SON DAKİKA
Hava Durumu

Bereketli Hilal'in Kutsal Mozaiği

Yazının Giriş Tarihi: 27.09.2018 00:02
Yazının Güncellenme Tarihi: 27.09.2018 00:02

Yıllar boyu öyle uzak, öyle bilinmez, öyle ürkütücüydü ki Güneydoğu, mecbur kalmayan alıp kendini Güneydoğu'ya gitmez oldu. Bilen biliyordu aslında Güneydoğu'nun kıymetini. Bilmeyen ise bilmediği ile kalıyordu.

Sonra zamanlar değişti, bölge eskiden olduğu gibi daha ulaşılabilir ve daha güvenli hale gelmeye başladı. Üzerine iletişim ve teknoloji de eklenince, Güneydoğu'ya gitmek artık farz oldu.

Mezopotamya da artık zamanının gelmiş olduğunu düşünmüş olmalı ki, bin yıllardır bağrında sakladıklarını bir bir dünya yüzüne çıkartmaya başladı.

Öyle ki, bu dünya yüzüne çıkışlar ile dünya tarihi yeniden yazıldı.

Özge Ersu Gezileri ile nisan ayında Mardin'e gitmiş ve o büyülü Mardin'den ve Mezopotamya'nın tarihinden ve kültüründen had safhada etkilenmiş biri olarak, Özge Ersu Gezileri kapsamında eylül ayı sonlarında düzenlenen Gaziantep-Şanlıurfa gezisine katılımcı olarak ismini ilk yazdıranlardan biriydim. Gezi satışa açıldığı gibi dolmuştu zaten.

Güneydoğu sadece beni değil, pek çok kişiyi cezbediyordu.

Yaklaşık bir buçuk saat süren uçuşun ardından 20 Eylül sabahı Gaziantep Havaalanı'na indiğimizde bizi Özge Ersu'dan önce Zeugma'nın Çingene Kızı ile Urfa'nın antepfıstıkları karşıladı.

Önce Gaziantep merkeze gidip Gaziantep'e bir gün evvel gelmiş konukları otellerinden aldık ve hep birlikte Gaziantep sokaklarına karıştık. Otobüsümüzün bizi bıraktığı noktadan yürüyerek, Gaziantep Kalesi'nin yanından geçerek Kültür Yolu'na çıktık. Yürüyüş esnasında bize Gaziantep tarihi, Antep'in düşman işgaline direnişi ve kurtuluşu, Gazi unvanını alışı, halkın direnişe olan katkısı, Antep'in geçmiş zamanları üzerine konferans veren Özge Ersu'nun sesi eşlik ediyordu.

GAZİAYINTAB

Fransız kuvvetlerine karşı yaptığı savunmada verdiği 6317 şehide rağmen mücadelesini yılmadan, cesaretle sürdürmesi ve eşsiz bir direniş göstermesi nedeniyle Ayıntap/Antep şehri TBMM tarafından "Gazilik" unvanına layık görülmüş ve adı "Gaziayıntab" olmuş. 1928 yılında ise şehrin adı Gaziantep olarak değiştirilmiş.

26 Ocak 1933 tarihinde Gaziantep'e yaptığı ziyarette Atatürk, Gaziantepliler'e balkondan hitap etmiş.

Hem tarihi İpekyolu üzerinde, hem Mezopotamya ve Akdeniz arasında bulunması ve her yönden gelen kervanların kavşak noktasında bulunması sebebiyle Gaziantep şehrinin geçmişi binlerce yıl öncesine uzanıyor. Gaziantep tarihinin devreleri Paleolitik, Kalkolitik, Neolitik dönemler, Tunç Çağı, Hitit, Med, Asur, Pers, İskender, Selökidler, Roma ve Bizans, İslam ve Türk devirleri olarak sıralanıyor ve bu dönemlerin izleri ile Gaziantep tarihi bir zenginliğe ulaşıyor.

Şehrin Milat'tan önceki çağlarda başlayan yolculuğu 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde yer alması ile devam ediyor.

Anadolu'nun ve dünyanın en eski yerleşim yeri olan Gaziantep, 6000 yıllık tarihi geçmişi ile kültürel zenginlikleri, antik kentleri, mozaikleri, camileri, kiliseleri, hanları, hamamları, bedestenleri ve pek çok yer altı ve yer üstü zenginlikleri ile tam bir metropol. Gaziantep kendi yemeğini çıkartan bir gastronomi şehri ve 500'e yakın yemeği işaretlenmiş. Şehrin gastronomi festivali var. Dünyanın üçüncü ve Avrupa'nın ikinci büyüğü olan Gaziantep Hayvanat Bahçesi, yüz ölçümü bakımından Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun en büyük hayvanat bahçesi. Antepfıstığı desen Gaziantep'ten çok Urfa ve diğer şehirlerde yetişiyor ancak Antep'in adı ile anılıyor.

