SON DAKİKA
Hava Durumu

Osman Çutsay'la 'Öfke' üzerine...

Yazının Giriş Tarihi: 25.07.2015 02:15
Yazının Güncellenme Tarihi: 25.07.2015 02:15

"Türkiye'nin yıkım sürecini sanat dünyasına egemen 'aydınlatıcılara', dincileri de liberallere borçluyuz" saptamasını içeren cümlelerle dolu bu kitap derin bir yaralanmanın öfkesi olarak karşımıza çıkıyor.

Sahipleri belli sanatçılara fırlatılmış oklar var her satırda. Üstlerine alınırlarsa elbet. "Her yenilgi önce yenilenin sorunudur" cümlesini üstlenen olabilir belki de.

Gemisi çoktan batmış, terk edilmiş, dipten vurgun yemiş bir kalemin içten içe kırgın hatta yaşanmış bazı güzel günlerin hala vazgeçilmeyen hatırını taşıyan vefa ile yazılmış satırlarını okuyoruz. Bir eleştiri, öz eleştiri neredeyse "kusma" noktasına gelmiş birikmiş öfkeden yaratılmış cümleler. Çürümeye bırakılan pek çok isim nasibini alıyor aslında, kalbi delip geçen sızılarla atılmış oklardan. Nokta atışı yapıyor Osman Çutsay dolambaçsız, alenen edebiyata oldukça sert bir entelektüel kılıç sallıyor saptamalarıyla.

Enver Gökçe'yi doğuran Türkiye'den, aynı topraklardan Elif Şafak-Ahmet Altan-Orhan Pamuk üçlüsü de çıkabiliyor. Çünkü zaman, emperyalizme iştahla teslim olanları da ortaya çıkarıyor. Hepsi bu.

Sol, sanatın bağışıklık sistemini yerle bir eden virüs haline geliyor. Çünkü siyasal zemin buna hazır ve solun sanata bir dokunuşu yeterli oluyor virüsün yayılması için. Peki, kim tedavi edecek? Bu mümkün mü artık? Ne yapacağını bilemediğimiz bir büyücünün, yani zamanın elinde her şey. Çünkü edebiyat bizi zamana yapıştırır. Onun maharetli ellerindeyiz artık. Osman Çutsay'ın demesiyle "Edebiyat fazlasıyla 'şimdiki' zamana benzeyen bir pratiktir ve yeni dediğimiz şey, bugünden düne müdahaledir". Bir anlamda bugünden hareketle geçmişi okumaktır.

"Öfke", bir engellenmişlik duygusunun sonucu olarak yaşanır ki bu toplumsal, edebi, siyasi, düşünsel alandaki bir türlü yenilenemeyen, tutulmuş köşe başlarının değişmeyen taşlarının yerinden oynatılamayan ürkeklerin, solun kendi içindeki oturmaktan çukurlaşmış kast sistemine karşı birikmiş duygusu olarak okunuyor kitapta.

Nefes aldırılmayanlar ve o nefesi hak etmeyenlerin dünyası içinde solun büküp, üzerinde oynadığı, kesip doğradığı sanat. En azından bu ülkede ve bu kitapta vurgulanan bu saptama bizi farkındalığın başka boyutuna götürüyor.

"Sahi biz hem yazanlar ve okuyanlar olarak ne yapıyoruz?" Bu soruya yanıt arama hevesinde olanlar için önerilecek, belki bunca kandırılmışlık duygumuzu hafifletecek cümleler okuma şansımız olur alışık olduklarımızdan başkaca. Sanatı hep olumlayarak, bizi geliştiren, insanlaştıran, ruhu varlığa getiren bir uğraş olarak öğrenmişliğimizin karşısında şaşırtıp ters köşeye yatıran bir bakış açısıyla karşı karşıyayız.

