SON DAKİKA
Hava Durumu

Hendeklerde kimler var?

Yazının Giriş Tarihi: 20.12.2015 09:23
Yazının Güncellenme Tarihi: 20.12.2015 09:23

Bu gezinin benim açımdan en duygusal bölümü, hekimlik mesleğine ilk başladığım Siirt/Pervari/Kilis köyü ziyareti olmuştu kuşkusuz. 92-95 yılları arasında "Kürt Sorununda" çatışmaların en şiddetli olduğu yıllarda bu köyde ve Siirt'te hekimlik yapmıştım.

Yıllar sonra silahlar susmuş, adına "barış süreci" denilen bir dönem başlamış, kentler ve köyler normal yaşamına dönmüş hatta bizim gibi bölgeyi merak eden "yerli turistler" başta Diyarbakır olmak üzere bölgedeki şehirlere geziler düzenler olmuştu. Güzeldi yani.

Botan Çayı kenarına kurulmuş ilk görev yerim olan köy bölgede yapılan bir HES nedeniyle sular altında kalmamış olsa belki daha da güzel olacaktı ama sorun değil "bu kadar kusur kadı kızında da olur" deyip geçmiştik.

Açık söylemem gerekirse en hoşuma giden görüntü görev yaptığım yıllarda en az beş askeri-polis kontrol noktasından geçerek gidebildiğimiz köye bir noktada nöbet tutan askerleri tepeye serilerek güneşlenmelerini görerek gitmiş olmamdı.

Tamam, işte bu dedim, huzur bu...

Ziyaretimizin bir bölümünde Diyarbakır'da çalışan sevgili doktor arkadaşım Necdet bizi misafir etmiş ve On Gözlü Köprü'nün karşısında Gazi Köşkü'nün hemen yanında bir restoranda yöresel yemekler yemiştik, çoluk-çocuk hep beraber. Arkada bir grup Kürtçe türküler, halaylar, ezgiler söylerken...

Diyarbakır'da herkesin en ilgili olduğu konu güncel politik gelişmeler. 7'den 77'ye hemen herkes en çok politika ve daha çok da yeni süreci konuşuyordu. Nereye gidersek gidelim bu hemen her yaş ve her meslek grubunun baş gündemi bu oluyordu. Otelde görevliler, kahvaltı salonunda garsonlar, bindiğimiz taksinin şoförü, seyyar satıcı bize çatışmasızlık ortamının rahatını anlatıyordu.

Doğal olarak sevgili arkadaşım Necdet ile sohbetimiz bu çerçevede sürdü gitti.

Hatırlıyorum da, yaşadığımız kısa süreli barış sürecinin öncesinde ve sonrasında tüm Kürt aydınları "Kürt sorunun çözümünde diyalog isteyen son kuşak biziz" lafları ederlerdi ve bu olanağı iyi değerlendirmek gerektiğini söylerlerdi. Dr. Necdet de bana benzer cümleler kurdu ve "bu sorunu bizim kuşak çözer çözerse" yan masada birlikte güle oynaya yemek yiyen çocuklarımızı göstererek "bunlara bırakırsak işimiz zor, unutma ve hatırla sana da bana da çok işler düşüyor, çözdük çözdük, çözemezsek bu coğrafya daha çok acılar yaşar" demişti.

Çok değil aradan daha bir buçuk yıl geçti ve bugün düşününce Necdet ne kadar haklıymış diye düşünüyorum.

Detayını hatırlamıyorum ancak ben sevgili Necdet'e bu barış sürecinin "faziletlerini" anlatırken bazı riskler de içerdiğini söylemiş ve bu risk gruplarını "onarmamız" gerektiğinden bahsetmiştim.

Bunlar sırasıyla, yaşamını kaybetmiş askerlerimizin aileleri "şehit aileleri" diye isimledirildi, çocuklarını göz altında kaybolmuş aileler "Cumartesi Anneleri" olarak kodlandı, çatışmaların ortasında askerlik yapmış ve post-travmatik stres bozukluğu yaşayan binlerce gencimiz - henüz bu grup bir isimle kategorize edilmedi ama - ve korucular (geçimleri bu savaşın sürmesine bağlı olan yoksul Kürt köylüleri yani) bahsetmiştim.

Necdet de bana "haklısın ama en önemli gruplardan birisi de "Fırtına Çocukları, bunları da hatırla" demişti.

