SON DAKİKA
Hava Durumu

Orada Duruverdi Zaman

Yazının Giriş Tarihi: 07.03.2019 13:59
Yazının Güncellenme Tarihi: 07.03.2019 13:59

Toplumu bilinçlendirmeyi ve Öğretim Birliği ilkelerine sahip çıkmayı görev edinen, 23 yaşındaki Türkiye'nin ilk eğitim kooperatifi Çağdaş Eğitim Kooperatifi ÇEK, eğitim konularında çaba harcayanları onurlandırmak ve topluma tanıtmak amacıyla ödül veriyor. 3 Mart 1924'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu/Öğrenim Birliği Yasası'na ithafen her yıl 3 Mart günü verilen Eğitim Ödülleri'ne; ÇEK üyeleri, eğitim ve öğretimle ilgili kişi, kurum ve kuruluşlar, diledikleri kişi, kurum ve kuruluşları aday gösterebiliyorlar. ÇEK yönetim kurulu üyeleri ise aday olamıyor.

Ödül, eğitim-öğretim kurumları yaptıranlara, eğitim-öğretim sorunlarının çözümünde özgün projeler üreten, uygulayan, inceleme, buluş ve yenilikler yapan, Öğretim Birliği ilkelerine uygun çalışmalarda bulunan, ulusal eğitim konularında yayın yapan, kitap yazan kişi, kurum ve kuruluşlara veriliyor.

ÇEK 13. Eğitim Ödülleri

2006'dan bu yana gelenekselleşen ve bu yıl 13.'sü verilen ÇEK Eğitim Ödüllerine, 2018 itibarıyla Ulusal'da Eğitimci Samet Başkonuş, Yerel'de ise İş İnsanı Şahap Aktaş ile İş İnsanı Fahrettin Gülener layık görüldü. Ödüller Merinos Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen törende sahiplerine teslim edildi.

Ödül töreni saygı duruşu, İstiklâl Marşı ve ÇEK Yönetim Kurulu Başkanı Buğra Küçükkayalar'ın açılış konuşması ile başladı. Küçükkayalar konuşmasında ödül tarihçesini ve ÇEK kurumlarını anlatarak, ülkenin eğitimde geldiği noktayı, ülke ve dünya perspektifinden bakarak değerlendirdi.

Öğrencilerini 21. Yüzyıla hazırlarken çok yönlü gelişmelerini sağlamak amacıyla STEM yaklaşımlı (Science-Fen, Technology-Teknoloji, Engineering-Mühendislik ve Mathematics-Matematik) eğitimi benimsediklerini anlattı. (* Sportif, kültürel ve sanatsal alanlara da büyük emek verdiklerini bildiğim ÇEK, STEM uygulamasının adına Art-Sanat'ı da ekleyerek STEAM ya da STEM+A yapsa mı acaba?) 

Sosyal Sorumluluk projelerinden de bahsederek "Kır Çiçekleri", "Çekirgem","Çek(İ)mece", "Permakültür" projelerini ve Görükle Kültür Merkezi GKM'yi tanıttı. 2006'dan bu yana ödüle layık görülen isimleri andı.

ÇEK 2018 Eğitim Ödülleri

Geceye Çanakkale, Mersin ve İzmir Çağdaş Eğitim Kooperatif Başkanları da katıldılar ve ödül sahiplerine plaketlerini takdim ettiler.

"Benim manevi mirasım Bilim ve Akıldır"

Çağdaş Eğitim Kooperatif'nin tanıtım sözü, adeta "mottosu" olan bu sözün tamamında Mustafa Kemâl Atatürk; "Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı(ayet), hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar." diyerek bilim ve aklı işaret eder; bir yandan da,"Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir." diyerek maneviyatın ve dünya gözü açık, öğrenmeye hevesli insan olmanın önemine değinir.

ORADA DURUVERSEYDİ ZAMAN

Konuşmalar ve ödül takdimlerinin ardından verilen 10 dakika ara sonrası, heyecanla beklediğim "Orada Duruverseydi Zaman Müzikal Belgesel" oyun perdesini açtı. (Geçen yıl aynı gün, aynı etkinlikte Orada Duruverseydi Zaman Kemâl (ODZ-Kemâl) Müzikal Belgesel'ini izlemiş ve Atatürk Bizim Bütümüzdür başlığı ile kaleme almıştım.)
Fikir ve projesi Pınar Ayhan'a ait olan müzikal belgeselde, yaklaşık 100 yıllık bir zaman​ dilimi, Çanakkale Savaşı, Karadeniz Vapuru, Özsoy Operası ve Köy Enstitüleri, anlatılıyor.