Gaziantepli kendi sanayisini kendisi kurmuş ve örnek bir sanayi ve ticaret kenti oluşturmuş. Eski halini bilmem ama şehir son dönemlerde sanki biraz dağılıp dökülmüş. Şehrin nüfusu Suriye'den gelen mülteciler ile birlikte neredeyse iki katına çıkmış.

HSVHN / Kutnu / Develik / Thamis / Menengiç

Gaziantep sokaklarına kısa bir tur attıktan sonra kahvaltı için Hişvahan Otel'e geçiyoruz. Kalenin tam karşısında 500 yıllık bir han restore edilerek bugünkü halini alan otelin eski hali tamamen harabe imiş. Han'a gelen yolcuların develerini bağladığı bölümde yer alan Develik Restoran'ın altında Bizans dönemine ait su sarnıcı ve iki mağara girişi var. Camekan ile kaplanan kalıntıların üzerinde yürümek, ayaklarının altında tarihin izlerini görmek, develerin bağlandığı halkaya el sürmek ve yeniden yaratılan bu mekânda envai çeşit kahvaltılık ile kahvaltı etmek Gaziantep'te ilk anılarımızı oluşturuyor.

Otelin girişinde bizi karşılayan yine camekan içindeki yüzlerce yıllık eski kapıyı, bahçedeki bonzai zeytin ağacını ve otelin yanında Gaziantep'e özgü "kutnu" kumaşından yapılmış ürünler satan mağazayı de görmeden geçmiyoruz.

Gaziantep'in rengarenk çarşılarına gire çıka, Han'dan Han'a dolaşa dolaşa, zanaatkârların çalışmalarına, esnafın terbiyesine, meydanlara, çeşmelere, camilere hayran kala kala yürürken menengiç kahvesi içmek için Tarihi Tahmis Kahvesi'nde mola veriyoruz.

Gaziantep'in Gazi Mustafa Kemâl'i

Kahvede duvarda asılı olan Atatürk'ün çerçevelenmiş hüviyet cüzdanı ve Osmanlı tuğrası dikkatimizi çekiyor. Sizin de anlayacağınız üzere mesaj net.

Atatürk'ün 26 Ocak 1933 yılında Gaziantep'e yaptığı ziyaret esnasında, kentin mülki amirleri tarafından kendisine hemşehrilik teklifi edilir. Atatürk kabul eder. Gaziantep Nüfus Kütüğünde (Bey Mahallesi, hane 41, cilt 86, sayfa 56, Zübeyde'den doğma, Ali Rıza oğlu, 1881 Selanik doğumlu Gazi Mustafa Kemal) olarak yer alır. Hemşehrilik Belgesi o tarihte Gaziantep Belediye Başkanı olan Hamdi Kutlar'ın bir konuşmasıyla Atatürk'e takdim edilir.

Hem imam, hem çağdaş

Kahvelerimizi içtikten ve biraz dinlendikten sonra (henüz pek acıkmamış olsak da) öğlen yemeği için İmam Çağdaş'ta buluşuyoruz. Birbirinden leziz kebaplar ve ağız sulandırıcı tatlılar karşısında irade ne gezer. Zaten bu gezi biraz da gastronomik, gurme bir gezi değil mi? Önümüze ne gelirse hepsinden tadacağız el mahkûm.

Hem, yediklerimizi hak etmek ya da eritmek için bol bol yürüyoruz nasılsa. O yüzden mırın kırın etmeden istediğimiz kadar yiyebiliriz değil mi?

Otele varış

Yemeğimizi yedikten sonra yürüyerek otobüsümüze ulaşıyor, kaptan şoför Aziz Bey'in dikkatli sürücülüğü ve yardımcısı İsa'nın ikramda sınır tanımayan hizmetleri ile otelimize ulaşıyoruz.Otele girer girmez tanıdık bir afişle karşılaşıyorum. Akşama nefis bir program bizleri bekliyor.Ama önce Zeugma Müzesi'ni ziyaret edeceğiz. Oradan da yemek ve Sazz ve Cazz Gecesi için Küşleme Kebaphan'a geçeceğiz. 

Otele uğramadan yapacağımız bu geçiş nisa taifesi olarak kıyafet konusunda kafalarımızı karıştırıyor. 

