SON DAKİKA
Hava Durumu

Dilo dilo yaylalar....

Yazının Giriş Tarihi: 09.10.2018 11:15
Yazının Güncellenme Tarihi: 09.10.2018 11:15

Doğa yürüyüşlerinde 23 Eylül'de Keles'in Baraklı köyü göletinden Gelemiç'e kadar bir alanda yaylaları gezdik.

Aluç Yaylası, Kendir Yaylası, Maymuncuk, Gelemiç Yaylası...

Yaylalar yaylalar..

Bir "yayla çocuğu" olarak dağların yükseklerindeki yaylalarda dolaşırken müthiş keyflendim, adeta kendimi buldum; ama bir o kadar da kederlendim, memleketin gidişatı hakkında karamsar duygulara kapıldım.

Biliyorsunuz Orhaneli, Keles her ne kadar denizden yüksekliği 400-500 metre civarında olsa da "dağ ilçeleri" bilinir.

Dağlar, ormanlar yaşama damgasını vuran şeylerdir.  

"Dağlı" olmak, "dağ kültürü" ile yetişmek, yakın zamana kadar ayakta kalabilen, müthiş zenginlikleri olan, kentin ticari, yapay, çıkarcı, hesapçı ilişkilerinden uzak bir gerçeklikti.

Dağlar yalanın henüz keşfedilmediği, kızların çobanın kaval sesine aşık olduğu, insanların önündeki hayvanların eti sütüyle beslendiği; yünüyle, kılıyla giyindiği; ormancı ve jandarmadan başka "devlet" olmayan, bilinmeyen yerlerdi.

Keles yaylaları beni çocuğukluğuma götürdü.

Aslına bakarsanız Uludağ'ın çevresinde onlarca yayla var ve hepsi birbirinden güzel.

Zümrüt yeşili ormanların çevrelediği ve onbinlerce hayvanın rahatça barınabileceği geniş yaylalardan sözediyoruz...

Yaylalar, otlaklar, meralar...

Ama...

Maalesef yaylalar, meralar bomboş ve hayli de "talan edilmiş"...

Sabahtan akşama kadar yürüdük. Dönüşte minibüse saat 19.00 gibi binebildik, hava kararmıştı yani, o kadar. Köy kenarlarındaki küçük bir sürüden başka hayvan göremedik.

Hadi biraz çocukluğuma götüreyim sizi...

(Eskiden öyleydi) Bir yayladan yürüyerek (düzgün yol olmdığı için başka şansın da yoktur) öyle kolay geçemezsin!...

Seni önce çoban köpekleri karşılar...

Her köşe başında bir koyun, keçi sürüsü vardır ve yabancıysan, o kesik kulaklı, boyunları mızrak halkalı kangal köpekleri, senin kokunu çok uzaklardan alırlar. 

Güvenlik onlardan sorulur...

Daha tepeye yaklaşmadan AVM kapılarında öten cihazların çook ötesinde seslerle havlayıp hem çobanı, hem diğer köpekleri hem de bütün obayı haberdar ederler...

Çobanın vizesini almadan da bırakmazlar yakanı...

Sonra kelek, çan sesleri...

Çobanların yanık türküleri...

Koşuşan, oynaşan çocuklar, buzağılar, kuzular, oğlaklar...

Tek kişilik kabin gibi tuvaletler, çalı çırpıdan örülü duvarları ve önündeki ateşte su kaynatılan yunaklar (banyo mu desem)...

Obalara yaklaştıkça, yönünü koyun ve sığır gübrelerinin kokusundan, burnunla bulabilirsin...

Ocaklardan duman yükselir günün her saatinde.

Malum yaz mevsimi de olsa, yayla serin olur.

Özellikle geceleri... Ağır yün yorganları korur seni soğuktan.

Yabanda, insandır en tehlikeli yaratık...

Kurt, ayı gibi tabanına basmasını beklemez, birden saldırıverirler...

Ve de en çok ihtiyaç da insanadır...

Bu yüzden sesini duyabileceğiniz mesafede kim olsa selam verir.

Sabah ve akşam saatlerinde çayırlar sığır, koyun doludur. Karınca sürüsü gibi.

Sürüler arasında  sadece çobanlar ve köpekler dolaşır...

Sürülerin birbirlerine karışmaları büyük bir sınır ihalalidir, kargaşa sayılır...

Öğleye doğru güneş yükselince koyunlar güneşin yüzüne bakamaz, başlarını yere eğer, birbirlerine sokuldukça sokulurlar...

 Ve çobanın gölgesinde, onun adımlarını izleyerek bölgenin en serin yerindeki koyun çokağına giderler.

Ta ki, akşam serinliği çıkana kadar yatakta yatar, geviş getirip dinlenirler.

Kadınlar "çevirmeye" alıp koyunları sağar, helkilerini sütle doldururlar.

Süt sağımı, en önemli, en ciddi iştir...

Yaylada yemek için pek hayvan kesildiğini göremezsiniz.