Bitmiş bir enkazın, küllerinden doğamazsa işi bitmiş bir ülkenin sanatına güçlü, kılıcı keskin bir savruluşla yazılmış eleştirel bir kitaptan söz ediyoruz. Sanatın Cumhuriyet'in yıkılış ve kuruluşundaki etkisi, solun, sağın bu memleketteki her yazanın payına düşen kimi kıvılcıma kimi küle dönen korlarını okuyoruz.

"Sanat siyasetin önünde diz çökerken sanatçılar ne yapmakta?" sorusu aklınızda dolanıyor bir yandan. 1923'te serpilen kapitalist tohumlarının şimdilerde vermeye başladığı meyvelerinin çürümüş kokusunu sanatın her alanında duymaya başladığımızı okuyoruz "Öfke" ile.

Bu kokunun içinde tencere-kapak uygunluğu içinde burunları tıkalı yazmaya, çizmeye devam eden, sanatın toplumu gerilere çeken etkisinin yanında hala canlı ilerici bir damar vardır bu memlekette bunu okuyoruz.

Hüseyin Cöntürk, delikanlı bir Nazım vardır örneğin, bilince doğrudan müdahale eden, yaşadığı zamana benzeyen hatta zamanın inkârı, şimdiye reddiye olarak geleceğe doğru akan bu damarın sanatçılarıdır onlar. Kurmacalarıyla kendi gerçekliklerini yaratan güzel şiirlerinde siyasal darp izleri taşıyan sanatçılar da vardır Cemal Süreya gibi.

Elbette ki edebiyat yaşamda her şey değildir. Nasıl yaşanacağı konusunda bize ipuçları verebilir ancak. "Okuyucusunu, yazanını yaratan siyasal gücün içinden sıyrılıp nasıl kendi seçebildiklerimize ulaşabileceğiz?" Bu sorulara bir yanıt bulabileceğimiz kitapla karşı karşıyayız.

Dil işçiliğindeki ustalığı arayan insanın isyanıyla hayatın içinde çıplak ayak yürüyen insanın isyanı pek de uzak değildir aslında anladığımız.

Bu kitap, dünden yola çıkıp yarına karşı suçlu kalmamak için yazılmış, Hüseyin Cöntürk hatırlatması, edebiyatın tumturaklı, süslü vitrininin ardındaki sahici kalemleri yeniden diriltmiş olması için oldukça önemli. "İşçi sınıfına götürdüğümüz bir şiir hangi toprakta köklenir sorusu?" okurken bizi de bildiğimizi zannettiklerimizden çok başka mecralara taşır.

Sert bir iklimin rüzgârıyla, kişisel bir hesaplaşmayı da içeren, memleketin vazgeçilmez sevgisini de içine alan kocaman yürekli bir kitap var karşımızda. Çünkü ölüleri gömmek gerekir...

"Ben onları hiç unutmadım" diyecek kadar içinde derin bir hayal kırıklığı, sanki yanlış insanı sevmiş olmanın burukluğu, başka türlü biçime dönüşmüş insanların bıraktığı boşluğa doğru yazılmış bir kitapla karşı karşıyayız.

Belki de nasıl sevildiklerini anlatamadıklarımızdır başarısızlıkların nedeni. Belki de kitabın son hazin cümlesi şu olmalıdır diye okurken içinizden geçirirsiniz; "Beni, bizi artık Türk edebiyatçılarına emanet etmeyiniz."

"Aslında yaşadığı zamanı kullanarak şimdiye ihanet eden sanat mı yoksa kendisine ihanet etmiş sanatçılar mıdır?" diye derin bir iç çekişle sayfaları çevirir durusunuz "Öfke"yi okumaya devam ederken.

Ve anlarsınız ki, sanatı yoğuran eller kirlendikçe sanat ta kirlenirmiş. Meğer sanatın özü, sanatçının özüymüş.