Sonuç: Birbirinden şık, çoğu yüksek topuklu ayakkabılı 42 kadın Zeugma Müzesi'ni salına salına geziyor. Müze tarihinde bu bir ilk olmalı.

ZEUGMA / Geçit-Kavşak

Çingene Kızı Mozaiği ile tanınan Zeugma Müzesi "in situ / yerinde" bir müze değil. 

Zeugma Antik Kenti'nden çıkarılan mozaikler, Gaziantep çevresinden bulunarak Gaziantep Müze Müdürlüğü'ne getirilmiş olan Doğu Roma (Bizans) dönemi kilise mozaikleri ile birlikte sergileniyor. Zeugma Mozaik Müzesi'nde, Roma ve Geç Antik öneme ait 2748 m² mozaik, 140 m² duvar resmi, 4 Roma çeşmesi, 20 sütun, 4 kireç taşından yapılmış heykel, bronz Mars heykeli, mezar stelleri, lahitler ve mimari parçalar teşhir ediliyor.

Türlü renklerde ve küçük küp biçiminde mermer, taş ya da pişmiş toprak parçalarının yan yana getirilip yapıştırılması yoluyla yapılan resim ya da süsleme işine "Mozaik" deniyor. Mozaiği oluşturan parçalar ne kadar küçük olursa ortaya çıkan mozaik o kadar detaylı oluyor. (Çözünürlük gibi) Eski mozaiklerin zamana dayanmamasının bir sebebi sırrın dayanıksızlığı, bir diğer sebebi de bunların yapıştırma yoluyla resme yerleştirilmiş olması. Yapıştırıcı madde bozulunca, o parçalar kopup dökülmüş.

Dionysos Mozaiği, Okeanos ve Tethys Mozaiği, Perseus ve Andromede Mozaiği, Aphhrodithe'in Doğuşu Mozaiği, Europe'nin Kaçırılışı Mozaiği, Zeugma'nın Mona Lisa'sı Çingene Kızı Mozaiği, Savaş Tanrısı Ares heykeli ve diğerleri; Özge Ersu sergilenen mozaikleri, sütunları, heykelleri ve diğer her şeyi tek tek tüm detayları ile hikâyelendirerek anlatıyor bizlere.

SAZZ ve CAZZ / Müzikal Hikâyeler

Zeugma'dan ayrılıp Küşleme Kebaphan'a geliyoruz. İşletmenin ikinci nesil sahiplerinden olan genç beyefendinin anlatımı ile mekânı ve küşlemeyi tanıyoruz. Özge Ersu gezisine ilk kez katılanlara plaketleri takdim ediliyor. Nefis yemeğin ardından, kaşık çatal bıçak sesleri kesildikten sonra Sazz ve Cazz programı için Özge Ersu ve Orkestrası sahne alıyor.

Türkülerin öykülerini canlandırarak anlatmak Özge Ersu'dan, türkülere ses vermek orkestradan, türküleri dinlemek -mekân personeli dahil- bizden.

Doyumsuz bir geceydi elbette. Tüylerimiz diken diken dinledik türküleri ve öykülerini. Yaşanmışlıklar üzerine ortaya çıkan türkülerimizde hüzünden ziyade acı daha yoğundur hep. Gidip de dönemeyenler, dönüp de bulamayanlar, sevip de kavuşamayanlar; coğrafyanın kaderini yazdığı insanların ağıtlarıdır bunlar.

Türkü ile hiç tanışmamış olan aramızdaki en genç konuk Selin'in bu özel gecenin sonunda türküleri tanıyıp, anlaması ve sevmesi gecenin en büyük kazancı oldu.

Gezideki birinci günümüzü böylece tamamladık ve odalarımıza çekilerek kendimizi uykunun davetkâr kollarına bıraktık.

İkinci gün otelden dönmemek üzere ayrılmamız ile başladı. Gaziantep'ten Şanlıurfa'ya geçeceğiz bugün. Otobüsümüz emrimize amade bizi bekliyor. Kahvaltının ardından yola revan oluyoruz.

Kelaynaklar diyarı

İlk durağımız Birecik Kelaynak Koruma Parkı. 45 dakika kadar süren rahat bir yolculuktan sonra Birecik'e varıyoruz. Burada bizi Doğa Kültür Yaşam Derneği'nden Mustafa Çulcuoğlu, nam-ı diğer Kelaynakçı Mustafa karşılıyor.

