SON DAKİKA
Hava Durumu

Aslında hayat da hiç ideolojik değildir, basittir...

Yazının Giriş Tarihi: 29.01.2014 00:11
Yazının Güncellenme Tarihi: 29.01.2014 00:11

Durum aday açıklamak ve adayların "şeceresini sorgulamak" noktasının ötesine bir türlü geçemiyor.

Siyasal partiler sıkışmış ülke gündeminin gölgesinde aday açıklamaya çalışıyor. Rakip partiler açıklanan adayların "açıkları" üzerinden gündem "çevirmeye" çalışıyor.

Bu karmaşa içerisinde hemen herkes yerel yönetim ihtiyacını tartışmakta zorlanıyor.

Her şey seyrinde akmış olsaydı, yani iktidarın koalisyonu olan AKP ve Cemaat "kapışmamış" olsaydı, gündem sanırım kimin kentleri nasıl "kentsel dönüşüme uğratacağı" üzerinden konuşulurdu.

Ama olmadı, olamadı.

Artık önümüzdeki yerel seçim bir "genel seçim havasına" dönüşmüş durumda. Durum altı ay öncesine göre çok farklı. Siyasal pozisyonlar değişmiş durumda.

Düne bakınca bugün gerek AKP gerek Cemaat, CHP, Abdullah Gül ve gerekse de Kürtler "pozisyon kaydırmış" durumda. ABD ise tam bir "koordinat değiştirme" hallerinde.

Bu kadar karışık gibi görünen gündem aslında bana sorarsanız basit bir düzlemde yaşanıyor. ABD, Tayyip Erdoğan'ı iktidar yaptığı gerekçelerin altının boşalması nedeniyle Erdoğan'dan vazgeçti. Erdoğan kendince taktikler geliştirerek "direnmeye çalışıyor". Cemaat Tayyip Erdoğan'ı iktidar yaptığı desteklerden vazgeçmiş durumda, Erdoğan'ı "artık gitsen iyi olur" diye zorluyor.

CHP ise Tayyip Erdoğan'dan desteğini çeken çevrelerin desteğini alarak "iktidar" hesaplarını yoğunlaştırarak "sağcı adaylar" kolaycılığını bir kez daha temel politikası haline getirdi. Durum bu kadar yalın aslında.

CHP'den aday yapılan sağcı adaylar ise 17 Aralık sonrası tam bir özgüven patlaması yaşamakta. Kerameti kendinden menkul bir "üslup, tarz, politik hat" üzerinden yürüyorlar. 

Bazen hayatın, siyasetin, tabanın duyarlılıklarını zorlamaktan bile imtina etmiyorlar.

Bursa CHP'nin sağcı adayı Necati Şahin "sağ oyları" ikna etmek için siyaset realitesinin siyasal bilimsel sınırlarını bile hiçe sayarak açıklamalarını peş peşe patlatıyor. "Yerel yönetimlerde ideolojik yaklaşım olamaz, beni seçin Bursa gülsün", "Sağ elinizi, sol yana koyun oyu bana verin" türünden açıklamaları "yeni siyaset düzleminin" bir zorunluluğu olarak pazarlıyor.

Öyle ya, uzun süredir "ideolojiler öldü, yaşasın liberalizm" söyleminin toplumda yarattığı kapsayıcılık durumu kolaylaştırıyor. O zaman kullanmak gerekli. İdeoloji kötü bir şey ama kentleri, kendilerine "emanet edilen" şehirleri, "her işi halka mı soracağız" diyenlerin ağaçlar keserek yollar açtığı, köprüler yaptığı, AVM'ler diktiği bir düzenlerinin var olması ideolojik değil. Kenti rant olarak gören, insanlarından çok onlara tepeden bakan beton yapılarını seven bir düzeni var etmek, arzu etmek, devam ettirmeyi hayal etmek ideolojik değil.

Özelleştirmeyi güzelleştirme sayan, belediye hizmetlerini de özelleştirip, taşeronluğu yayan bir düzene dair itiraz eden cümleler kurmamak ve "bu düzeni biz daha iyi yönetiriz" demek ideolojik değil.

Ne kötü?

"Şirket belediyeciliği değil toplumsal belediyecilik" istiyoruz diyen talepleri sakıncalı ilan edilen ideolojik talepler olarak görenleri savunmak kötü.

Niye?

Çünkü toplumsal talepleri dillendirmek, yoksullar demek, kentte eşit yaşamak istiyoruz demek, kenti yağmalayan rant güçleri biraz uzak dursalar demek, kentin seyircisi değiliz sahibiyiz demek ideolojik ve sakıncalı.