- Bunca uzaklığa rağmen edebiyattaki çürümenin kokusunu nasıl aldınız? Türk çürümesi nedir? Ve başka kültürlerde sanat bu türden çürümelere yardımcı oluyor mu? Yoksa bizde sol mu sanatı, sanat mı solu çürütüyor acaba?

OSMAN ÇUTSAY - Edebiyattaki çürümeyi algılamak zor değildi aslında. Hayatımızdaki çürümeyi görüyorsak, bunun edebiyata bir biçimde yansımasını da görmemiz gerekirdi. Hayatımızı pembe gözlüklerle izleyenler için elbette ortada bir sorun yoktu. Bizim gibiler için ise vardı: Hayat bir çöp dağına dönüştüyse eğer, Türkçe edebiyatın bundan payına düşeni almaması düşünülemezdi. Gördüğünüz gibi, hayat ile sanatı veya edebiyatı birbirinden ayıramayanlardanım. Aynı şey, siyaset ile sanat arasında da söz konusudur. Bunları birbirinden ayırarak düşünemeyiz. Bizdeki mesele şu: Toplumsal çürümenin ve kokuşmanın büyük boyutlar kazandığı zamanlar, o toplumlardan ve dilden büyük yazarlar, sanatçılar çıkmasına engel olmazlar. Hatta tersi olur. Ama bizde bu yaşanmadı. Artık sanat denilen piyasadan bir büyüklük çıkacağını düşünemeyiz. Ortaçağa dönmüşüz, bir tuhaf piyasa kültürü içinde yaşıyoruz, nasıl olur da bu bataklıktan bir kurtarıcı ürün bekleyebiliriz.

Demek ki, Türkiye'nin çöküşü, büyük kokuşma, sanata da aynen yansıdı. Benim için acı olan, bunun solculuk taslayan çevrelere de yansımış olmasıdır. Türkiye solu sanat alanında inanılmaz sağcı. 1980'lerden beri bunu yazıp çiziyoruz.

Siz 550 sosyalist kadın adayla 7 Haziran'da sandığa çağrı yapan bir partinin bu kültür ortamında tartışıldığına tanık oldunuz mu? Dedim ya, acı olan, üzerine solculuk kisvesi geçirenlerin, sol düşmanlığı ve "solsuz sanat" hayranlığıdır. Çürüyen Türkiye'den neden bu çürümeyi dengeleyecek bir sanat çıksın ki? Ben yeni emperyalist demokrasi çağında bu gelişmeyi normal karşılıyorum. Demokrasi denilen şey, sanat denilen aldatmacayı çok iyi anlatıyor aslında. Hep birlikte bir bataklığın içinde yaşıyoruz ve halimizden memnun bir tablo veriyoruz. Sonuçta, Orhan Pamuk Nobel'e, Nobel de Erdoğan Türkiyesi'ne çok yakışmıştır. Ben sadece bunu söylüyorum. Biri varsa, diğeri de olur.
Solun çürümesine de tanık olduk. Dedim ya, istisnai gelişmeler var, ama genel eğilimi henüz bozacak bir güçte değiller. Solun nasıl çürüdüğüne sol adına oy isteyen ve onlara giden partilere bakarak da anlayabilirsiniz. Komşudaki Çipras'a ve yaptıklarına ya da solumuzun yüz karası Ufuk Uras'ın Yunan ruh ikizi olduğu çabuk ortaya çıkan o adamın ve partisinin bizdeki karikatürlerine bakarak bir sonuç çıkarabilirsiniz. Solun sanatı, sanatın da solu çürüttüğünü söyleyerek, bu yumurta ve tavuk bilmecesini çözmüş olayım. Bunlar birbirlerini çürütmezlerse var olamazlar zaten. Başka kültürlerde, örneğin Avrupa'da durumun farklı olduğunu kim söyleyebilir? Rezalette ortaklığımız kesindir. Avrupa'nın nasıl bir rezalet olduğunu sadece Yunanistan'daki gelişmelere bakarak bile anlamak çok kolay, tabii anlamak isteyene. Kepaze bir sanat piyasası, kepaze bir siyaset pazarı, en az bizdeki kadar kokuşmuş biçimde, Avrupa'da da var. Ama mesela Yunanistan'da bizden farklı olarak, belli bir kitleseliğe ulaşmış ve sosyalist bir toplum kurma iradesini de kimsenin eline bırakmamış bir parti var. Dikkat edin Türkiye "solunun" şu sıralardaki en büyük düşmanı Yunan solundaki o sosyalist inatlı parti KKE'dir. Türk "solcuları" Yunan komünistlerinden bile nefret ediyor. Türkiye sanatı da o düşmanlıkta ortaktır. Gerçekten de bilinen ve makbul sol sanatı, sanat pratikleri de solu çürütüyor yani. Kısaca, durum berbat....