Mustafa Bey kendisini kelaynaklara adamış desek yalan olmaz. Kelaynak ailesinin tüm fertlerini tanıyor. Kelaynakların niçin Birecik'i seçtiklerini (kalsiyum kayalar olması, kalsiyum yemezlerse üreyemiyorlar), kelaynakların sayılarının azalmasının (9 yavru, 1 anne-baba) sebeplerini (DDT), çoğaltma çalışmalarının başarısını (65'i yavru, toplam 273) , kelaynakların tarıma katkılarını (uzun gagaları ile toprağı zararlı böceklerden arındırma), kelaynakların tarihini (Nuh'un kuşları), kelaynaklarının neden yenmediğini (et yiyen bir canlının eti yenmez) anlatıyor bizlere. Sözlerine Avrupa'nın en büyük kertenkelesi Çöl Varanı'nın ve Çzgili Sırtlan'ın da sadece Birecik'te yaşadığını ekliyor.

Çoktu, az kaldı, yeniden çoğalıyor...

Not: DDT tarzı ilaçlama yapılmadığı için doğal park sinekten geçilmiyor. Ona göre önleminizi alın ya da bırakın hiçbirisine aldırmayın.

Halfeti / Tekne / Şaput

Kelaynakçı Mustafa ve ahalisi ile vedalaştıktan sonra rotamızı Halfeti'ye çeviriyoruz. Hani o Birecik Barajında su tutulması sebebiyle 96 köy ile birlikte sular altında kalan, batık cami ve minare görüntüsü ile belleklerimize kazınan, büyük Fırat nehrinin bu bölgede göle dönüştüğü alan.

Eski Halfeti için Sakin Şehir yazıyor karşılama tabelalarında. Öğlen yemeğimizi burada alacağız. Çoğumuzun tercihi bu bölgeye özel Şaput balığı. Yemek siparişlerini verdikten sonra tekne ile kısa bir gezinti yapmak için tekneye geçiyoruz. Hava sıcak. Hem teknenin kaptanı hem de geçtiğimiz yerlerin tarihini anlatan Şerif Kürşat 'Bu sıcak da bir şey mi, siz 15 gün önce görecektiniz, cehenneme bir katman daha yakındı burası.' diyor.

Niçin eylül sonunda geldik a çocuk? Biz hiç dayanabilir miyiz o cehennem sıcağına?

Kaptanınız Şerif konuşuyor

Rum Kalesi ve mağaralar arasında -şimdi su altında kalan- tüneli, batık camiyi, altımızda 40-45 metre derindeki köyün meydanını, Fırat'a Fırat değil Murad dendiğini, Fırat'ın her yıl 7 kişiyi aldığını ve geri vermediğini, Fırat'ın sevilmediğini, Fırat'ın yılda 4 kez renk değiştirdiğini, Fırat'ın derinliğinin 80-100 metreye ulaştığını, Fırat'ın üç metreye kadar güneş ışığı geçirmediğini ve bunun gibi Fırat ve Halfeti ile ilgili pek çok bilgiyi Şerif'in anlatımından öğreniyoruz. 

Şerif Kürşat yöre tarihi hakkında o kadar güzel bir bilgilendirme yapıyor ki, gezi sonrası kendisiyle yaptığım sohbette herkesin bu şekilde anlatmadığını, sadece kendisinin anlattığını söylüyor.

Haklı da. Bizimle birlikte gezen teknelerde oyun havaları eşliğinde göbekler atılmaktaydı. Adeta Bodrum koylarına Cıs-Tak Cıs-Tak giren tekneler gibiydi manzara.

Tekne gezimizin ardından Şaput balığımızı midemize indirip, avuçlarımıza da yine buraya özgü yetişen Karagül'den yapılma Karagül Kolonyası'nı döktükten sonra Şanlıurfa şehrine doğru bir buçuk saat sürecek bir yolculuğa çıkıyoruz. Yolculuk sırasında Özge Ersu konferanslarına bir göz atıyorum. Bakalım neler öğrendik ve acaba daha neler öğreneceğiz?

Şanlıurfa / Balıklıgöl / Nemrut / İbrahim / Ayn Zeliha

Urfa'ya vardıktan sonra otelimize yerleşip biraz dinleniyoruz. Akşam güneşinin Balıklıgöl'deki cilveli yansımasını kaçırmak istemeyenler otelin hemen yanındaki Balıklıgöl'e koşturup akşam güneşi altında fotoğraf çekimlerini yapıyorlar.