"30 yıldır süren çatışmaların ortasında büyümüş bir Kürt gençliği var şimdi. Siz onları çocukken panzerlere attıkları taşlar ile hatırlıyorsunuz. Şiddetin ortasında büyümüş, dövülmüş, gaz atılmış, abisini, ablasını dağdaki çatışmalarda yitirmiş, dili yasaklanmış, horlanmış, kentlere göçmüş yoksulluğu-yoksunluğu yaşamış, geleceksiz bırakılmış, umutsuz bırakılmış öfke dolu bir gençliktir bahsettiğimiz. "Fırtına Çocukları" diyorlar onlara." Demişti.

Şimdi bu çocuklar "hendeklerde" işte... Bunları konuşuyoruz...

Aynı gezide sevgili dostum Ali Mollasalih ile karşılaşmış ve Hevsel Bahçeleri'nin karşısında Keçi Burcu'nun altında çay içmiştik birlikte. Sevgili Ali de bize "barış ortamının erdemlerini ve AKP'nin ne kadar önemli bir iş yaptığını anlatmıştı" aynı günlerde.

Gerçi bu günlerde sevgili Ali bana birlikte her hafta yaptığımız TV programında "terörle güvenlikçi politikalarla nasıl başedilir!!!" Bunu anlatıyor sık sık ama bu ayrı konu...

Savaş ve şiddet ortamı başlamaya görsün, herkesi hemen içine alabilir bu da ayrı konu...

Ne acı ki biz bunları şimdi Diyarbakır'da çatışmaların en sert yaşandığı Sur'da konuşmuştuk. Şimdilerde Sur yanıyor. Bir barış elçisi olan Tahir Elçi'yi de burada katlettiler. Sadece Sur değil, içimiz yandı.

Nereden nereye!?

Daha dün gezdiğimiz yerlerin bir yanı ateş çemberi altında; her gün yeni acılar düşüyor yüreklere. Ve ne acıdır ki, bir yanda sokaklardan, evlerden ölüler kaldırılırken, öte yanda yeni ölümler için köşe başlarının tutulup, yeni mayınlar döşenmesi gibi gerçekler yürürlükte. Hayat artık böyle akıyor bu coğrafyada.

İnsan Hakları Derneği'nin, açıkladığı bilançoya göre, yılbaşından 5 Aralık 2015'e kadar geçen sürede 171'i asker, polis, korucu, 195'i silahlı militan ve 157'si sivil olmak üzere 523 kişi silahlı çatışmalarda hayatını yitirmiş. Bu insanlar sadece bilanço rakamı değil, insan ve her eve düşmüş bir acı.

Yalnız ölümler değil; sokağa çıkma yasakları nedeniyle yaşam durmuş o kentlerde.

Yaklaşık 1 milyon 300 bin kişiyi etkileyen yasaklarla, bölge insanı adeta "esaret" altına alınmış gibi yaşıyor!

Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi, 16 Ağustos'tan 11 Aralık 2015 tarihine kadar, 7 ilde, 17 ilçede toplam 52 kez süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı ilan edildiği bilgisini vermekte. Bunlardan en uzunu da, 14 gün boyunca süren Nusaybin'deki sokağa çıkma yasağı.

Sözün kısası, o kentlerde yaşayan Kürt halkı için sürekli bir dehşet söz konusu. Ne olacağını bilememek var; çocuklarının bugününden olduğu gibi yarınından korkmak var; eğitimden sağlığa en temel ihtiyaçları karşılayamamak var.

İktidar terörle mücadele diye, kendi ülkesinde, kendi halkına yaşamı dar ederken, PKK da, az da olsa nefes almış, yüzü gülmüş halkını yeniden ateşlere atmakta sakınca görmüyor, şiddet ve savaş yine can yakmaya devam ediyor.

Görünen o ki gelinen bu aşamada adı konmamış ya da adı konmuş bu savaşın sona ermesi de pek kolay görünmüyor.

Ne devlet egemenliği kuracağım diye şiddetten vazgeçiyor ne de PKK direniş diye şiddeti tırmandırmaya son veriyor. Sonuç ise, çok kötü. İnsanlarımız ölüyor.

Yine en başa döndük yani...

Bir zamanlar barış süreci içinde PKK'lıların dağdan ovaya inip, silahlı mücadeleden siyasal mücadeleye geçecekleri umudu beslenirdi.

