SON DAKİKA
Hava Durumu

Fırtına Çocukları sendromu

Yazının Giriş Tarihi: 25.04.2013 06:16
Yazının Güncellenme Tarihi: 25.04.2013 06:16

Onun da işi zor. Kolaylıklar dileyelim, geçelim.

Yazının daha başında paylaşmalıyım ki bu yazı Yüksel Baysal'ın 23 Nisan'ın önemine atfedilerek yazılmış, günün anlam ve önemi ile uyumlu "çocuksu" yazısına yanıt olarak yazılmamaktadır.

Bir grup BDP'li genç sanırım 23 Nisan'ı protesto etmiş ve sayın Baysal bu davranışın gerekçesini İngiliz ajanlığı falan gibi tuhaf suçlamalar ile bana sormuş. Ben BDP'nin "muhtarı" olmadığıma göre yanıtlamak bana düşmez diyerek geçeyim.

Bu polemik nedeniyle 30 yıldır süren çatışma ve şiddet ortamının yarattığı bazı "riskli grupları" ve oluşabilecek "yol kazalarını" tartışmaya çalışayım.

Yüksel Baysal ve bir grup CHP'linin bu sürece "engel olmaya çalışan" görüntülerini anlamaya çalışarak devam edersek, arkadaşlarımızın henüz çok başında olan barış sürecine kuşkulu ve kısmen mesafeli yaklaştığı çok ortada. Zaten gizlemiyorlar da. "Bu çatışmalar devam etsin, gençlerimiz yaşamını kaybetsin, memleketin cenaze girmemiş evi-hanesi kalmasın" türünden bir yaklaşımları olmayacağına göre bu sürece ilişkin kaygılarını da anlamaya çalışmalıyız kuşkusuz. Anlamalıyız ki, barışa karşı duruşları konusunda ikna edebilelim.

Bu kaygılarda, 10 yıllık AKP iktidarına ilişkin tecrübelerin payı büyüktür muhtemelen. Barış sorununun doğal olarak demokratikleşme ile ilişkilendirilmesi ve bu süreçten daha demokratik bir ülke ortamı çıkması beklentisi bu kaygıları artırıyor olabilir. Öte yandan AKP'nin kendi düşünce alanı dışında kalan kesimler için, değil demokratikleşme, zaman içinde giderek yoğunlaşan baskıcı ve otoriter uygulamalara yönelmesi bu kuşkuları da haklı kılıyor olabilir.

Meselenin başka yönleri de var kuşkusuz. AKP iktidarının Ortadoğu'da ABD politikalarıyla entegre biçimde hegemonik bir güç olma çabası ve Kürt sorununun "çözümünü" bu yönelime uygun bir araç haline dönüştürme planı ciddi kaygı noktalarından birisi olabilir. Bu durumda anlaşılabilir.

Hepimiz farkındayız ki; bu süreçle birlikte AKP anayasa değişikliği ile sivil bir diktatörlüğün hukuki zeminini oluşturma niyeti de taşımaktadır. AKP aradığı desteği Kürt hareketinden devşirmek gibi bir hesap da yapıyor olabilir.

Tüm bunlar bir niyet okuma değil tek başına şüphesiz, AKP politikalarının toplumun önemli bir kesiminde oluşturduğu politik bir duygu hali bu.

Durum böyle olunca Yüksel Baysal ve bir grup CHP'li seçmenin süreç karşısındaki kuşkuları, kaygıları ve takındığı mesafeli tutum anlaşılabilir. Anlamak, anlamaya çalışmak mümkün ancak katılmak mümkün değil.

Hissetmeliyiz ki henüz sürecin çok başındayız. 30 yıldır devam eden ve arkasında 50 bin genç insanımızın ölü bedenlerini sırtımıza yükleyen bir süreç, öyle üç-beş ayda çözüme ulaşacak bir durumda değil. Sadece ortada atılmış ciddi bir adım var. Silahların susmuş olması. Ne güzel ki 3 aydır hiç bir çatışma haberi hiç bir ölüm haberi almıyoruz. Ne güzel ki üç aydır bu nedenle hiç kimsenin canı yanmıyor.

Bunu hissetmek için, buna destek vermek için akıl, vicdan ve sağduyu sahibi olmak yeterli.

Kaygılar anlaşılabilir ancak kabul edilemez bir hal alır bu durumda. Bu süreçten bir demokratikleşme çıkar mı? Bilinmez. Ama ülkenin başta demokratikleşme olmak üzere tüm sorunlarını bu süreç üzerinden halletmeye çalışmak da saflık olur. Çatışmasızlık sonrası yaşanacak muhtemel gelişmeler anayasa değişikliği ve anayasa halk oylaması olacak gibi durmaktadır. İşte bu nedenle Yüksel Baysal ve barışa ayak direyen CHP yöneticileri politik güçlerini bu dönem için biriktirmelidir. AKP'nin başkanlık sistemi ile birlikte daha da otoriterleşme heveslerine karşı çıkışlar bu süreçte güçlenmelidir. Savaşta ısrar ederek demokratikleşmenin hiç olmayacağı çok ortadadır.