Pınar Ayhan sahnede başına taktığı şapkalar, eline alıp çaldığı gitar, mikrofon başına geçip söylediği şarkılar, sandıktan çıkarttığı kitaplar ile zamanda yolculuk yapıyor, Bir Köy Enstitüleri'ne gidiyor, bir Karadeniz Vapuru ile seyahate çıkıyor, bir Eyfel'de ezan okuyordu. 
Hepsinin hikâyesi vardı. Her hikâye kaynaklardan bire bir dinlenmiş ve kayıt altına alınmıştı. 
Pınar Ayhan onları sanki o andaymış gibi anlattıkça "Bize anlatılmayan ya da artık anlatılmayan, unutulan ya da unutturulan ne kadar kıymetli bilgiler bunlar." dedim.

Karadeniz Vapuru Geliyor
Pek çok kişinin bilmediği gibi ben de Karadeniz Vapuru'nun öyküsünü bilmiyordum. Cumhuriyet'in ilk yıllarında hem ticari ilişkileri geliştirmek, hem de Türkiye'nin yeni yüzünü dünyaya tanıtmak için 12 Haziran 1926 tarihinde İstanbul'dan demir aldıktan sonra Çanakkale Boğazı'ndan geçerek Ege'ye, oradan Akdeniz'e, sonra Cebelitarık'ı geçerek Baltık Denizi'ne açılan, 12 ülkede 16 şehri ziyaret eden, 86 günde 10 bin mil yol katettikten sonra 5 Eylül 1926 tarihinde İstanbul'a dönen Karadeniz Seyyar Sergisi'nden bihaberdim. 
Nuh'un Gemisi misali içinde Tiftik keçisinden Hacı Bekir lokumuna, Kütahya çinilerinden, Bursa ve Hereke kumaşlarına, tütüne ve hâttâ Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'na kadarTürkiye'de yetişen ve üretilen ne varsa doldurulup yola çıkartılan bu gemide Türk aydınları da seyahat ediyorlardı. 

Çürüksulu Belkıs Menemencioğlu'nun Mustafa Kemâl Atatürk'ü tanımlayan sözleri

Gemi yolcularından birkaç isim sayacak olursak; 3. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın oğlu Refi Bayar, AA kurucularından Kemalettin Kamu, İstiklâl Marş'nun bestecisi Zeki Üngör, ilk Türk kadın gazetecilerden Bedia Arseven, ilk Türk kadın milletvekillerinden Mebrure Gönenç, şair Orhan Veli Kanık'ın babası müzisyen Veli Kanık.
Ha bir de Atatürk dönemi İstanbul'unda güzelliğiyle dillere destan, Çürüksulu Mehmet Paşa'nın kızı Belkıs Hanım...
Karadeniz Vapuru adeta  "Road Show" yapıyordu. Bu fikrin babası ise Ali Celâl Bey idi.
Gelelim yolculuğa; 
Gemi Avrupa'da çok sükse yapar ve merak uyandırır. Gemiden şalvarlı erkekler ile peçeli kadınlar inmesini bekleyen Avrupalılar, gördükleri medeniyet karşısında şaşkınlığa uğrarlar. Barcelona'da dakikada 28 kişi vapura girer. 48 saatte gemiyi 9-10 bin kişi ziyaret eder. Barcelona'ya yerleşmiş Türk Museviler gemiye gelerek (bulurlar mı, bulmazlar mı bilmem ama) geçmişlerini ararlar.
Fransa'ya vardıklarında, Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi Paris'te, Eyfel Kulesi'nde ezan okur. Londra'da 6 gün içinde 25 bin ziyaretçiyi ağırlar Karadeniz Vapuru.
Gemi Finlandiya'ya, oradan Leningrad'a ulaşır. Finlandiya'da gemiyi, 1800'lü yılların ikinci yarısında Ruslar'ın Finlandiya'ya yerleştirdiği Finlandiya (Mişer) Tatarları, Kazan Türkleri "Gardaşlarımız gelmiş!" nidalarıyla karşılarlar.