- "Başarılı sanatçılarımız" ya da sanat dünyasına egemen olan o hep tırnak içindeki vurgunuz "aydınlatıcılara" karşı biriken hatta kitaba dönüşecek kadar çığlaşan öfkenizin nedeni nedir gerçekte?

OSMAN ÇUTSAY - Türk çürümesi, kötü huylu emperyalizmin doğrudan başardığı bir şey değil ki. Batı ve onun emperyalist demokrasisi, toplumları çürütme işini bizzat ele almaz. Bunun için aracılar ve tetikçiler kullanır. İşte ben bu tetikçilere öncelikle sanat piyasasında rastlandığını düşünüyorum. Bir adım daha atayım: Sanat piyasasanın varlık nedeninin, bu tetikçileri iktidara taşımak ve Batı'nın hizmetkârı Tom Amcalar olarak hep sahnede tutmak olduğuna inanıyorum. Bunlar kurulan ve sonra da çökertilen reel sosyalizmin bir meşruiyeti olduğuna hiç inanmazlar, o reel sosyalizmin yarattığı uluslararası konstelasyon sayesinde kurulup yaşayabilen Türkiye Cumhuriyeti'nin, tabii Türkiye Türkçesinin de, tarihsel bir meşruiyeti olduğuna inanmazlar. Ama bu dili, ülkeyi ve sosyalist perspektifi imha etme hırsları büyüktür. Bunlara öfke duymayacağız da, kurşun askerlere mi öfke duyacağız? Bu tetikçilere, piyasa uşağı bu kahramanlara ve sanatlarına bir imha hırsıyla yaklaşmazsanız, onların malı olursunuz. Her türlü çürümeden, büyük gerilememizden bu "başarılı sanatçılar", piyasa tetikçisi "aydınlatıcılar" sorumludur. Entelektüel şiddetimizin hedefidirler. Bizi hedef bile almamaları bizim işimize gelir.

- Peki "başarısız sanatçı" nasıl olunacak bu sistemin, Murat Belge'den Adalet Ağaoğlu'na, Nedim Gürsel'den Orhan Pamuk-Elif Şafak-Ahmet Altan üçüzlerine, onlardan da günümüz "Türk şairlerine" uzanan çok geniş bir hatta?

