SON DAKİKA
Hava Durumu

Hüsnü Züber'in ardından...

Yazının Giriş Tarihi: 14.01.2015 11:05
Yazının Güncellenme Tarihi: 14.01.2015 11:05

Hüsnü Züber'in ölümü, bu gerçeği tüm soğukluğuyla hatırlattı bana. Ne olduğunu, yazının devamında yazmak istiyorum.

Yaklaşık iki ay önce ziyaretine gitmiştim. Muradiye rampası çıkışındaki tarihi fırından aldığım birkaç cevizli lokum, tahinli pide bile onu sevindirmeye yetmişti. Müze evde o gün görevli olan kızımız da bize çay yapmış, bahçede keyifli bir sohbetle birkaç saat geçirmiştik.

İki bin yılında tanıdım onu. Kendinden söz ettirmek için her yolu deneyen bu insanı tanımak için çalmıştım kapısını. Ön yargıları tehlikeli bulur ve başkalarının yargılarının hayatımda genel kabul görmesinden oldum olası kaçınırım.

On beş yıl önce, yarım gün süren sohbetimiz sonrasında, söyleşi, Bursa Hakimiyet'in 4 Haziran 2000 tarihli Bursa Pazar ekinde "Bir 'Deli'nin ruhuna dokunmak" başlığı altında yayınlanmıştı. Daha sonraki her görüşmemizde, bu başlıktan övgüyle söz eder, çevresindeki eleştirenlerin ise, bu başlığın "inceliğini" anlayamadıklarını söylerdi.

Haklıydı! Yerden göğe kadar haklıydı!

Toplumlar, ezber bozan herkesi, istedikleri gibi yola getirememişlerse öncelikle "aykırı"lıkla nitelendirip, nihayetinde "deli"likle sıfatlandırır. Müze evinden ayrılırken bu insanla tanışmış olmaktan mutluydum. Ruhuna dokunmuş olmaktan mutluydum. O da ruhuna dokunulmuş olmasından mutluydu.

Hayatının tüm dehlizlerine girip çıkmama izin veren bu insanın, hiçbir gizi de yoktu aslında. Ancak çevresindeki çoğu insan onunla eğlendiklerini sanırlarken, o onlarla daha çok eğleniyordu. Ve gerçeklerin değil, söz kalabalıklarının arasında karşılıklı zaman öldürülüyordu.

2000 yılının 4 Haziran Pazar günü Bursa Pazar ekinde yayınlanan o söyleşiyi, bu köşeye aktarıyorum:

"Bir 'Deli'nin ruhuna dokunmak"

"Kim ki onu yazmış, diyecekler", "Boş ver sanki o da bir şey mi ki, diyecekler", "Amaan bu adam kendini ne sanıyor, diyecekler, okumayacaklar, inanmayacaklar!"; Hüsnü Züber kendisiyle yaptığımız söyleşinin bir yerinde duygusal patlamayla bunları söylerken, hak vermiyor değilim kendisine ya, nice okunmayan şeylerden biri de bu olsun diyerek, zevkle kaleme alıyorum sohbetimizi.

Bursa'da pek çok insan bu isme yabancı değil. İlkin, 1992'de Belediye'ye bağışladığı "Yaşayan Müze Evi" ile tanıdı Bursalı onu. Bunun öncesinde dağlama ustası yanı ile bilenlere, böylece başka özellikleri katıldı: organlarını bağışladı, ardından ölüsünün de "değer" olması için tıp öğrencilerine kadavra olmayı istedi.

"Hey Millet, ben Hüsnü Züber. Hep vardım, var oldum, var olacağım"ı kanıtlamak için didindi didindi. Didiniyor. Mevlidini okuttu, helvasını yedirtti. Cenazesinde taşınacağı fotoğrafı ile pozlar verdi.

Bu adam "deli"!

-Bursa var oluşunuzda bir son durak mı? Neden Bursa'yı seçtiniz?

Evet, ama hiç tanımadığım bir yer değil Bursa. Demirtaş köy iken, halam otururdu orada. Çocuktum, yazları bir-iki aylığına gelir kalırdık. Nilüfer Deresi'ni hiç unutamam, çok güzeldi. Çocuklar yüzerdi, nilüferler açardı üzerinde. Dekovil diye bir tren vardı Mudanya'dan.

Sergi açtığım dönemlerden dostlar edinmiştim burada. Ayrıca Bursa'nın konumu güzel. Üç büyük şehrin ortasında kalıyor. İstediğiniz an İstanbul, Ankara, İzmir aynı uzaklıkta size. Bir de Bursa şehir ve köy arası bir kent, başkaları Paris zannetse de. Üstelik, ben bu evi İstanbul'da alamazdım.