Karadeniz Vapuru'nun rotası

86 günlük yolculuğun sonunda gemi Türkiye'ye döner dönmesine ancak Türkiye tarihinde kendisine pek yer bulamaz ve zaman içinde unutulur gider. 1951 yılına gelindiğinde ortada ne sergi kalmıştır ne gemi.
Az zamanda çok işler başaran Cumhuriyet'in aldığı yolu hazmedemeyenler rotayı geriye çevirmiş, tam yol gidiyorlardı.
Bugünkü halimize bakıp da "Neden?" diye soran varsa, işte hep o "anlayış" yüzünden...
(Karadeniz Gemisi ve Kazan Türkleri üzerine daha çok bilgi edinmek isterseniz, buradanokuyabilirsiniz. "Seyr-i Türkiye" Karadeniz Vapuru belgeselini izlemenizi de öneririm.) 

Geldikleri Gibi Gidiyorlar
Çanakkale Savaşları'nın imzası olan bu sözü biliyorsunuz. İngilizler Çanakkale'de bozguna uğrayıp geldikleri gibi giderlerken, bir de bu savaşa neden geldiklerini bilmeyenler vardı. 
Anzaklar!
Dünyanın ta ötesinden, İngiltere'nin sömürgelerinden kopartılarak gelenler, kendilerinin olmayan bir savaşın cehenneminde kavrulup kaldılar. Birbirlerinden birkaç metre uzaklıkta siperlerde yaşadılar, savaştıkları zaman birbirlerini vurdular, savaşmaktan yorulup da siperlerine çekildiklerinde birbirlerine tütün-ateş attılar. Türk oğlan saz çaldı Anzak dinledi, Anzak gitar çaldı Türk dinledi. Bir gün geldi saz sustu, bir başka gün gitar çalmaz oldu. Gün be gün öldüler.

İngilizler'in "Hevesli oğlan çocukları" diye tanımladığı Anzak askerlerinden biri olan Alisatair John Taylor, "Ben bu savaşta ölmeyi reddediyorum. Bu benim savaşım değil. Fakat yaşamak için de hiç isteğim kalmadı. Tanrım günahlarımı affet. Hepinizi çok seviyorum. Ebediyen sizin oğlunuz." diyerek savaşı sorguladı.
Savaş böyle bir şeydi işte. Acımasızdı. Vahşiydi. Erich Maria Remarque'ın "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" kitabında anlatıldığı kadar gerçekti. 
Avustralyalılar bu savaşa asker yollamak istememişlerdi aslında, ancak mecbur kalmışlardı. Çünkü Türk olduğu iddia edilen iki kişi, Molla Abdullah ve Gül Muhammed, pikniğe giden bir tren dolusu sivil Avustralyalıya saldırmıştı.  

Avustralya'nın güneyindeki küçük bir madenci kasabası olan Broken Hill kasabasında yaşanan bu olay sonrası, savaştan kaçınan Avustralya da savaşa asker göndermişti. Avustralya gazeteleri bu olayı Çanakkale Savaşının kendi ülkelerine yansıyan bir "kıvılcımı" olarak tanımlar ve o saldırıyı "The Battle of Broken Hill" (Broken Hill Savaşı) olarak yazarlar.

Mustafa Kemâl, böyle bir komplo ile gelip de delice bir savaşta toprağa düşen Anzak askerleri için, "Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar, burada dost bir vatanın bağrında bulunuyorsunuz. Huzur ve barış içinde uyuyun. Sizler Mehmetçikler ile yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını bu savaşa gönderen analar, göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim çocuklarımız olmuşlardır." diyerek o gencecik evlatları Mehmetçik'ten ayırmaz.

İlk Opera Geliyor
İran Şahı Rıza Pehlevi'nin, 1934 yılında ülkemize yapacağı ziyarette sahnelenmesi için Mustafa Kemal Atatürk tarafından 27 yaşındaki genç Ahmet Adnan Saygun'a sipariş edilen ve iki aydan kısa bir sürede bestelenen Özsoy Destanı ilk milli operamızdı. 
Atatürk bu ziyareti çağdaş Türkiye'yi tüm dünyaya gösterebileceği bir fırsat olarak görüyordu. Operanın librettosunun (metni) konusu da bizzat Atatürk tarafından belirlenmişti. Verdiği öneri üzerine libretto, İranlı şair Firdevsi'nin Şehnamesi'ne dayanarak Münir Hayri Egeli tarafından yazıldı. 

İki aydan kısa sürede opera besteleyebilmenin telâşesi, İstanbul'dan Ankara'ya getirilen müzisyenlerin soluksuz çalışması ve operanın perde açması Pınar Ayhan'ın sahne üzerindeki maharetli anlatımıyla can buldu. 