Saat 19:00'da buluşup Özge Ersu eşliğinde hep birlikte Balıklıgöl'e gidiyoruz. Hz. İbrahim'in Zeliha ile olan aşkını, "zalım" Kral Nemrut'un İbrahim'e ettiği zulmü, Balıklıgöl'ün üzerindeki tepede, kalede görünen iki sütunun arasına sapan kurup da İbrahim'i nasıl ateşe attığını, şimdi Balıklıgöl olan ateş alanının suya, yanan odunların balığa, Zeliha'nın döktüğü gözyaşlarının da Ayn Zeliha'ya nasıl dönüştüğünü dinliyoruz. Yine Özge Ersu anlatımları ile Halil-ür-Rahman Külliyesi, Halil-ür Rahman Camii, Mevlid-i Halil Mağarası, Dergâh Çarşısı derken saati epey bir geç yapıyoruz. Sabah erken kalkacağımız için saat daha fazla geç olmadan odalarımıza çekiliyoruz.

Şanlıurfa Kalesi / Mağaralar

Sabah erken kalkacağız demiştim. Oda arkadaşım Oya ile birlikte sabahın 05:50'sinde kendimizi yine Balıklıgöl'de buluyoruz. Oradan da yukarılara, mağaralara tırmanıyoruz. Saymadığım kadar çok basamak çıkıp, Büyük Mağara ve Çift Mağara'yı geçip şehir kabristanlığına ulaşıyoruz. Buranın manzarası nefis. 

Ama kaleyi de görmemiz ve sapanın kurulduğu sütunların olduğu bölgeye ulaşmamız lazım. 

Geldiğimiz yoldan geri dönerek ters istikamete yönelip Urfa Kalesi'ne gidiyoruz. O da ne! Kale ziyaretçilere kapalıymış. Kös kös geri dönüyoruz.

Göbeklitepe / T / Tarım / Din

Göbeklitepe için "Tarihin Sıfır Noktası" derler. "Tarım mı dini doğurmuştur, din mi tarımı?" sorusunun cevabını "Tarım dini doğurmuştur" olarak verirler. Kazı alanına çıkmadan önce Göbeklitepe'yi anlatan kısa bir video izliyoruz ve değişimi anlamaya çalışıyoruz.

Dünya tarihini alt üst ederek tarihi 12 bin sene öncesine taşıyan Göbeklitepe, bu değişimin belki de ilk örneği, ardından daha kim bilir hangi eski çağlar gelecek. 11 bin yıllık Nevali Çori Tapınağı mesela. 

İnşası Milattan önce 10000 yılına uzanan Göbeklitepe tarihteki en eski ve en büyük ibadet merkezi olarak biliniyor. Göbeklitepe İngiltere'de bulunan Stonehenge'den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha eski. Ayrıca yerleşik hayata geçişi temsil eden kültür bitkisi buğdayın atasına da Göbeklitepe eteklerinde rastlanmış. İnşa edildikten 1000 yıl sonra üstleri insanlar tarafından kapatılarak gömülen bu yapı gizemini korumaya devam ediyor.

T şeklinde dikey yerleştirilen taşlar, taşlar üzerindeki canlandırmalar, büyük bir alana yayılmış ve devam eden kazı çalışması, üzeri tente ile örtülerek devam eden çalışmalar ve ziyarete açık alan. Gördüğümüz ve kulaklıklarımızdan bize ulaşan her detay bizim bilgi dağarcığımıza katman katman ekleniyor.

Şanlıurfa / Esnaf / Zanaatkâr / Sanatkâr / Gümrükhanı

Göbeklitepe dönüşünde Kilim'de yediğimiz öğlen yemeğinden sonra bu kez Urfa çarşısına çıkıyoruz. Kadlavacı, Attar, 80 yaşında hâlâ yemeni yapan Köşker Ahmet Usta, derici, kürkçü, bakırcı, demirci, neccar, son kalaycı Mustafa Usta, camiler, hamamlar, çeşmeler, hanlar, meydanlar derken yolumuz Gümrükhanı'na çıkıyor. Gümrükhanı'nın avlusu hem çok kalabalık, hem çok sıcak.

Menengiç kahvelerimiz bize burada ikram edilecek. Menengiç öncesi "Mırra" ikramı yapıyor arkadaşlar. Lakin Mırra içmenin de bir inceliği var. Özge Ersu paylaşımında okuduğum kadarıyla; Mırra yavaş yavaş içilmez, bir anda kafaya dikilmez (fondip yapılmaz) ve en fazla iki yudumda bitirilir. Servisi yapan gelir aynı fincanı siler ve ikinci servisi yapar. İkinci servis sonrası fincan üçüncü kez kesinlikle doldurulmaz. Başkaldırı veya saygısızlık sayılır. İçildikten sonra fincan kesinlikle yere, masaya konulmaz. Bu hareket kahveyi ikram edene ve ev sahibine hakaret sayılır. Kahveyi beğenmemek veya olumsuz bir duruş göstermek anlamındadır. Ve dahası ve dahası...

