhun’un yazdığı gibi genç bir öğrenciye abilik eder, bir gün Kutup Dalgakıran gibi bir fotoğraf sanatçısının cevherini görüp omuz verir ve çok kitap okurdu, sadece o değil müthiş bir ayrıntıcıydı da.
Hans Magnus Enzezberger’in İç Savaş Manzaraları ile David Wells'in Matematiğin Gizli Dünyası kitapları Engin Özpınar'dan armağan olarak nice değerli hatıra arasında.
Kendi kuşağının temsilcileri olarak Erhan Sevimli, Yahya Şimşek, Ertuğrul Yalçınbayır ve her yaştan gazeteciler ve pek çok değerli insan törene katıldı, bense sadece tesadüfen ülkedeydim ve bulunabildim iyi ki. Hayatın diyalektiği bir anla hatırlatıyordu kendini işte. Gencecik Yiğit Gökalp, Can Kılıçturgay ve Emre Çolak süreklilik taşıyan bir değerler hükmüyle oradaydılar.

Aslında bu anma, Bursa ve Olay Gazetesi'nde geçirdiğim yedi yıla, Engin beyin de çok sevdiği sevgili yakını, fakülte arkadaşım Mustafa Özkan’a, Mustafa’nın unutulmaz abisi Hamza abiye, sevgili Handan Özpınar’ın büyük emeklerine, Gaye’nin gurur verici kimliğine, Engin beyin Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin’e Bursa'daki gözaltı sırasında avukat Şükrü Uyar ile yaptıkları ziyarete, emeğe ve nihayetinde hayatımızda borçlu olduğumuz unutulmaması gereken daha nice güzelliğe de dair olsun isterim.