Yokluk - Kıtlık Geliyor
1930'ların sonu, 1940'ların başına gelindiğinde, yokluk da gelmiştir ülkeye. Nasıl gelmesin ki? İkinci Dünya Savaşı ortalığı kasıp kavurmuş, İngilizler bir yandan, Almanlar bir yandan genç Türkiye'yi savaşta taraf olması için sıkıştırdıkça sıkıştırmış, İsmet Paşa henüz ayakları üzerinde yeni durmaya başlamış ülkeyi savaşa bulaştırmamak için her türlü sıkıştırmadan sıyrılmayı başarmış, bir yandan da ne olur ne olmaz diyerek tedbiri elden bırakmamış. Olur da savaşa girersek diyerek kemerleri sıktıkça sıkmış. Şekerdi, pirinçti, gazyağıydı, her şeyi sayıyla dağıtmaya başlamış. 
Bundan yüz yıl kadar önce şeker pancarı üretimi başlayıp da 1930'lu, 40'lı yıllarda şeker fabrikaları yapılana kadar yüzlerce yıl boyunca atalarımız çayı kıt olan şekeri idareli kullanmak amacıyla kıtlama usulü içmemişler miydi? 

Pınar Ayhan burada yaşanmış bir anı anlatarak bizleri gülümsetiyor:
Şeker fabrikasından hediye olarak gönderilen kesme şekerlerden yapılmış Atatürk tablosu, bu kıtlık döneminde tırtıklana tırtıklana, Atatürk'ün başına kadar ulaşmış. Ev sahibi "İşin tadı kaçacağına, çayın tadı kaçsın" diyerek çayı şekersiz içmeye başlar.
Naylon çorap yokluğunda bacakta dikişli çorap varmış hissi yaratmak için topuktan kalçaya kadar düz bir çizgi çekmek mi istersiniz, ayakkabı yerine lastikten üretilen Gislaved mi istersiniz. 

Gislaved

Gislaved, Türkiye'de, özellikle de kırsal kesimde 1930'lu yıllardan beri kullanılagelen "ayakkabı görünümlü" lastik ayakkabının adıdır. Genellikle Cızlavet veya Cislavet biçiminde de telaffuz edilir. Altı tırtıklı olanına ise Kara Lastik denir. Hâttâ onun içine abdest mesti giyilir. Abdest alınırken mest üzerinde alınabilir. Kara lastik, Cizlavit'e göre biraz daha burjuvadır. Çünkü temiz tutulur ve bağ bahçe işlerinde kullanılmaz.
(Şimdi o kara lastikler sınıf atladılar ve şık mağazalarda el yakan fiyatlara "yağmur çizmesi" olarak satılıyorlar.)

Goministler Geliyor!
Menderes döneminde kapatılan "gominist" Köy Enstitüleri'nin öyküsünü izlerken, topyekûn kalkınmanın anahtarının halkta olduğunu, Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç'un eğitimin yaygınlaşması uğruna verdikleri mücadeleyi, daha sonra nasıl engellendiklerini ve Köy Enstitüleri projesinin nasıl bitirildiğini belgeleriyle izledik. (Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'in oğlu olan Can Yücel, soluksuz çalışmaktan eve arada sırada uğrayan babasını ne kadar özlediğini "Ben hayatta en çok babamı sevdim" dizeleriyle anlatır.)

Hasan Âli Yücel ve ikiz çocukları Canan ile Can

Birkaç gün önce yine ÇEK 3 Mart Azizoğlu okulunda "Yücel'in Çiçekleri" belgesel filmini izlemiş, Köy Enstitüleri'nin hikâyesini baştan sona dinlemiştim. Nasıl bir şahlanıştı o, nasıl bir medenileşmeydi. 
Köy enstitüleri programında görev alan ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu ve İsmail Hakkı Tonguç başta olmak üzere öncü isimlerle birlikte, köy enstitüsünde mimar, inşaat sorumlusu, öğretmen olarak çalışan, Türkiye'nin ilk kadın mimarlarından ve Şair ve Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun henüz 20'li yaşlarındaki kardeşi Mualla Eyüboğlu'nun onca emeği vardı. (Kimler aşık değildi ki bu hem güzel, hem akıllı, hem de çalışkan genç kadına. Orhan Veli, Ruhi Su, Yaşar Kemâl... Gençlik işte.)
Lakin bu gelişmeler Türk halkına layık görülmedi.
Padişahlık dönemindeki gibi sefalet içinde, dünyadan bihaber, hep güdülen bir halk olması gerekiyorken, uyanmak ve kendi kendinin, hâttâ milletin efendisi olmak da ne demekti? Küçük ağalar ve büyük ağalar buna ne derlerdi? Feodal yapı buna izin verir miydi? 
Vermezdi elbet. Vermedi de...
1. Dünya Savaşı ile birlikte Avrupa'da çöken derebeylik ve krallık sistemi Osmanlı'yı da alaşağı etmiş ve  Avrupa ile birlikte Türkiye de halkların iktidarına evrilmişti. Lakin evrilmek bizim neyimizeydi?
İngiltere, Rusya ve Amerika arasında çekiştirilen ülke sonunda yine cehaletin ve gelişmemişliğin ellerine terk edildi.