Yaşadıklarımıza bakıldığında bugün PKK'nın dağdan ovaya-kentlere indiğini söylemek mümkün; ancak "barış" için değil, "savaşmak" için...

Sonuç olarak, hem Kürt halkı hem Türkiye ciddi bir çıkmazda!

Ya barış sürecini yeniden başlatma gibi bir basiret göstereceğiz; ya da, terörle mücadele adına bu bölgede taş üstüne taş kalmayacak, yıkım devam edecek, duygusal kopuş derinleşecek, tarihi mekanlar tahrip olacak, kentler göçe zorlanacak en önemlisi insanlarımız yaşamını sayıları artarak kaybetmeye devam edecek, çocuklar ölecek...

Üstelik siyaseten de şimdi durum çok daha zor...

Siyasi partilerin çözümde alacağı roller "dibe vurmuş" durumda...

1- AKP için "barış" oy desteği ve başkanlık sistemi açısından stratejik bir tercih olmaktan çıkmış durumda.

2- Bu konuda muhalif partiler açısından da fazla umut yok. CHP, Kürt sorununun çözümlenmesinde hiçbir zaman etkin bir vaziyet üstlenmediği gibi, şimdi bir yandan seçimlerdeki başarısızlık, öte yandan parti içi kavgayla böyle bir tutum almasını beklemek çok daha zor.

3- HDP'nin ise Kürt sorununun çözümü açısından barıştan ve siyasetten yana olduğuna kuşku olmasa da, hem Kürtler hem Türkler arasında etkinliğinin zayıfladığı ve Türkiye'yi peşine alıp sürükleyecek bir hareketlenme yaratmaktan uzak olduğu ortada.

4- MHP'yi bu sorunun çözümü konusunda değerlendirmeye bile gerek yok.

Bu durumda Kürt sorununun siyasal yoldan çözümlenmesini isteyenler için ancak toplumsal-siyasal bir güç oluşturmakla belki çıkış yolu bulunabilir. Ancak şiddetin gölgesinde bu çıkışlar da güçlü olamıyor.

Ne yazık ki, soruna hep tek yanlı bakanların sesi yüksek çıkarken, geri kalanlara ya acıyla isyan etmek ya da sessizliklere gömülmek kalıyor.

Tam da Türkiye Psikiatri Derneği süreçte yaşanacak psiko-politik sorunlar için bilimsel derinliği olan bir açıklama da söylediği gibi...

"Otuz yıldır süren bir toplumsal çılgınlıktı savaş. Toplum olarak çok şey kaybettik bu otuz yılda. Pek çok kuşak savaşa doğdu, barışı hiç tanımadan savaşta büyüdü. Savaş ilk başladığında yani 30 yıl önce ölen öldürenlerin daha düne kadar çocukları hatta torunları ölüp öldürüyorlardı.

Savaş tüm toplumsal değerlerimizi alt üst etti, çünkü her kültürün lanetlediği öldürmek, yakmak, yok etmek, "etkisiz hale getirmek", içinde yaşadığımız savaş kültüründe en azından "düşman" olarak tanımladıklarımız için meşru hatta kahramanca görüldü.

Binlerce genç, ülkenin savaş alanı ilan edilen yerlerinde insan öldürünce katil değil, kahraman olunan bir çılgınlığa ortak edildi. Fakat dünyanın savaşan başka toplumlarında da olduğu gibi, "düşman" ilan edilenlere, ötekilere şiddet uygulamanın kabul edilebilir olması, savaş alanlarıyla sınırlı kalmadı.

Evlere, okullara, sokaklara, stadyumlara, karakollara, hapishanelere hatta hastanelere savaşın şiddeti bulaştı. Savaş ve şiddet, "öteki"ni bize benzetmek veya teslim almanın, yenmenin, toplumsal onay gören meşru yolu olunca, gündelik hayatımıza da savaş, şiddet kültürü hâkim oldu, toplum olarak şiddet ile ilişkimiz bozuldu."

İşte bu durumda benim gibi düşünenler ve sevgili dostum Necdet gibi düşünenlerin sesleri cılız kaldı. Şiddet kültürü ortamı teslim aldı...

Bir yanda: / Silah, bomba, tank/ Ölüm ve kıyım /Korku ve dehşet!

Öte yanda: / Sadece barış içinde bir arada yaşama isteği ve çözüm için siyaset!

Zor yani durum.

Ancak bir çıkış olmalı...

@bulentaslanhan

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.