SON DAKİKA
Hava Durumu

Açlık grevleri ve Bursa sokaklarına yansımaları

Yazının Giriş Tarihi: 01.11.2012 11:02
Yazının Güncellenme Tarihi: 01.11.2012 11:02

Bu aykırı bir yazı olacak.

İçinde "Kürt" kelimesi geçen yazılardan, cümlelerden tüyleri diken diken olanlar, hatta bırakınız tüylerini, hücrelerindeki endoplazmik retikulumleri ürperen arkadaşlar bu yazıyı hiç okumasınlar.

Onlar birer "terör uzmanı""askeri stratejist" gibi güvenlikçi tedbirleri yazmaya, konuşmaya, hesap yapmaya devam etsinler.

Ama biz başka bir dilden, insani ve vicdani bir dilden konuşmak zorundayız.

Kentimizde yaşanan, Yavuzselim - Ulus Mahallesi'nde yaşanan gerilimleri, hatta  ne gerilimi resmen "çatışmaları" yok sayacaksak, bu yaşananları basit bir kriminal olay olarak geçiştireceksek konuşmayabiliriz de.

Ama ne yazık ki hayat böyle değil.

Bazı "savaş muhabiri" türünden sözüm ona gazeteciler gibi yapmayacaksak, birilerini "vatansever" birilerini "vatan haini" ilan ederek sorunu kestirmeden çözmeye çalışmayacaksak, konuşmak zorundayız.

Dedim ya, aykırı bir yazı olacak. Belki de biraz uzun olacak. Uzun görenler de okumasın.

Oysa bildik klişe cümleleri kurmak, sorunun üzerinden atlamak, yok saymak da mümkün, hatta daha kolay.

Hele klasik devlet ağzıyla "devlete kalkan elleri, devlet kırar" gibi Bursa Valisi'nin kurduğu, şiddeti tırmandıran cümlelerini kurmak çok daha kolay.

Ama ne yazık ki sorunu çözmeyecek, sadece durumu idare edecek, boş cümleler ötesinde bir değeri olmayan cümleleri kurmanın hiçbir yararı olmayacak bu da çok açık.

Bunu biliyorum. Bunu hissediyorum.

Bu hissettiklerim;  gittikçe bozulan toplumsal barışın kentimize yansımaları, ülkemizin geleceğine ilişkin duyduğum kaygılar, geçen her gün artan çatışma ortamına dair.

Bana bunu hissettirenlerin başında ise ismini şimdi hatırlamadığım (Ensarioğlu değil) Diyarbakır Ticaret Odası yöneticisi bir arkadaştır.

Hatırlarsanız bir kaç yıl önce Bursaspor-Diyarbakırspor maçı sırasında bazı tatsız olaylar yaşanmıştı. İki takımın taraftarları arasında bir yanlış anlaşılma (Diyarbakırspor taraftarlarının açmış olduğu Gaffar Okkan resminin uzaktan Öcalan'ın resmine benzetilmesi) sonucunda arbede yaşanmıştı. İki kent arasında gereksiz bir gerilim tırmanmıştı.

Bu gerilimi düşürmek için Bursa Anadolu Spor Yazarları Derneği bir organizasyon düzenleyerek Diyarbakırspor yazarları ve bazı STK ları kentimize davet etmişti.

Davetliler arasında Diyarbakır Tabip Odası olunca, ben de o dönem Bursa Tabip Odası Başkanı olarak organizasyona katılmıştım.

Diyarbakır'dan gelen konuklara Bursa Valiliği, Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından  birer yemek verilmiş ve bu yemeklerin birisinden sonra hep beraber Bursaspor maçını izlemek üzere stada gitmiştik.

Bu yemek sırasında yanıma oturan Diyarbakır Ticaret Odası yöneticisi konuğumuzla sohbet ederken, sohbetin konusu doğal olarak Kürt sorununa geldi.

Ben sorunun çözümünde PKK'nın uygulamış olduğu şiddet yöntemlerinin çözümü çıkmaza soktuğunu anlatmaya çalışırken, konuğumuz önce sustu.

Sonra "Bakın doktor bey; biz içinde çok sıcak yaşayarak sorunun çok karmaşık ve zor olduğunu görüyoruz. Bölgede zorlukları en çok yaşayanda bizleriz. Ama lütfen biraz sağduyulu olun. Biliniz ki Kürt sorununu ancak bizim kuşagımız çözebilir. Eğer biz bu sorunu çözemezsek, gelecek kuşaklar açısından çok umutsuzum. Çünkü Diyarbakır sokaklarında yoksul, eğitimsiz, geleceksiz çok öfkeli bir kuşak yetişiyor. Siz onlara 'taş atan çocuklar' diyorsunuz. Sizin çocuklar da Kürt düşmanı olarak büyüyor. Bizim yaşlarda olanlar bu sorunu çözemezse, çocuklarımızın çözmesi mümkün görünmüyor. Lütfen ama lütfen biraz daha anlayışlı ve insani düşünün. Bu ülkenin geleceği hepimizin" demişti.

Kürt sorununun çözümsüzlüğünün biriktirdiği bu öfke şimdi Bursa'nın sokaklarına yansıdı.

Herkes gibi ben de Adana, Mersin gibi kentlerdeki "sivil çatışma olasılığından" korkarken, Bursa'da bile yaşanıyor olmasından daha bir endişe duydum.

