SON DAKİKA
Hava Durumu

Virüs, felsefe ve yaşam

Yazının Giriş Tarihi: 04.05.2020 00:32
Yazının Güncellenme Tarihi: 04.05.2020 00:32

Karl Jaspers'in deyimiyle "Her tek insanın olası bir filozof olması" düşüncesini bugünlerde iyice bir düşünmemiz gerekiyor sanırım. Ya da var oluşumuzun temelini filozof olmaya çalışarak gerçekleştirebileceğimizi yeniden fark etmemizin tam da zamanı bana kalırsa.

Kaybedeceklerimiz, kaybettiklerimiz, başardıklarımız ve başaramadıklarımızın toplamı olarak bu pek meşhur varoluşumuzu (!) şimdilerde tehlikeye atan bir virüsle karşı karşıyayız. Varlığımızın temelini sarsan bir bilinmeyenle ne yapacağımızın şaşkınlığı içinde bekliyoruz. Ölümü ilk kez duymuşuz gibi. Ölümleri, savaşları bile isteye bizler çıkarmamışız gibi. Virüs suçlu da biz masum muyuz? Doğanın kendine özgü sistematiği içinde bir kanser gibi uyumu bozup hücre dışına çıkan bizler değilmişiz gibi.

Felsefenin temeli bilgidir. Dolayısıyla insanı, doğayı, işleyişi, bozan etmenleri, alınacak önlemleri bilgisel temellendirme yapmadan çözemeyeceğimizi rasyonel olarak fark etmeliyiz en başta. Bilgi ve bilimle doğanın o gücü karşısında kendimize yürünecek bir patika bulabileceğiz. Biz evrenin hâkimi, yönetici olmadığımızı aksine onu anlamak için sınırlı donanıma sahip ölümlü bir varlık olduğumuzu görebilmeliyiz artık.

Scheler, "Siz hiç yol gösteren bir tabelanın gösterdiği yolu gittiğini gördünüz mü?" derken söylem ve eylemin her zaman birbiriyle eşleşemeyeceğinden dem vurur. Bu bize yol gösterenlerin, yönetenlerin de yanlışlar içerebileceğini, her öğretiye her bilgiye eleştirel bakışı kaybetmeden dikkatlice yaklaşmamız gerektiğini anlatmaya çalışır.

Şimdilerde her bilim insanından değişik öngörüler alıyoruz. Aslında el yordamıyla, deneye yanıla yol aldığımız bir süreçteyiz. Evlerde bekliyoruz, sosyal mesafeyi koruyoruz. Başkalarının ölümünü istatistiksel olarak takip ederken, eğrilerin düştüğü kısımlara denk gelince memnuniyetimizden utanıyor olmak bir etik sorgulama noktasını işaret ediyor farkında mıyız? Kritik ve pik noktaları buralar felsefe açsından baktığımızda.

Değerlilik yaşantıları bizlerin diğer benlerle kurduğu ilişkilerde ortaya çıkan bir özelliktir. Felsefe hayata sorularla bakar hem de hiç alışık olmadığımızı zannettiğimiz. Oysa ki tam da hayatımızın ortasındaki sorularla dünyayı görmememizi sağlar sanılanın aksine. Bize olaylar, kişiler, durumlar, değişimler karşısında nasıl davranmamız hakkında bilgiler içeren soruları sordurur.

Özellikle bugünlerde yaşamaya tutunmak ve denetlenemez ölü sayılarının karşısında ölmemiş olmak arasında gidip gelen vicdani soruların arasında sıkışıp kalıyoruz. Bekleyerek değil düşünüp, bilimsel çalışmalarla bu işten sıyrılabileceğimizi görüyoruz. Eğitimin, farkındalığın, bilmek ve inanmak konusundaki ayrımların ne kadar önemli olduğunu gördüğümüz zamanlardan geçiyoruz. Zamanın ruhu bize bu karmaşık denklemin içindeki aynı payda da durduğumuzu anlatmaya çalışıyor. Kanımız bir başkasının ömrü oluyor. Varlığımız bir başkasının ölümü bazen de. Hayat hep yaptığımız seçimlerin toplamı oluyor sonuçta.

Sokrates'e; "Otuz zalimler seni ölüme mahkûm ettiler" dendiğinde cevabı "Tabiat ta onları!" demişti. Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye üzülmektense o vakte kadar nasıl yaratıcı, üretici, kendimiz gibi olabiliriz onu düşünmek daha akıllıca olsa gerek.

Dalgalı bir denizin ortasındaki geminin güvertesinde midemiz bulanmadan, yere düşmeden hep yapageldiğimiz gibi ayakta durmayı nasıl başarabiliriz? Her birimizin felsefenin mezun olmayan öğrencileri olarak kendimizi ayakta tutacak cevaplara götüren soruları sorarken buluruz farkına varmadan. "Nasıl yaşamalıyız?" sorusu tam da bu türden sorudur. En diplerdeyken, duygusal ve fiziksel olarak en yorgunken ve çaresizken felsefe işe yarar mı? "Ters yüz olmuş tepetaklak dünyadaki bizler, ayakları yerde başı yukarda durmayı nasıl başarabiliriz?" sorusunu soruyor olmak dahi bize çok şey öğretir. Çünkü insan bilmek ister. Bilmeye götüren yol da soru işaretleriyle doludur. Gerçek şudur; "Hayattan sonra ölümdeyizdir ama hayatta iken ölmekteyizdir."  Ve bu süre birbirimizden nefret edecek kadar uzun değildir inanın. Hayattan çıktığımızda nerede olacağımız belli. Asıl soru, hayattayken nasıl var olacağımız?

Yalın, doğaya yakın, kendimize yabancılaşmadan, tüm var olanlarla birlikte itişip kakışmadan yaşamamız gerektiğini küçücük bir virüs öğretti bize. İnsanlık tarihinin tüm ölümcül kimlik tartışmaları, güç, utanç savaşlarından daha sert öğretti hem de.

Kimimize sevginin, kimimize bir dilim ekmeğin, kimimize dostluğun kıymetini hatırlattı. Görmezden geldiğimiz onca duygu ve düşüncenin hala içimizde bir yerlerde var olduğunu görebilmek dahi güzel.

Herkesin üzerinde uzlaşacağı bir düşünce yoktur tıpkı felsefedeki gibi. Bu düşünce zenginliğidir aslına. Her bir insan ayrı bir dil konuşur kendince. İnsan olarak, ortak dilimiz acı, sevinç, keder, mutluluk ve hüzünden oluşan tüm ezberleri bozan, kulakla değil gönülden işitilebilen karma bir dildir. Ve hepimiz bir devletin değil şu an,  aynı zamanın yurttaşı olduğumuzun farkındayız. Virüs bize en çok bunu öğretmiş olmalı.

Son söz Lucretius'tan; "Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: Bu dünyaya nasıl geldiyseniz öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler."

Umarım benim devredeceğim meşaleyi, aklı başında felsefeyi seven birisi teslim alır.

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.