OSMAN ÇUTSAY - Başarılı sanatçı çağrım hiç olmadı. Beni ilgilendiren tek mesele, bu toplum biçiminin sanat pratikleriyle birlikte tarihe gömülmesidir. Hiç öyle "En iyi şiiri solcular yazar, en iyi sanatı solcular yapmalı!" gibi takıntılarım yok. Bunlar eski sorular ve yanıtlardır. Solcu, bizim tanımımızla, piyasa denilen canavarı imha etmeyi aklına koymuş, toplumu akılla düzenlemek isteyen gelişkin insandır. İnsan gelişir solcu olur, solcu da gelişir ve aydın olur. Yani sağcıdan aydın çıkmaz. Artık dijital bir ortaçağda yaşıyoruz. Bu âlemin sanat başta olmak üzere tüm kurumlarına savaş açmazsanız, bu arada solun geleneksel algı biçimlerine de tepki göstermez ve alternatifler kurmazsanız, bir yere varamazsınız. Varırsınız da, işte o vardığınız yer "Ecevit Türkiyesi" veya "Papandreu veya Çipras Yunanistanı" falan olur. O ülkelerin sanatı olur.
Sorunuzda verdiğiniz isimler Türkiye'deki her türlü rezaletin yaratıcısı isimlerdendir. Kendilerini başka yerlerde görebilir ve kendilerine başka sıfatlar/etiketler yakıştırabilirler. Benim gözümde Türk çürümesinin, "Şerefsiz Osmanlı'ya Dönüş" yıllarının gerçek yaratıcılarıdır. Sermaye bunları kullanarak bu ülkeyi çürüteceğini biliyordu. Demokrasi bu adamlara çürütme kolaylığı sağlamak üzere var. Edebiyat, resim, müzik vs... Bunlar bu insanlar için var. Başarılı sanatçıları reddetmek zorundayız. Ama başarısızların önünde de takla atacak halimiz yok. Bu sistemdeki herhangi bir kültür endüstrisi kurumundan bir davet alsa koşa koşa gidecek, ancak yukarıdaki isimler kadar bu mesleğin girdisini çıktısını öğrenememiş zavallı solcular bulmak değil amacımız. Yani, kitapta da olmalı, Memet Fuat'ı reddedip yerine Hüseyin Cöntürk'ü koyunca, önemli bir iş yapmış olmazsınız. Sadece saçmalarsınız. Bizim bu eskilerden, adını andığınız gerici yazarlardan öğreneceğimiz hiçbir şey yok. Ama onları tahsil ederek, inkar etmek için inceleyerek yepyeni bir dünya kurabiliriz. Reddebilirsek yaparız bunu. Sonuçta yeni bir dünya kurmak demek, mevcut dünyayı reddetmek demektir. Değil midir? Bu kadar gücü olmayanların reddiyeleri ciddiye alınamaz. İşimiz zor. Türk şairleri şu anda bizden üstün. Bakacağız.

- Ya da bu geniş hatta yer alan şair, yazar, çizer bu denli korkak mıydılar kendi sözcüklerinden, dizelerinden sizce?

OSMAN ÇUTSAY - Türk edebiyatı korkak uşaklardan oluşan bir ordudur. İçindeki tek tük isimleri abartmayalım. Nâzım'dan başlayarak 40 Kuşağı'ndan, İkinci Yeni'den, hatta 60'ların Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel gibi genç imzalarından geçip bugüne kadar gelebilirsiniz. Bunların hiçbiri hamamın namusunu kurtaramaz. Dediğim gibi, bazı öne çıkmış ayrıksı isimleri, bizim Büyük Nâzım'dan başlayarak elbette sayabiliriz. Ama onlar da devrimciliği, solculuğu ciddiye aldıkları için bir şeyler yapabildiler. Yoksa Türk edebiyatı, tek tük dirençli imzaya rağmen, bütününde bir uşak ordusudur. Evren Kuşağı, uşak kuşak! 12 Eylül'ün sonuçsuz kalacağı mı bekleniyordu? 12 Eylül biraz da bugünün Türk edebiyatını yaratmak için geldi. Gelmeseydi, durumumuz daha iyi olmayacaktı. Ben Ecevit'i de 12 Eylül'ün müsebbip ve kurucularından sayarım, artık düşünün diğerlerini...