Bu nedenle ideolojilerden uzak durun ve bana oy verin noktasını "yeni siyasal durum" diye anlatmakta hiçbir sakınca yok. Anlatıyorlar da zaten.

Neyse bu konuyu uzatmadan tartışmak istediğim konuya doğru yaklaşmaya çalışayım.

17 Aralık yolsuzluk ve hırsızlık operasyonları yeni ittifaklar doğuracak gibi görünüyor.

AKP ile kapışan Cemaat acaba kimi destekler? Bu soru hepimizi sarmalamış durumda.
Ben bu sorunun yanıtını değil Cemaati bir kez daha tartışmak istiyorum.

Bu yazıların takipçileri çok iyi hatırlarlar. Bu satırlarda sevgili Yüksel Baysal ile Fethullah Gülen cemaati üzerine geçmişte çok tartışma yürütmüştük.

Bunca yaşanandan sonra Yüksel Baysal ne düşünür bilmiyorum. Ama geçmişte Cemaatin "eğitim" yatırımlarına çokça övgü yaptığını ben hep hatırlarım. Hatta bu nedenle beni çok eleştirdiğini yine hatırlarım.

Bense ısrarla Cemaatin "siyasal bir organizasyon" olduğunu anlatmaya çalışır ama kifayetsiz kalırdım.

Bugün eğer "düşmanımın düşmanı dostumdur" diye düşünen ortalama CHP'li aklında değilsek, Cemaatin geçmişini "bugünü kazanmak adına yarını feda etmemek" adına yeniden hatırlamamızda yarar var diye düşünüyorum.

Hatırlayalım. Hem de biraz gerilere giderek hatırlayalım.

ANAHTAR KELİME: YEŞİL KUŞAK POLİTİKALARI

Dünya henüz "çift kutuplu" iken... ABD karşısında birçok ülkede "anti-emperyalist" tehditler hissederken, tedbirlerini yoğunlaştırıyordu.

Bu tedbirler Latin Amerika ülkelerinde kendisine bağlı grupları beslemek olurken, Orta-Doğu'da ABD'nin "yeşil kuşak politikasını" hepimiz hatırlarız.

Yeşil kuşak politikaları ABD'nin en önemli siyasi aygıtlarından birisidir. İslam ülkelerinde, toplumun dini duyarlılıklarını solculara/devrimcilere karşı kullanmayı hedefleyen bu aygıtın örgütleyicisi de CIA olarak bilinmektedir.

Bu politikalar Afganistan'da Usame Bin Ladin'in desteklenmesi olarak gerçekleşirken ülkemizde kimi inanç gruplarının sola karşı örgütlenmesi, desteklenmesi olarak gerçekleşmiştir.
Usame Bin Ladin ve Taliban örneğinde olduğu gibi, kimi ülkeler de "ihtiyaç ortadan kalkınca" ve "kendisine karşı bir tehdit oluşunca" tasfiye etmek için uğraşılmış. Bazı ülkeler de ise "ihtiyacına uygun" siyasi hareketler haline de getirilmiştir bu "yeşil kuşak hareketler".

Bu yeşil kuşak politikaları ülkemizde en çok 12 Eylül döneminde uygulanmış ve daha sonraki Özallı yıllar ve değişik sağ hükümetler tarafından beslenerek büyütülmüştür.

Ülkemizde cemaat ve tarikatların büyümesi, güçlenmesi trendlerine baktığımızda iki dönem kritiktir.

Birincisi 12 Eylül, ikincisi ANAP'lı yıllardır. Bir de Demirel'in özel katkılarını unutmamak gerekir.

12 Eylül askeri darbesi sonrası, o dönemki siyasal İslamcı parti MSP kapatılır. Diğer siyasi liderler gibi bu partinin lideri olan Erbakan da cezaevine gönderilir. Darbenin ilk günlerinde İslamcı çevreler büyük bir korku yaşar gerçekten.

Fakat çok geçmeden durumun pek de korkulacak gibi olmadığı fark edilir. Darbenin lideri Kenan Evren, neredeyse dini cemaatlerin yapmak istediklerini yapar hale gelir bir süre sonra.
Evren, yaptığı konuşmalarda ayetler, hadisler okur, İslami çevreleri över. Darbeciler, cemaatlerin desteği karşılığında okullarda dini eğitimi zorunlu hale getirir. Felsefe zorunlu ders olmaktan çıkarılarak seçmeli hale getirilir. Evren'in bu tutumu dini cemaat ve tarikatları alabildiğine rahatlatır.

12 Eylül darbecileri, özellikle anayasa oylamasına taban bulmak amacıyla, İslamcı çevrelere hoşgörülü davranır. Hatta kimi cemaatlerle de doğrudan ilişkiye geçer.