Ama hastası, yaralısı derken, obadaki evlerde et pek eksik olmaz.

Çoban, öyle şehirlilerin bildiği gibi "okumamış, kara cahil adam" değildir.

Çoban yaylada hem evin direğidir, sonuçta ailenin geçimi onun sırtındadır, hem de oranın en becerikli, en bilgili, sözü dinlenen kişisidir.

Herkes birbirini keleğin sesinden, köpeğinin havlamasından, kebesinden, sırtındaki çantasından tanır.

Çanta deyince...

İçinde eskiden sadece yavan ekmek olurdu. Yün ipten dokunma sırt çantasında kuru soğanı bulan Kafkas'tan yaş pasta görmüş gibi sevinirdi.

Kışları okula gidenlerin çantasında ekmeğin yanında bir de kitap olurdu.

Her satırı okunan,  her sözünden anlam çıkarılan, adeta ezberlenen kitaplar.

Deee...

Baraklı göletinin kenarından başladık yürümeye, ama bunların hiçbirisini göremedik!

Yaylaların tamamı ya boş ya amaç dışı kullanılıyor!

Yüksek kotlardaki yaylalarda in cin top oynuyor.

Bir zamanlar buraların yayla olduğunu kanıtlayacak şeyleri görmek mümkün, ama o kadar.

Uçsuz bucaksız otlakların boş olduğunu görünce, memlekette etin neden bu kadar pahalı olduğunu anlıyorsunuz...

Alçak kotlardaki yaylalar ise "amaç dışı" dediğim yerler.

Buralarda örneğin bahçeler yapılmış.

Kiraz, ceviz bahçeleri...

Örneğin "Aluç Yaylası"nda alıç ağaçları meyve doluydu. Yaban alıçları...

Meyve bahçeleri telle çevrilmiş.

Bir güneş panelinden üretilip verilen elektrikle ayılara karşı korunan bahçeler bile var.

Bu bahçelerin tapusu var mıdır, bilmiyorum...

Yayla ve meralarda tapulu yer.. sahiplenme...

Yasalara göre bunlar mümkün değil.

Ama şimdi Büyükşehir'e bağlandı ya...

Hemen şu kadar dönüm bahçeyi "orman alanı dışına" mı çıkarıveriyor birileri?

Ben bu yaylalarda bahçe  kurma, ev yapma işini anlamış değilim.

Yaylalarda bazen baraka türü evler yapılmış, ama onlar da terkedilmiş.

Yaylaların yeni konukları koyun sürüleri değil... Arabalarıyla gelip piknik yapanlar.

Örneğin, yaylaların birisinde buz gibi akan çeşmenin önüne bir araç yaklaşmış. Kadınlar çuvallarda 40-50 kilo civarında mantarı yıkıyordu.

Sorduk, "kaç liraya satıyorsunuz" diye. Meğer satma yok, tuzlayıp kışın yiyorlarmış.

Biz terkedilmiş alıç, erik ve elma ağaçlarından kaptığımız birkaç meyve ile kaldık.

Örneğin, köye gitmişken köy ekmeği, ceviz, yumurta satın alma fikrimiz, orada suya düştü.

Çünkü köylü de ekmeği şehirden alıyor.

Keza yumurtayı da...

Topladığı cevizi, patoz gibi bir aletten geçirip dışındaki yeşil kabuğu ayırdıktan sonra evinin önüne serip kurutan bir teyzeden ceviz satın alamadık. 

"Köyde kilosu 14'ten veririz" diyen teyzem, kalabalığı görünce fiyatı 20 liraya çıkarıverdi.

Ee zaten herkes yorgun, sırtta taşınacak, vazgeçtik.

Kalabalık deyince...

O hafta Koza grubu galiba rekor kırdı. 110 civarında kişiyle yürüdük.

Birkaç arkadaşın, inişlerde ayağı burkuldu, zor anlar yaşadı.

Hani bu geziler dışarden çekici, eğlenceli görünüyor, ama  güçlükleri de var.

Önce uygun ayakkabı olacak, sağlık sorunun olmayacak.

Dağdaki yürüyüş sokaktaki, parktaki yürümeye benzemiyor.  Bunu şehirde sokakta yürümeye başladığım dönemde farketmiştim. Şehirli okul arkadaşım, "Dursunsen niye dizini kaldıra kaldıra yürüyorsun" deniyce farkettim ki, ben kendimi hala çalıların arasında yürüyorum sanıyorum!

Mesela ilginçtir, yükseklik korkusu olanlar sarp arazide çok zorlanıyor, "Adımımı atarsam, apartmanın tepesinden düşeceğim" diye düşünüyor, onu farkettim!

Çoğumuzun askerlikten hatırladığı türküyle, yürümeye; memleketi, doğayı ve insanları keşfetmeye devam:

"Ay ışığı aşta gel

Yaylalar yaylalar

toprak yola düşte gel

Dilo dilo yaylalar... "

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.