Türk edebiyatı çerçevesinde kalalım ve öyle bakalım. Mesele şu: Bu edebiyat veya sanat pratikleri içinde kalarak bazı atak çıkışlar yapmış olanlar vardır. Bazıları gerçekten değerlidir. Bırakın Ahmet Haşim ve Büyük Nâzım'ı, hatta biraz da Yahya Kemal'i, kim Nurullah Ataç-Ahmet Hamdi Tanpınar kavram çiftinin değersiz olduğunu söyleyebilir? Hele hele Tanpınar, ölümünden önce resmen sola geçiş yapmıştır ve yazı hayatımızda eşine rastlanmayacak bir zenginliktir. Ama korkaktırlar. Misal: Sefa Kaplan'ın geçen yıl yayımlanan Tanpınar'la ilgili zavallı kitabının başlığı "Geç Kalan Adam" değil de "Niçin Korktum?" olsaydı belki ciddi bir çıkışa yaklaşabilirdi. Uşaklar ve kıt yetenekliler büyük zekaların monografisini yazamazlar. Yazarlarsa, bozarlar. Türk edebiyatının en militanları kendi getirdiklerinden, kendi yarattıklarından korkan adamlar ve kadınlardır. Büyük Nâzım ve bir avuç komünist devamcısı hariç, hiçbiri attığı adımların gerisini getirememiştir. Bunu açıkça söyleyelim. Aklıma hep Attilâ İlhan gibi bir adam geliyor. Değersiz değildir, tamam, ama ömrü de reel sosyalizme küfretmekle, Yeşilçam'a 12 Eylül'den sonra da TRT'ye her biri diğerinden bayağı diziler yazmakla geçmiştir. Elini sıcak sudan soğuk suya soktuğunu gören oldu mu, lisedeki ve 20'lerinin başındaki Paris ve Nâzım kampanyası dönemi hariç? Ama hep sola dersler vermiştir. Attilâ İlhan'ın bazı kalıcı şiirler çıkardığı doğrudur, ama "o sözler ki kalbimizin üstünde/dolu bir tabanca gibi/ölüp ölesiye taşırız/o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan/uğrunda asılırız" türünden kendisiyle hiç bağdaşmayacak dizeler de döktürebilmiştir. Bir komedi bu Türk sanat ve edebiyat âlemi. Bunların en iyilerini bir araya getirseniz, hepsini, büyük kavgacımız Yalçın Küçük'ün tırnağı bile etmezler. Yalçın Küçük ise müthiş bir okur olmanın ötesinde bir edebiyat iddiası taşımaz, ama tüm Türk edebiyatçılarından çok daha büyük katkısı vardır bu dile ve hatta edebiyata... Dolayısıyla bir karikatürden daha nitelikli olmayan Murat Belge ve bizzat veya dolaylı yetiştirdiği büyük sürüyü, "Türk kültür endüstrisi" diyelim, gereğinden fazla ciddiye alamayız. Ama düşman ilan edebiliriz. Öyledirler.

- Hesap soruyorsunuz bir anlamda, hiç yanıt alabildiniz mi?

OSMAN ÇUTSAY - Hesap soranlardan biriyim, ama bu kepazeliğe umut bağladığım, yani Türk sanatının içinden kurtarıcılar çıkacağına falan inandığım için değil, bu rezaleti yıkacak genç kuşaklara veri sağlayabilmek, yani onlara atacakları ve yeni kuracakları taşları taşıyabilmek için bu işi yapıyorum. Yıkıcıları ve kurucuları ben de kendimce böyle besliyorum. Yoksa Türk edebiyatından neden umudum olsun? Bu rezil Türkçe edebiyat âleminden yanıt bekleyenler yaptıkları işin, diyelim başkaldırının sorumluluğunu üstlenmemiş olanlardır. Bunlardan benim etrafımda da çok oldu. "Öfke" kitabımda örnekler de verdim. Birçok isim söz konusu. Okuyanlar görecektir. Hiçbir yanıt beklemiyorum. Türk yazarlarının veya sanatçılarının beni ciddiye almamasını veya görmezlikten gelmesini ise doğal karşılıyorum. Haklarıdır. Neden mi?