Nurcuların ileri gelenleri, darbecilerle yakınlık kurmaya başlar. Erzurum'da bulunan Mehmet Kırkıncı Hoca bunların başında gelmektedir.

Mehmet Kırkıncı Hoca, Kenan Evren'e mektup yazarak neler yapılabileceğine dair önerilerde bulunur, darbecileri överek dualar eder. Mehmet Kırkıncı'nın Demirel'e bağlı Yeni Asya Cemaati içinde çok etkili olduğunu öğrenen darbeciler de ona yakınlık gösterir ve özel görüşmelerde kendisine yardımcı olacaklarını söyler.

Kırkıncı Hoca, Fethullah Gülen ile işbirliği yapınca ortaya büyük bir güç çıkar.

İşte bu tarihten sonra cemaat ve tarikatlar ülkemiz siyasetine "yön veren" önemli güçlerden birisi haline gelir.

Artık ağırlığı Doğu ve Güneydoğu'da hissedilen şeyh, şıh ve aşiretlerin siyasetteki ağırlıklarının yanına yenileri eklenmiştir. Cemaatler ve tarikatlar. Bunlar artık siyasetin gerçeği ve vektörleri haline gelmiştir.

SONUÇTA SİYASAL İSLAM REHABİLİTE EDİLİR!

Uzun bir analiz yapmayalım ama 28 Şubat'la birlikte yaşanan dönüşümü de hatırlamadan geçmeyelim. Aksi durumda bir boşluk kalabilir.

Nasıl ki 12 Eylül darbesi, Türkiye'deki üç beş tane generalin "Biz idareye el koyalım, insanlara işkence yapalım, bir kısmını da asalım" diye akıl yürütmesiyle oluşmamışsa ve idareye bu nedenle el konulmamışsa ve darbede yükselen toplumsal muhalefetin ve ABD'nin ülkemize biçtiği rollerin çok özel bir değeri varsa.

Aynı şekilde kurulduktan 10 ay sonra iktidar olan AKP de, "Hadi bir parti kurup yüksek oylar alalım" mantığıyla ortaya çıkmış bir iktidar değildir.

Yani aslında AKP bir siyasi partiden çok bir projedir. Bu proje de 28 Şubat sürecinde olgunlaştırılmıştır. Bu projenin olgunlaştırılmasında cemaatlerin özel rolleri vardır.

AKP'nin dayandığı ana siyasal damar 12 Eylül'ün ürünü ve onun devamıdır. AKP, 28 Şubat sürecinde Erbakan'ın tasfiye edilmesi sonucunda dolaylı müdahale ile kurdurulmuş bir partidir. Arkasında uluslararası güçlerin olduğu bilinmektedir.

28 Şubat'tan sonra AKP'nin kurulmuş olmasının kanıtı nedir diye sorulabilir. Durum ortada değil midir? 28 Şubat'ta Erbakan'ın Milli Görüş çizgisindeki Refah Partisi tasfiye edilmiştir. Daha sonra onun içerisinden bir grup çıkmış ve Milli Görüş'ün anti-Amerikancı kimi görüşlerini bir kenara bırakarak daha liberal görüşler etrafında birleşen bir parti kurmuştur.

Böylece ortaya görüntü olarak "Dışı muhafazakâr içi liberal" bir parti çıkmıştır. Bu partinin bütün programı ve kuruluş mantığı da küresel sermayenin politikalarına uygun görüşler etrafındadır. Daha önce AB'ye karşı iken AB çizgisini bile benimsemişlerdir.

Kısacası, 28 Şubat'ta ABD karşıtı Erbakan tasfiye edilerek yerine Amerikancı-Ilımlı İslamcı Tayyip Erdoğan hareketi geliştirilmiştir. Ancak ana damar 12 Eylül'de büyütülen siyasal akımdır.

Yani yeşil kuşak politikalarının günün ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesidir. Tek fark artık karşımızda bir AKP-Cemaat hükümetinin olmasıdır. AKP iktidarının bir parçası-belki de en önemli parçası-olan F. Gülen cemaati, artık bir inanç grubu olmaktan çıkarak bir "siyasi realite" haline gelmiştir.

Artık pratik siyasal hattını ve ideolojik söylemini, İslami kavramlara ve referanslara sıkça gönderme yapan ve bu kavramları sürekli yeniden üreterek kuran bir siyasal özne ülkemizde hükümet etmektedir.

Bu hükümet kitlelerle kurduğu ilişkilerde de İslamcı kavramları ve dili kullanarak hareket etmektedir.