Marshall yardımı ile insanlara ne idüğü belirsiz şeyler yedirildi. Üç tarafı denizlerle çevrili denizde balıkçılık yapan halkın eline balık konservesi, yemyeşil meralarında koyun keçi inek otlatan halkın eline süt tozu tutuşturuldu.
Bugünkü halimize bakıp da "Neden?" diye soran varsa, işte hep o Marshall yardımı yüzünden...
****
Osmanlı Osmanlı diye tutturarak Atatürk'e ve Cumhuriyet'e dil uzatanların bu gösteriyi izlemeleri ve paramparça edilmiş bir devleti önce yabancı ellerden alarak yekpare haline getirmenin, eski devletin borçlarını üstlenerek temizlemenin, sonra da yeni devleti geliştirmenin ne kadar büyük mücadeleler ile gerçekleştiğini anlamaları gerek. (Ki gösteri boyu Osmanlı devleti bir kez bile kötülenmiyor, tarihi gerçekler belgeleriyle anlatılıyor.)
Tarihi bırakın detaylarıyla, kaba taslak olarak bile bilmeyenler durmaksızın ahkâm kesiyorlar, 1919'dan sonrasını yok sayıyorlar. 
Onları kendi cehaletleriyle baş başa bırakalım tamam da, ya yeni gelen nesiller, onlar da mı yalan yanlış bilgilerle donatılsın? Onlar da mı kim olduklarının farkına varmasın?
Atatürk'ün ruh ve kimlik verdiği halk teba olmaktan çıkıp ülkenin sahibi olmuşsa bu suç mudur?
Bu hakları evirip çevirip kötüye kullananlar sayesinde olmayacak insanlar baş olduğuna göre, evet galiba haklılar, suçtur.
Kapatmayacaktınız o Köy Enstitülerini, kapatmayacaktınız...

Orada Duruverseydi Zaman ekibi

Pınar Ayhan'ın sahnede tiyatro yaparak, zaman zaman da şarkılar türküler seslendirerek, insan insan anlattığı dönemleri kısaca anlatmaya çalıştım sizlere. Daha o kadar çok detay var ki o geceden bana kalan. Hepsini anlatmam kabil değil. Onlar da bana kalsın. Sizin işiniz bu gösteriyi ilk bulduğunuz yerde izlemek ve izletmek olsun.
İzlerken orada duruveriyor zaman...

O bir Köy Enstitülü
Gecenin sonunda kendisi de Köy Enstitüsü mezunu olan Yusuf Şahin ve eşi kuliste Pınar Ayhan ile buluştular. O dönemleri birebir yaşamış kişiler olarak bambaşka duygularla izlemişlerdi gösteriyi. Pınar Ayhan'ı kutladılar. Yusuf Bey yazdığı kitabı Pınar Hanıma yollayacağını söyledi. Duygu dolu bu anların ardından vedalaştık.

Emek Verenler
Yakın tarihimizi anlatan belgeselin yapım ve yönetimi Baha Müzik Yapım Organizasyon'a, fikir ve projesi Pınar Ayhan'a, dönem araştırma ve metin yazarlığı Banu Mertyürek Güler'e, proje koordinatörlüğünü Ayşe Karakoç'a, rejisi Özgür Billur'a, yapımcılığı Sühan Ayhan'a, kostüm danışmanlığını Esra Başıbüyük'e, gösterinin (bu projeye özel olarak yaratılan) afiş ve posterlerinde kullanılan görsel de ressam Aslı Sinman Kutluay'a ait.
Pınar Ayhan'a sahnede Aslı Gültekin (Çello), Bilgin Canaz (Ney), Erdinç Aktuğ (Perküsyon), Evren Kalaycıoğlu (Piyano) ve Metin Altun (Bağlama/Ud/Buzuki) müzikleriyle, Tolga Aktekin ise "sema" ile eşlik ediyor.

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.