(Sorularımızı soramaz haldeyiz, sürekli konuşuyor. Oysa daha sohbetin başı ve zamanı dar. Akşama, bahçesinde vereceği konser için konukları gelecek. Henüz bir şey sormadık. Devam ediyor).

On sekiz yaşıma kadar İstanbul'da geçti yaşamım. Çok varlıksız bir ailenin çocuğuyum ben fakir. Kültürce de öyle. Okuma yazma bilmeden öldü benim anam, babam. Karnelerime bakamadılar. 5'mi, 3'mü, 4'mü? Bakın ne kadar rahat söylüyorum. Ben bundan utanmıyorum.

(O, aralıksız konuşurken, kimi zaman kendi sorularımızı aralara sıkıştırmaya çalışıyoruz; kimi zaman da onun söylediklerine karşılık sorular yöneltiyoruz).

-Babanız ne zaman öldü?

(Anlattığı nice şeyin arasında, hayatında bıraktığı izler açısından, bu baba figürü dikkatimizi çekiyor).

Babam ben subay çıktığımda öldü. Babamı sevmiyordum ben. Sevdirmedi kendini. Ölüşü çok güzel oldu, hiç üzülmedim. Bak ne kadar çirkin. Ne çirkin şeylerle dolu kafam; çirkin ama güzel şeylere itti beni bu kırılışlarım. Evdeki yokluklar...

(Anlattığı onlarca şey arasında üç kardeş olduklarını, erkek kardeşi Şükrü'yü on beş yaşında kaybettiklerini, ablasının Göztepe'de yaşadığını ama onunla otuz yılı aşkındın konuşmadığını öğreniyorum).

-Ben sizin yalnız ve sevgisiz olduğunuzu düşünürüm nedense, insanları seviyor musunuz?

İnsanları alay eder gibi, sever gibi... Acaba hakikaten seviyor muyum, bilmem? Onu ben kendim dahi bilmiyorum. İnsanlara dokunuyorum, öpüyorum. Sevgi ya! Nasıl sevgi? Yalnızlık mı?

Babam beni sevmedi. Kuyudan su çekmiyorum, diye sevmedi. Kızılay'dan yemek almıyorum, diye sevmedi. Oturduğumuz evler yıkıldı yıkılacak. Yıkıcıya verileceği zaman çıkıyoruz. Sanki evleri bekler gibi otururduk. Ama o evler beni bugünlere getirdi.

-Çocukluğunuza öfkeli misiniz?

Çocukluğuma öfke duymuyorum. O günler beni buralara taşıdı. Haris değilim. İstediğim her şeyi öyle olgunlaştırıyorum ki, sabrım çok var ve mutlaka elde ediyorum. Ben göründüğüm gibi biri değilim. Ha haa haa .. hiii hii hii... Mutlu, gırgır falan hayır değilim. Ben o görünen, sokaklarda onla bunla konuşan Hüsnü Züber değilim. Ama herkes tek. İnsan tek... hayvan sürüsü. Bakın her yerde bir baş var. Dünya bu. Hep bir başın peşinden gidiyoruz. Ama arından giden sürünün içindeki herkes de tek."

(İnsancıl Çizgiler, adlı kitabını getiriyor tüm bunları anlatırken, bu konuda çizdiği figürlerle destekliyor konuşmasını. Çizgilerde de hayvan).

-Nazik, narin, kırılgan - kendi bir eklemede bulunuyor - alıngan bir yapınız var. Buna karşın, sert bir yapı gerektiren askerliği neden seçtiniz?

Neyle gidecektim Ankara Dil Tarih'e. O zamanlar bir de Harbiye vardı. Benim liseye kadar bile kitaplarım olmadı. Gözüm, kulağım, beynim vardı sadece benim. Hep onları kullandım ben; o yüzden çok iyi geliştiler.

Üsküdar'daydık. Yanımdaki arkadaşlar zengindi. Benim babamın adı Rıfat Efendi'ydi, arkadaşımın babasının adı Rıfat Bey; Albay Rıfat Bey. Ben onlara gider akşamları ders çalıştırırdım.

(Sohbetin çok ötelerinde bir yerlerinde hatırlıyor. "Acaba, hat sanatına ilgim onların evlerinin duvarlarındaki çizgilerden miydi?").

-Yaşam felsefeniz nedir, amacınız?

Kazançla falan uğraşmıyorum. Ama hep bir şey ortaya çıkarıyorum. Bana megaloman diyebilirsiniz ama benim önümde aşacağım bir basamak daha var. Ne zaman bilmiyorum, hep bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorum. Ben gerçek ibadetin de bu olduğuna inanıyorum. Kırk yıldır üç kitap hazırlıyorum: Kaşık, Kaşık Oyunu, Ömür Boyu Kaşık. Henüz bitmediler, aralıksız bir ay çizmem gerekiyor, vaktim yok.