Kahvelerimizi bitirip çarşıda biraz daha dolandıktan sonra otelimiz El Ruha'ya geri dönüyoruz. Bu gece yine bize özel bir program var. Bu kez oteldeki mağarada bir Sıra Gecesi yapılacak.

Urfa Sıra Gecesi / Urfa Savunması

Sıra Geceleri'nin sadece müzik ve eğlence olarak görülmemesi gereken bir öyküsü var aslında. 

"Sıra Gecesi" geleneği Urfa'nın kurtuluşuna vesile olmuş. Mondros Mütarekesi'nin 7. maddesi gereğince 24 Mart 1919'da İngilizler (daha sonra Fransızlara devredeceklerdir) Urfa'yı işgal ederler. Yanlarına yörede yaşayan Ermenileri de alan işgal kuvvetleri, halkı sindirme politikası başlatırlar. Bu baskıya daha fazla tahammül edemeyen bir grup Urfalı, gözlerden ırak bir yerde buluşarak "çıkış için" nasıl bir yol izleyeceklerini kararlaştırmak isterler. Bunun için bir Urfa geleneği olan sıra gecesini kullanırlar. Bu fikir Binbaşı Ali Rıza Bey'in aklına yatar. Bir defasında Urfa'nın ileri gelenlerinden Hacı Mustafa ile konuşurken sözü işgale getirir: ""Urfalılardan şüpheleniyorlar. Bilmiyorlar ki çiğ köfte ile meşguller." Mesajı alan Hacı Mustafa, vakit kaybetmeden arkadaşlarını yine bir sıra gecesinde Ali Rıza Bey ile buluşturur. Güllü Osman Efendi'nin evinde toplanan on iki kişi, çiğ köfte yoğurup çalıp söyler. Aynı zamanda işgal kuvvetlerine karşı başlatacakları hareketin planlarını da hazırlamayı ihmal etmezler. Bu gecenin sonunda (5 Eylül 1919) Müdafaa-i Hukuk Urfa şubesi gizlice kurulur ve başkanlığına Ali Rıza Bey getirilir. 12 arkadaş, şehirlerini düşman işgalinden kurtarmak için Kur'an-ı Kerim'e el basıp yemin ederken maddî güçlerini de ortaya koyarlar. Eğlence bitip herkes evine dağılırken kurtuluş hareketi için o gece 2 bin altın toplanır.

Sıra Gecesi'nin öyküsü böyle. 

Bizim için düzenlenen gecede de yine çiğ köfte karıldı ve yine türküler söylendi, halaylar çekildi, oyunlar oynandı.

Haleplibahçe Müzesi / In situ Müze / Şanlıurfa Müzesi

Üçüncü günün ilk ziyaretini In Situ bir müze olan Haleplibahçe Müzesi'ne yaptık. Başka bir yerden çıkartılıp bir müzeye taşınmamış, tamamen olduğu yerde müze haline getirilmiş olan Haleplibahçe Müzesi'nde Amazonlar Villası ve Villa'nın içindeki mozaikler sergileniyor. Müzenin duvarlarında mozaik zannedilen görüntüler mozaik değil, sadece kâğıt. Mozaiklerin orijinal halleri oldukları yerde, yani zeminde duruyorlar. Duvarlarda gördüklerimiz, orijinal halleri yıpranmış ve dökülmüş olan mozaiklerin gerçekte nasıl göründüğünü göstermek için resmedilmiş. 

Amazonlar Villası'nın koridor bölümünde Truva Savaşı'nın kahramanı Akiellus'un hayat hikayesi, sonraki odada Zebra Terbiyecisi, kentlerin koruyucu tanrıçası Ktsis, salon bordürlerinde su kuşları, sonraki odada Aslan Figürü, büyük odada Amazonların Av Sahnesi, sonraki odada ise Kaplan Figürü betimlenmiş.

Çağdan çağa

Haleplibahçe Müzesi'nin ardından, hemen onun yanındaki Şanlıurfa Müzesi'nde Paleolitik Çağ'dan girip İslam Dönemi'nden çıkacağımız uzun bir yolculuğa başlıyoruz. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, müzeler hem iç, hem dış mimari olarak ve hem de içerik olarak ziyadesiyle iyi durumdalar. 