Bir kere cahiller; okuma yazmaları kıt ve okuduklarını anlama kapasiteleri de dar. Ben var mıyım yok muyum, bunun farkında bile değiller. Fakat diğer yandan da haklılar, eğer fark edenler çıkmışsa: Ben bu çöp dağını havaya uçuracak bir öfkenin, "entelektüel şiddetin", en kısa sürede örgütlenmesini öneriyorum. Hem bu adamların ve kadınların ekmek teknesini tekmeleyeceksin hem de onlardan iyi ya da kötü bir tepki bekleyeceksin... Olmaz. Yeni ortaçağımız eski ortaçağımızdan farklı. Artık senden hiç bahsetmeyerek ölüme mahkum ediyorlar. Kabulümdür. Beni görmezlikten gelmeleri iyidir, işimi kolaylaştırır, zaten benim de bu bataklığı, içindeki tek tük değerleri ayıklamak dışında, ciddiye aldığım yok. Bu bataklık kurutulmalıdır. İçindeki güzelliklerin, ne kadar kalmışsa o kadar, bir başka alanda ve yeniden kurgulanması o kadar zor değil. Eleştirinin tanımını değiştirmek zorundayız. Onun, mevcudu onaylamak için değil ortadan kaldırmak için de kullanılabileceğini söylemek gerekir. Eleştiri işini yaparken gerçekten kalıcı değerleri yeni bir topluma ve yeni bir kültüre aktarmak, ama zehirlerini ya da sakıncalarını ortadan kaldırarak aktarmak, yeniden eleştiriye tabi tutmak mümkündür.

Hesap soruyoruz, sayımız artmalıdır ve hiçbir yanıta layık görülmeyişimizi doğal karşılamalıyız. Benim gibilerin görmezlikten gelinmesi iyidir yani. Karşımızdaki cephenin cehaleti böylece biraz daha artar, daha hızlı çürürler, çöp dağının kokusu dayanılmaz bir hal alır. Bu arada bizim her ayrıntıyı irdeleme ve analitik bir bakışla mercek altına alma hırsımız da bize yenilikler kazandırır. Özetle, bu Türk edebiyatına bakışım, Lenin'in parlamentoya ahır diye bakmasından esinlenmiştir. Çok da farklı değildir. Onlar yoluna, biz yolumuza. Ama biz hayatın ta içindeyiz, sokaklarda, okullarda, mahallelerde, fabrikalarda, bürolarda... Bu rezaleti yıkma arzusu insan haklarından yararlanma anlamına gelir. Bu bataklığı korumaya pek meraklılar düşünsün. Mümkünse de bana bulaşmasınlar... Taciz ateşimiz yoğunlaşacak ve yayılacaktır, o nedenle daha ne kadar "bulaşmazlık ederler" doğrusu bilemiyorum. Ama ruh halimi böyle özetleyebilirim.

OSMAN ÇUTSAY KİMDİR?

1958 İstanbul doğumlu. İstanbul Fenerbahçe Lisesi'nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nü bitirdi. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi ile Frankfurt Üniversitesi'nde siyaset bilimi okudu. Frankfurt Üniversitesi'ndeki ikinci öğrenciliğinde diploma tezi olarak "12 Eylül darbesinde Alman sosyal demokrasisinin rolünü" inceledi. Bu tezin bazı bölümlerini Cumhuriyet'te dizi olarak yayımladı. 1990'dan bu yana gazeteci olarak Frankfurt'ta yaşıyor. 1993'teki "Entellektüel Şiddetin Eşiğinde" kitabı sonrasında "Gölge Oyunu Biterken", "Sosyalizmin Panzehiri Demokrasi", "Şerefsiz Osmanlı'ya Dönüş" gibi kitaplar ile birçok dergi ve seçki yayımladı. Uzun yıllar Avrupa'da çıkan Cumhuriyet Hafta dergisini yönetti. Halen soL grubu içinde gazeteciliğini sürdürüyor, kitap yazıyor. 

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.