Toplum gittikçe kamplaşıyo. Bu kamplaşma; Müteyediyenler-Kürtler/ Laikler-Milliyetçiler biçiminde görünüyor. Bu kamplaşma hem toplumsal gerilimler hem de politik gerilimler açısından kanımca çok tehlikeli. Bu kamplaşmaya bir de oy hesapları, siyaset hesapları girince durum iyice karmaşık bir hal alıyor.

Şimdi Yüksel Baysal bana sormuş, "ne diyorsun bu BDP'li gençlerin 23 Nisan protestosuna, hadi cevap ver bakayım" demiş. İki çift laf etmezsek olmayacak. Sınava giren terler misali Yüksel Baysal'ın sorularını yanıtlamaya çalışalım.

Öncelikle anlamamız gerekir ki bu şiddet ortamı arkamızda sadece 50 bin genç insanımızın ölü bedenlerini bırakmadı sırtımıza. Aynı zamanda toplumsal-ruhsal bir travma yaşadık. Bu süreç, çatışma hali, savaş hali sona ulaşacaksa çözmemiz gereken başkaca sorunlarımız var. Riskli gruplardan söz ediyorum sonuçta.

Bunlar sırasıyla, yaşamını kaybetmiş askerlerimizin aileleri "şehit aileleri" diye isimledirildi, çocuklarını göz altında kaybolmuş aileler "Cumartesi Anneleri" olarak kodlandı, çatışmaların ortasında askerlik yapmış ve post-travmatik stres bozukluğu yaşayan binlerce gencimiz -henüz bu grup bir isimle kategorize edilmedi- ve korucular (geçimleri bu savaşın sürmesine bağlı olan yoksul Kürt köylüleri yani). Ama en önemli gruplardan birisi de "Fırtına Çocukları".

Yüksel Baysal'ın sorusu işte burada saklı. 30 yıldır süren çatışmaların ortasında büyümüş bir Kürt gençliği var şimdi. Biz onları çocukken panzerlere attıkları taşlar ile hatırlıyoruz. Şiddetin ortasında büyümüş, dövülmüş, gaz atılmış, abisini-ablasını dağdaki çatışmalarda yitirmiş, dili yasaklanmış, horlanmış, kentlere göçmüş yoksulluğu-yoksunluğu yaşamış, geleceksiz bırakılmış, umutsuz bırakılmış öfke dolu bir gençliktir bahsettiğimiz. Fırtına Çocukları diyorlar onlara.

Biz Kürtleri bir bütün olarak "çözüme hazır" diye düşünüyoruz. Ancak Kürtlerin de "Fırtına Çocukları" ikna etmesi gerekecek gibi görünüyor. Zor bir durum yani. Herkes açısından.
Kürt sorunu geride bir çok travma bıraktı. Umarım geride kaldı. Bu kez yine çözülmezse ne olur? Düşünmek bile istemiyorum.

Türkiye Psikiatri Derneği süreçte yaşanacak psiko-politik sorunlar için bilimsel derinliği olan bir açıklama yaptı. Açıklamada bu sorunları paylaşmaya çalıştı. Sorun büyük ve kapsamlı. Bu nedenle öyle Yüksel Baysal'ın yaptığı gibi hiç bir derinliği olmayan, türbinlere oynayan iki satır ile açıklanamayacak kadar sıkıntılı bir meseleyi tartışıyoruz nihayetinde. Ben uzatmadan Psikiatri Derneğinin açıklamsından bir bölümü paylaşarak bitireyim yazıyı. Belki Yüksel Baysal sorduğu soruların yanıtını bu açıklamanın içinde bulabilir umuduyla.

"Otuz yıldır süren bir toplumsal çılgınlıktı savaş. Toplum olarak çok şey kaybettik bu otuz yılda. Pek çok kuşak savaşa doğdu, barışı hiç tanımadan savaşta büyüdü. Savaş ilk başladığında yani 30 yıl önce ölen öldürenlerin daha düne kadar çocukları hatta torunları ölüp öldürüyorlardı.

Savaş tüm toplumsal değerlerimizi alt üst etti, çünkü her kültürün lanetlediği öldürmek, yakmak, yok etmek, "etkisiz hale getirmek", içinde yaşadığımız savaş kültüründe en azından "düşman" olarak tanımladıklarımız için meşru hatta kahramanca görüldü.

Binlerce genç, ülkenin savaş alanı ilan edilen yerlerinde insan öldürünce katil değil, kahraman olunan bir çılgınlığa ortak edildi. Fakat dünyanın savaşan başka toplumlarında da olduğu gibi, "düşman" ilan edilenlere, ötekilere şiddet uygulamanın kabul edilebilir olması, savaş alanlarıyla sınırlı kalmadı.

Evlere, okullara, sokaklara, stadyumlara, karakollara, hapishanelere hatta hastanelere savaşın şiddeti bulaştı. Savaş ve şiddet, "öteki"ni bize benzetmek veya teslim almanın, yenmenin, toplumsal onay gören meşru yolu olunca, gündelik hayatımıza da savaş, şiddet kültürü hâkim oldu, toplum olarak şiddet ile ilişkimiz bozuldu.

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.