Tüm dönemleri canlandırmaları ile görüyoruz. Amforların dibi niçin koni şeklindedir, "@" işaretinin anlamı, yazının bulunuşunda harflerin görünümleri nereden çıktı, çivi yazısı çivi ile mi yazıldı, heykellerin neden elleri ayakları ya da başları yok, ölüler nasıl gömülürdü, hepsi bir bir anlatıldı.

Bereketli topraklar üzerinde

Bu topraklar o kadar kıymetli ki, altında kat kat tarih yatıyor, üzerinde ayrı bir tarih yaşanıyor. Üzerinde yaşayanlar altlarında yatan tarihi yeterince bilmiyor. Ve topraklarının bereketi yüzyılları aşıp günümüze geliyor.

Bereketli Hilâl

Bereketli Hilal, Akdeniz ikliminin egemen olduğu, kışları yağışlı yazları kurak geçen, hilal şeklinde bir görüntüye sahip bereketli topraklardır. Bu ismi ilk kez ABD'li Doğubilimci James Nery Breasted kullanmış. Dünyanın en eski büyük uygarlıkları bu topraklarda doğup gelişmiş ve bu uygarlıklar Batı'da ortaya çıkan diğer büyük uygarlıklara kaynaklık etmişler. Bilinen en eski kültürün Bereketli Hilal'de doğduğu iddiaları radyo karbon araştırmalarıyla da doğrulanmış.

Taşsaray / Türüf / Kebap

Bu kadar bilgi yüklemesi insanda açlık yaratıyor olmalı ki öğlen yemeği için yine özel bir mekâna, Taşsaray'a gidiyoruz. Taşsaray'da bizi türüf mantarlı kebap bekliyor. Mantarları gözümüzle de görüyoruz. Gezinin mimarlarından Aysel Tumba bizleri türüf mantarı ile tanıştırıyor. Bu tanışmaya çok memnun olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Mantar ve et bir araya gelince, daha nasıl memnun olmaz insan.

Bu diyarlar "nefsin ete doyduğu" diyarlar. Hamd olsun ki, bizim de hem nefsimiz, hem midemiz epey iyi bir doydu.

Madem doyduk, o zaman şimdi yine yola çıkma zamanı.

Hz. Eyyub Sabrı / Sabır Makamı

Eyyub'un öyle bir hikâyesi var ki, okurken bile sabrınız zorlanabilir. Lakin Eyyub hepsine sabrederek makamların makamına ulaşmış. Şeytan, Eyüp'ün bütün evladının ve mülkünün yok edilmesini sağlar. Eyüp elbiselerini yırtar, saçlarını keser, yere kapanıp secde ederek der ki: "Rab verdi, Rab aldı, çıplak doğdum, çıplak öleceğim, gönül yaslıdır fakat dil Allah'a isyan etmez." Şeytan der ki: "Bu defa isyan etmedi çünkü henüz onun etine ve kemiğine dokunmadım." Sonra onun etine ve kemiğine de dokunur. Bütün vüğcudu çıbanlarla kaplanır, yine isyan etmez Eyyub. Allah-u Teala'nın Hz. Eyyub'a "Ayağını yere vur." emriyle Hz. Eyyub'un ayağını yere vurduğu ve suyu bulduğu yerden çıkan su Hz. Eyyub'un yaralarını iyileştirir. Eyyub sabrının karşılığı olarak kaybettiği her şeye kat be kat sahip olur.

Fakat sabır makamına girmek isteyenler ile onları hizaya sokmak isteyenler neden bu kadar sabırsız olur?

Harran / Harranu / Kesişen Yollar / Üniversite

Gezimizin son gününün son yolculuğunu Harran'a yapıyoruz. Atatürk Barajı'ndan kanallarla gelerek daha küçük kanallar vasıtası ile ovanın her bir yanının sulandığı Harran'dan bereket fışkırıyor. Üzerinde henüz ürün olan tarlalar yemyeşil. Buğday tarlaları ise biçildiğinden dolayı sapsarı.

Yol boyu dümdüz ovadan gözümü alamıyorum. Harran girişinde Harran Kalesi karşılıyor önce bizi, sonra da Konik Kubbeli Harran Evlerini görüyoruz. Evlere daha sonra gideceğimiz için önce ören alanına ulaşıyoruz. Burası Harran Üniversitesi miydi değil miydi, dikey bina rasat için miydi yoksa bir caminin minaresi miydi tartışmalarına konu olan ören yeri epey büyük bir alana yayılmış.