Burada AKP'nin açıkça İslam'ı istismar ettiği, politize ettiği, siyasallaştırdığı söylenebilir. Ancak siyasette kitle-bilinç-iktidar ilişkileri bu kadar tek boyutlu bir denklemle açıklanamayacak kadar da karmaşıktır.

Bugün yaşana AKP-Cemaat "kavgası da" bunun böyle olmadığını göstermiştir zaten.

Gelenekçi ve muhafazakâr bir toplum tasarımı propagandası aracılığıyla, yoksul ve kendi kimliğini "Müslüman" olarak tarif eden kitlelerin desteğini alarak iktidar olan AKP, iktidarda olduğu dönemde açıkça emek düşmanı ve halkın haklarını gasp eden sermaye yanlısı bir politik programı doludizgin yürürlüğe koymuştur ve uzun yıllar devam ettirmiştir.

CHP, SOL VE CEMAATLER

AKP, yoksulların oyunu sadece ekonomik rüşvetle değil, aynı anda onların dünya görüşü ve kültürel dokularına sinmiş birtakım geleneksel-muhafazakâr değer kodlarından bir kimlik modeli inşa ederek almaktadır. Bu kimliği meşrulaştırıp, siyasallaştırarak oy toplamıştır. Bu konuda en büyük desteği Cemaatten almıştır.

Dolayısıyla AKP, siyasal iktidar dışında bir toplumsal iktidar zeminine de sahip olmuştur. Bu konuda en büyük avantajı cemaat-tarikat türü bir örgüt ağına sahip olması olmuştur. CHP, bu ağı parçalayacak politika araçlarından ve kanallarından hep yoksun kalmıştır, yoksundur.

Bu açığı CHP şimdi AKP karşıtı tutma dönüşen Cemaat ile gidermeye çalışmak gibi bir stratejiyi önüne koymuştur.

Peki, bu mümkün bir siyasal kanal olarak karşılık bulabilir mi?

Elbette ki sol, siyasetini üretirken de iktidarını kurarken de halkın dini inançlarına saygılıdır. Halkın dini inançlarını yaşamasının önündeki engelleri kaldırır, ancak toplumsal hayatın ve buradan hareketle devlet düzeninin, yargının, yasamanın ve genel olarak da bütün bir siyasal alanın meşruiyetinin dini kurallarla ve referanslara dayandırılması da, sol açısından kabul edilebilir olmaktan uzaktır. Sol yaşadığımız toplumun çok inançlı, çok kültürlü, çok dilli yapısını hep hisseder.

Ancak "laiklik meselesi" siyasal İslam ve sol arasındaki en ciddi tartışma başlıklarından biri olmuştur ve bundan sonra da olacak gibi görünmektedir.

Sol için inanç özgürlüğü, her bireyin doğduğu ve yaşadığı toplumsal alan dâhilinde inançlarından kaynaklanan herhangi bir baskı, tahakküm ve şiddete uğramasının önüne geçecek, her tür inancı anayasal ve fiili güvence altına alacak bir toplumsal/siyasal sistemden bağımsız düşünülemez.

Bu anlamda sol, siyasetini üretirken halkın inancını dikkate alır ancak halkın inancının üzerine bir siyasal hat inşa etmek başka bir şeydir.

Sol, toplumun oyunu almak adına bireylerin inançlarını istismar etmekten özenle kaçınır, kaçınmalıdır. Bu nedenle sol inanç gruplarının, cemaatlerin siyasallaşmasına itiraz eder ve bu durumla mücadele eder, etmelidir.

Sol, cemaatlerin ve inanç gruplarının bir vakıa olduğunu kabul etmekle birlikte, bilim ile dini referanslar arasındaki ilişkide bilimden yana taraf olur, olmalıdır. Sol, inananın inancının önündeki engelleri kaldırmayı; inanç özgürlüğünün gerçekleşmesini sonuna kadar savunur, savunmalıdır. Bunun adı "özgürlükçü laikliktir".

SONUÇ

Bugün özgürlükçü laikliği savunurken bir gerçeği unutmamız mümkün değil.

Düne kadar cemaat destekli AKP, işçi sendikalı olmasın diye vardı, memur grev yapmasın diye vardı, öğrenci YÖK'e karşı çıkmasın diye vardı, köylü sesini çıkarmasın diye vardı, kölelik ücretiyle çalıştırılanlar, sözleşmeli istihdam edilenler, 4-C kapsamına alınanlar, sendikası, sosyal güvencesi, iş garantisi, sağlık karnesi olmayanlar şükretsin, isyan etmesin, başkaldırmasın diye vardı.

Peki, bugün Cemaat niye var?
Sizce sadece CHP iktidar olsun diye olabilir mi?
Hiç sanmam... Üzerinde biraz düşünelim derim...

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.