(Anlatıyor, konu yine eski günlerine kayıyor).

Babam öldüğünde, annem ve ablamı Ankara'ya yanıma aldım. O zaman teğmendim. Ondan sonra nasıl evlenebilirdim ki! Şimdilerde millet neden evlenmediğimle uğraşıyor. Bilmiyorlar, gerçekleri bilmiyorlar. (Öfkesinin şiddeti yer yer artıyor). Yok adamın şusu mu yok, busu mu yok, yok bilmem daha neler...!

-Sevdiğiniz kadın oldu mu?

Tabii oldu. Cebim boştu ama çok havalıydım. Bakın hâlâ 71 yaşında birine benziyor muyum? Ne derlerse desinler. Evet, yumuşak bir erkeğim. Çünkü İstanbullu'yum. İstanbul'un erkeği naziktir. Bilmem nereli, istediği kadar kibarım desin; İstanbul'un en kabası onun yanında yine de kibardır.

-Dağlama sanatına ilginiz, Anadolu gezileri sırasında mı oluştu?

Yoksa ben nereden bilirim dağlamayı.

(Konu böyle başlıyor derken, Harp Okulu'na gidiş öyküsünü ve ardından Harita Mühendisi olarak Anadolu'yu gezip, gördüğünü anlatıyor bir çırpıda. Ama Harp Okulu'na gidiş deyince, yine geçmişe yol alıyor. Hesaplaşmalar orada hiç bitmemiş... öfke, kırgınlık, mutsuzluk, isyan ne ararsanız var orada).

Ben on beş yıl kekeme yaşadım. Belki babama kırgınlığım ondandır. Çok küçüktüm. Annem bir yere gidiyordu. Bağırdım, ağladım ben de gideyim diye. Büyük bir evdi oturduğumuz harabe; koca bir kapak vardı. Babam itti beni oraya, fareler mareler; kapkaranlık! Ertesi gün kekemeydim. İrademe bakın! Ben kekeme halimle Harbiye gibi bir yeri seçiyorum. Çaresizliğimden seçiyorum.

Yirmi altı doktorun elinden geçiyorum, anlamıyorlar. Bir kişi anlasa: asker olamaz, der ya! Ben Haydarpaşa'dan Ankara'ya gelirken kekemeydim. Yol trenle on iki saat. Gece yarı uyudum, yarı uyumadım. Ama hep kendimi ezdim, şok verdim. Bilerek değil. Orada isim takacaklar bana, üstelik Askeriye. Alay edecekler benle, kekeme, kekeş diyecekler. Ben Ankara'ya indiğimde kekeme değildim. Bu ne irade Allahaşkına! Eğer şu kadar yalan söylüyorsam size; ablam sağ gidin sorun.

Öyle kekemeydim ki, numaramı okumuyorlardı be! Şimdi ben bıcır bıcır konuşuyorsam, "Züber çok konuşuyorsun" diyorlarsa da hiç umurumda değil. Ben susarken onlar bana, "Niçin susuyorsun, konuşmuyorsun?" diyorlar mıydı!

-İnsanlara fazla öfkelisiniz.

Öfkeliyim evet. Bir kul beni evine götürmüyor. Evlerini bilmiyorum, çağırmıyorlar. Ne olur a be insan, Ramazan'ı bahane et, "eşya aldım" de, bir şey de, çağır beni.

-Sayın Züber, yıllardır siz ağacı ateşle dağlarken, sizin yüreğinizi neler dağlıyor diye soracaktım ama yanıtlarımı aldım.

İşte bunlar, anlattıklarım. Benim yerimde bir başkası olsaydı ezik büzük, ona buna muhtaç hallere girerdi. Bende o yok. Hiç olmadı ki. Ben kekemeyken başkalarına isim takıyordum. Sen kendine bak be, kime isim takacaksın. Bir kere kekemesin, fakirsin. Kız arkadaşlarımla ilişki kuramıyordum. O zamanlar bir yer yoktu.

Pastaneye gidersiniz ama pastacı parasız almaz sizi içeriye. Aynaya bakıyordum: Kendi kendime, "Boş ver Hüsnü" diyordum, "Yakışıklısın, senin cebine kimse açıp bakmaz. Yanaşma o konulara. Ama evli kadınlar bile... aşık olup, olmadığımı sordunuz. İkisi de evliydi. Keşke herkesin böyle aşkları olsa.

Birinden çocuğum var. İsim vermeyeceğim. Gayrimeşru çocuk yapmak övünülecek bir şey değil. Yazarsanız, ne diyecek biliyor musunuz, "Atıyor adam". ... Gidin ona sorun diyemem ki. Evli, çocukları var. Düzenini nasıl bozarım. Yirmi dokuz yaşında. Güney'de oturuyor, doktor.