Konik Kubbe / Ev

Harran'ın konik kubbeli evleri ören yerinden toplanan tuğlalarla 150-200 yıl önce inşa edilmiş. Kare ya da kareye yakın prizmatik bir temel üzerine indirme tekniğinde tuğlalarla yapılmışlar. En çok 5 metre yüksekliğindeki 30-40 dizisiyle örülmüşler. Her kubbe kemerlerle diğer bir kubbeye bağlanarak içeride geniş mekanlar oluşturulmuş. Harran evleri bölge iklimine uyumlu ve yazın serin, kışın sıcak kalıyor.

Bizim misafir edildiğimiz bu ev şimdi artık adeta müzeye dönüşmüş. İçindeki odalarda ve bahçesinde eskiye dair ne ararsanız var. Evin sahibi ailenin epey uzun ve renkli öyküsünü otobüsümüze gelen ailenin oğullarından biri olan Halil'den dinledik.

Ailece çalışarak salçasından biberine yöreye ait her ürünü bulabileceğiniz bir yere dönüştürmüşler evlerini. Turizmin bacasız fabrika olduğunu keşfetmişler. Misafirlerini karşılarken de uğurlarken de saygıda kusur etmedikleri için bahçeleri turistlerle dolmuş taşmış.

Akşam / Güneş / Veda

Akşam inmeye başladığında biz de artık Şanlıurfa'daki son saatlerimizdeyiz. Güneş tüm kızıllığını ardında bırakıp dünyayı terk ederken, ay çoktan çıkmış ve yükselmiş bile. Bu nefis anları ölümsüzleştirmek için yol kenarında durup otobüsten aşağıya iniyoruz. Önümüzde güneş, ardımızda ay. Bu topraklarda bu âna şahit olmaktan büyük mutluluk mu var?

Otobüsümüze binip Havaalanı'na hareket etmeden önce otelimize uğrayıp bir gece daha kalacak arkadaşlarımızı otele bırakıyoruz. Vedalaşmamız her zamanki gibi hüzün kokuyor. Bir dahaki gezide buluşabilmek üzere sözleşiyoruz ve evlerimize dönmek için havaalanına geçip uçağımıza biniyoruz.

İki saat içinde İstanbul'dayız. 

Altımızda bambaşka bir dünya ışıldıyor. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığında gözümüze batanları saklıyor.

Uç / Düşün

İstanbul'a inene kadar geçen sürede o kadar çok düşünce geçti ki aklımdan. 

Öncelikle, Anadolu'nun uygarlığın beşiği olduğu sözlerini Yunus Emre'nin "Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi" sözleri ile perçinledim. 

Gittiğim yerlerde huzurlu bir hava hissettim. Sanki çocukluğumun şimdi çok uzaklarda kalmış zamanlarındaydım. 

Acaba yıllar ve yıllar sonra bizim yaşadığımız şu dönemde pek de önemsemediğimiz her şey başka bir anlam kazanacak mıydı?

Bu zenginlik ve ihtişam için kaç köle insani olmayan şartlarda çalıştırıldı ve kaçı dayanamayıp ölmüştü?

Medeniyet savaşlar sayesinde mi gelmişti, yoksa savaşlar medeniyeti yok mu etmişti?

Mitolojik karakterler gerçek miydi? Gerçek olmamış olsalardı bu zamana kadar gelirler miydi?

Anadolu halklarının çeşitliliğinin ve bir arada yaşayabilmelerinin mozaik olarak nitelendirildiğini, bu mozaikteki herkesin minik birer taş parçası olduğunu, bütünü oluşturmak için her birine ayrı ayrı ihtiyaç duyulduğunu biliyordum elbet.

Onların kimisi sarı kimisi yeşil renkteydi, kimisi ışıl ışıl ışıldarken kimisi donuk mat idi, kimisi camdan kimisi kilden idi. Kimisi yüzünü Doğu'ya çevirmiş, kimisi gözlerini Batı'dan alamıyor idi.

Her ne olursa olsun hepsi Bereketli Hilâl'in Kutsal Mozaikleri'ni oluşturan birbirinden kıymetli tanecikler idi.

O taneciklerin birbirine yapışması için gereken malzeme de sevgi idi, muhabbet idi, hoşgörü idi, sabır idi, inanç idi, çalışma idi, kazanç idi, geçmişten ibret almak idi.

Yoksa bu mozaik önce yer yer dökülür, sonra da bir anda darmadağın oluverirdi.

****

Üç gece dört gün süren bu geziden size daha pek çok şey anlatabilirim. 

Lakin yazıyı da bir yerde nihayetlendirmek gerek. 

Gezinin fotoğraf albümünü görmek ve fotoğrafların üzerine yazdığım bilgi içeren yazıları okumak, çektiğim videoları izlemek için TIKLAYIN.

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.