2002 yılından beri her yıl Kasım ayının üçüncü Perşembe günü, Dünya Felsefe Günü olarak kutlanmaktadır. Dünya Felsefe Günü kutlanması önerisini getiren, Prof. Dr. İoanna Kuçuradi'nin başkanı olduğu Türkiye Felsefe Kurumu'dur.
Türkiye Felsefe Kurumu'nun önerisi UNESCO tarafından kabul edilerek "Dünya Felsefe Günü" 2002'de ilan edilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı da belirli gün ve haftalar listesine Dünya Felsefe Günü'nü almıştır. Ne güzel! Ne onur! Hele ki öğrencisi olduğum kıymetli hocamın elinin değip de güzelleştirmediği hiçbir şeye tanık olmamışken.
Hele ki, Prof. Dr. İoanna Kuçuradi'nin 2004 yılında yayımladığı Dünya Felsefe Günü kutlama mesajı felsefenin toplumla ilişkisi açısından hâlâ devam eden önemini vurgulayan sözlerle dolurudur;
"(...) Dünya Felsefe Günü, olan bitene ve yapmak üzere oldukları felsefi değer bilgisiyle bakmaya ve bilgiyle düşünmeye çoğu insanın ayıracak vakti olmadığı felsefenin ne işe yaradığını göstermek ve bu amaca hizmet eden bir felsefe eğitiminin dünyamızda neler sağlayabileceğini hatırlatmak için bir fırsat oluşturuyor."
Sayın Kuçuradi'nin Dünya Felsefe Günü'nün 10. Yıl kutlamaları sebebiyle 2011 yılında yayınladığı mesaj da üzerinde düşünmeye değer:
"Dünya Felsefe Günü bu yıl 17 Kasım'da, onuncu defa kutlanıyor. Ülkemizde bu, buruk bir kutlama olacak.
Cehaletin sorumsuzluğunun sonuçlarını yaşıyoruz yine. Bu, kaçıncı defa?
Bunun için bu yıl en başta eğitici olan meslektaşlarıma seslenmek istiyorum: Kitle iletişim araçlarının birçoğunun, varlık nedenlerinin onlara yüklediği sorumluluğu unutarak yaptıkları programları seyreden çocuklarımızı ve gençlerimizi, insan olmanın sorumluluğunu nasıl taşıyabilecekleri üzerinde düşündürebilir misiniz?
Bu bağlamda da, kitle iletişim araçlarında çalışan felsefecilere ve felsefeden nasibini almış kitle iletişim araçları mensuplarına seslenmek istiyorum: Seyredeni, etik değer sorunları üzerinde canı sıkılmadan düşündürebilecek programlar yapabilir misiniz?
Bir de televizyon kanallarında seyrettiğimiz reklamları yapanlara, özellikle de reklamların yayımlanmasını kabul etmekten sorumlu olanlara seslenmek istiyorum: Her şeyi kendi amaçları için araç olarak kullananların dünyası için değil de, insan olmaya saygı duyan insanların dünyası için reklamlar yapabilir misiniz?"
Fakat Felsefe öğretmenleri olarak yorgunuz maalesef. Ders anlatmaktan değil, anlatamamaktan. Sorgulamayı, bilmeyi, öğrenmeyi, kendi gibi düşünmeyenlerin de var olduğunu ve hoşgörüyü çoktan bırakmış gençlere anlatamamaktan.
Çocukları kendi çağlarının yarattıkları sorunların içinde debelenip dururken aslında rasyonel, hakça, sorgulayıcı bir düşünce sisteminden geçmeyen hiçbir sorunun çözülemeyeceğini gözden kaçırıyorlar. Yani Felsefe yapmaktan kaçınırken, ciddiye almazken, umursamazken bile felsefenin "Nasıl yaşamalıyız?" sorusuyla tam da hayatın içinde olduğunu görmezden gelerek kaçıyorlar.
Ve biz Felsefe öğretmenleri ya da öğretemeyenleri olarak üzülüyoruz. Suyun tersine doğru yüzmekten bitkiniz. Düşünüyoruz ve o kadar yalnızız. Oysa felsefe her yerdedir. "Ölüm, dünyanın güvenilmezliği, yenilgilerimiz, kaçamayacağımız dünya karşısında ne yapabilirim?" ya da "Dünyada inanmaya değer, sonsuzluk, dostluk, mutluluk, özgürlük nedir? "Bu hayat erdemle nasıl yaşanmalıdır?" soruları tam da bize ait üzerinde düşünülmeye değer sorulardır. Bizi felsefeye iten köken arayışıdır. İlk neden merakıdır. Hayret etmek bizi bilgi edinmeye zorlar. Zorlamalıdır. Felsefe yapmak bir tür uyanıştır ama ne yazık ki ayakta uyuyanlar ülkesinde davul çalsanız uyanamayacaklar vardır.
Epiktetos felsefeyi "Kendi zayıflıklarının ve acizliğinin farkına varmaktır." diye yorumlar. "Durumlar, olgular, her şey değişirken ben bu çaresiz ölümlü yalnızlığımla nasıl başa çıkabilirim?" sorusu hangimizi ilgilendirmez ki? Ölmek zorunda olduğumuzu unutuşla başlar belki de düşünmekten kaçış.
Evet, hepimiz bir kurtuluş, tahammül yolu arıyoruz. Sığındığımız pek çok şey var.
"Hangi kapıyı çalsam/karşımda buruk acı" şarkısının sözleri gelir bu durumlarda aklıma. Felsefe yapmak her şeye rağmen iç bağımsızlığını her gün örsle dövmek demektir aslında. Bunu kendi kendimize ve bir başımıza yaparız. Bağımsızlık, sahip olunamazlık anlamı da taşır ve bunun için felsefe yanı başımızda olmalıdır.
Sorgulayan, düşünen insan olmak için sorulara ihtiyacımız var. Çünkü biz, ölümle doğum arasındaki çizgide ne yapacağımızı bilmek istiyoruz. Aklımız bilmek istemeye devam ediyor oturdukları rahat koltuklarında kalbimizin inandıkları keyif çatsa da. Dünyanın içindeyken düşüncelerimizle onu aşmak istiyoruz.
Gerçekte çocuklar dahil hepimiz çoktan kendi çocukluğumuzu kaybettiğimiz için felsefeden uzak kalıyoruz. Okumuyoruz en başta. Merak edip sorular sormuyoruz. Saçma buluyoruz felsefe sorularını.
Belki de korkuyoruz. Rahatımız kaçar, cevapsız sorularımızla toplumun geleneği karşısında yapayalnız kalırız diye. Felsefe biraz da cesaret işidir aslında. Kendi aklını kullanma cesareti gösterme, elleri cebinde de ıslık çala çala kalabalıkların arasından yüreklice sıyrılıp, kendi patikanı bulma işidir.
Oysa ne güzel yazmış Aziz Nesin "Çocuklarıma" adlı şiirinde;
"Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun
Düşün düşünebildiğince üç boyutlu
Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya
Sanki senden önce düşünen hiç olmamış
Dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun
Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum
Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
Böyle dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler
Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
De ki bütün işe yarayanlar
İşe yaramaz sanılanlardan çıkar"
Binbir yüzlü prizmanın içinden kendi yüzümüzü aramaya çıktığımız uzun yoldayız. Çok yasaklı bir ülkede çok bilinmeyenli soruların dünyasındayız. "Ne için burada olduğumuzu bilmiyorum ama keyif çatmak için burada olmadığımızdan eminim. " diyor L. Wıttgenstein. Haksız da sayılmaz bana kalırsa.