Beni biliyor, görüşüyoruz. "Hüsnü Ağabey" diyor. Haberi var her şeyden. Ama ne desin! "Siz, annemle gayrimeşru bir şeyler yapmışsınız da ben olmuşum" mu desin yüzüme! Millete kim olduğunu söyleyeyim de hiç mi konuşmasın artık benimle.

Ablaları, o doğuda askerlik yaparken, telefon ederlerdi, "Gel ...(adını söylüyor) geliyor" derlerdi. Göreyim diye. Bir keresinde mektuplarıma neden cevap vermiyorsun, dedim... içim bir tuhaf oluyor. Deşmeyin daha fazla!

(Gözlerinde biriken nemi başını yukarıya kaldırarak kurutuyor; öfkeli yüzü, bir süredir başka anlam bürünmüştü. Tekrar eski haline dönüyor).

İnsanlara duygulu göstermeyin kendinizi, kullanılırsınız, ablam beni kullandı. Ben ablamla onun için darıldım, beni kullanmasın diye.

Ben insanlarla eğleniyorum. Onlar benimle eğlendiklerini zannederlerken, asıl ben eğleniyorum. Benim her devirde eğlenmeye ihtiyacım oldu.

Benim bisikletim olmadı, onun için şimdi araba almıyorum. Ne yapayım! Zamansız şeyler. Bana bir oyuncak alınmadı. Bağırdım, yerlere attım kendimi. Beşiktaş'a geçtik. Babamın yengesine gidiyoruz. Sabite Tur Gülerman'ın oturduğu bir ev yapılıyor. Bunlarınki teneke bir ev yanında. Bomboş bir yer orası o zamanlar, dutluk. Bayram. Aldığımız bahşişler, bayram paraları, harçlıklar hep babamıza verilir.

(Yetmiş bir yaşındaki bu insan, içine çekildiği anısının gerilimiyle, oturduğumuz merdiven basamaklarında tepiniyor, gözleri çığlık çığlık, ellerini vuruyor öfkeden).

Dönüşte nasıl olsa, sana paralarımı vereceğim a adam, al sana bana o oyuncağı ne olur! Bugün içimde kalmasın o duygularım. Böyle cırcır yapan bir şey vardı, bir oyuncak. Bir çubuğun ucunda bir teneke parçası yuvarlak; bir iğne gibi bir şey böyle ucunda ikiye açılmış. Rüzgarla bu böyle böyle, o döner ona sürtünür, sürtündükçe de ses çıkarır.

(Alınmayan o oyuncak elindeymişçesine tarif ediyor bana).

Almadılar bana, hiçbir zaman, onu bile. Ne kadar kötü bir şey... Ben hediye almayı sevmiyorum, vermiyorum. Almayacağım şeyi yapar mıyım bir başkasına. Kendime alırım o parayla daha güzelini.

(İçindeki o çocuğa şimdi ne oldu? diye soruyorum. Soluksuz anlattığı kelime dizeleri arasına ite kaka sıkıştırıyorum, bu soruyu. Duymuyor. Geçmiş yıllarının ardına, elinde sopasıyla, hırsla düşmüş gibi. Duymuyor! Israrlıyım. Çocuk diyorum, içinizdeki çocuk, duruyor mu bir yerde? Yükselen sesim ve ısrarımla aniden duraksıyor...)

Hangisi o? Çocuk değilim ben. Hiç de çocuksu hareketlerim yok.

-Peki, bu denli yaşam dinamizmi sağlayan...

Anlamadım şimdi neyi soruyorsun? O çocuk, o çocuk hep ezik! Ben kendim de ezdim o çocuğu, ama ezerken kendimi çıkardım...

***

Bu söyleşi on beş yıl önce yapıldı. O günden sonra hep çok sevdim Hüsnü Züber'i.

Evime davet ettim. Çok sevdiği karnıyarık yemeğini yaptım. İki ay önce kendisini ziyarete gittiğimde, canının istediği bir şey olup olmadığını sordum. Yine karnıyarık, dedi. Hemen yapıp, götürmek istedim. Yok, size gelirim, sizde yerim, dedi.

Kızımın sınavları, eşimin yoğunluğu yüzünden ertelemeyip, yapıp hemen götürmek istedim. "Korkma, hemen ölmem!" dedi.

10 Şubat'tan sonrasına plan yapmıştım, ÇOK ÜZGÜNÜM! Gözyaşlarımın senin için aktığını biliyorsun değil mi Hüsnü Bey!

twitter.com/zuhalinkalemi

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.