Bir  de bir elinde sopalar, diğer eliyle "kurt işareti" yaparak durumdan vazife çıkaran, "şovenist hezeyanlarla kışkırtılmış" kalabalıklarda rol almaya başlayınca, kaygı katsayımız iyice yükselir oldu.

Durumu yatıştıracak çözümler düşünmeye başladık.

Çatışmayı tetikleyen nedeni hepimiz biliyoruz. Cezaevlerinde yaşanan açlık grevleri.

Tayyip Erdoğan Kürt sorununda yeniden "sertlik" politikalarına dönünce ve sorunu basit bir güvenlik sorunu gibi değerlendirmeye başlayınca, KCK operasyonları adı altında yaklaşık on bin Kürt siyasetçi, belediye başkanı, meclis üyesi, hukukçu, gazeteci, üniversite öğrencisi bir anda kendini cezaevinde buldu. Şimdi bunların bir kısmı açlık grevine başladı.

Kabul edelim veya yok sayalım bu ülkenin cezaevlerinde süresi elli (50) güne ulaşmış açlık grevleri yaşanıyor.

Sınıra gelindi yani. Bu açlığa bağlı olarak her an ölümler olabilir.

"Bize ne, ölürse ölsün, onlar zaten terörist" diyenler -vicdanı körelmiş olanlar da- yazının bundan sonraki satırlarını okumasın. Dedim ya bu aykırı bir yazı olacak.

Ben de peşinen kabul ediyorum, cezaevlerindeki insanların ölüm noktasına gelmiş olduğu bu açlık grevlerinin talepleri aslında bu ülkenin en baş sorunu olan "Kürt Sorunu" ile ilgili.

Yani kendileri ile ilgili bir talepte bulunmuyorlar. Yani en azından "biz cezaevinde daha konforlu, daha rahat koşullar istiyoruz" demiyorlar.

Ne istiyorlar?

Ana dilde savunma hakkı...(sanırım mahkemelerde kendi dillerinde savunma yapmak istiyorlar)...eee bence makul bir talep.

Ana dilde eğitim hakkı...(siyasi bir talep gibi dursa bile, insanın kendi dilinde eğitim istemesine karşı olmak -teknik zorlukları düşünmezsek- ahlaki bir sorun).

Öcalan'a uygulanan tecrit kaldırılsın...(Ülkemiz cezaevlerinde yatmakta olan her tutuklu-hükümlü avukatları ve ailesi ile zaten görüştürülmeli-görüştürülüyor)

Yaklaşık 700 insanın açlık grevini sürdürdüğü bu taleplere bir kaç açıdan bakmak mümkün. Birincisi hukuk açısından, ikincisi siyasi açıdan, üçüncüsü ve en önemlisi insani açıdan.

Hukuki açıdan bakarsak sorunun çözümü kolay. Adalet Bakanı basit düzenlemeler ile bu "insani" sorunu bir saatte çözebilir. Taleplere bakınca, iddia edildiği, ya da çarpıtıldığı gibi kimse Öcalan'ın serbest bırakılmasını istemiyor, sadece tecrit koşullarının kaldırılmasını istiyor. Bu kadar yani.

Siyasi açıdan bakarsak eğer durum çok zor. Çarpıtmalara, ötekileştirmelere, açlık grevleri hakkında spekülatif değerlendirmeler yapmaya, bel altı değerlendirmeler yapmaya çok müsait bir durum var yani.

Mesela Başbakan gibi yapabilirsiniz.

BDP Milletvekillerinin bundan üç ay önce (taaa Temmuz'da) Mardin'de bir düğünde yemiş oldukları yemekleri -sanki kendisi hiç yemiyor gibi- istismar konusu yapabilirsiniz.

Uluslararası kamuoyunu ikna etmek için taaa Almanya'da "bak milletvekilleri kuzu kebap yiyor, cezaevlerindekine yeme diyor" diyebilirsiniz. Ama sonuçta bir Başbakan'a yakışmayacak çok ucuz, çok basit bir kandırmaca yapmış olursunuz.

Yine Başbakan gibi yapabilirsiniz: "Açlık grevinde olan yok, hepsi yemek yiyor, şov yapıyorlar" diyebilirsiniz.

Ama sonra Adalet Bakanı mecburen gerçekleri açıklamak zorunda kalır ve "mahcup" olabilirsiniz.

Kabul edelim ki bu açlık grevleri tek başına ne hukuki bir  mesele ne siyasi bir mesele.

Siyasal-hukuki bir mesele... Ama en önemlisi insani bir mesele.

Bu nedenle çözümü hem kolay, hem zor.

Kolay, eğer çözüme ulaşmak istiyorsanız. 

Ana dilde savunma yapmak ile ilgili basit bir hukuki düzenleme ve Öcalan'ın avukatları ve ailesi ile görüşmesine olanak tanınması önemli ölçüde sorunu çözebilir.

Zor.

Çünkü yaşananların arka planı yıllardır bu ülkenin çözülemeyen bir sorunu. Bu konuda cesaretli adam atmakta güçlükler hep var oldu ve olacak.

BİR KEZ DAHA AÇLIK GREVLERİ

Meslek yaşamımda defalarca açlık grevleri yapan tutukluları tıbbi olarak takip etmek zorunda kaldım.

Hepsinde ruhsal olarak çok örselendim.

Adım adım açlıktan ölmek, ölüme yürüyenleri muayene etmek çok dramatik bir tablo.

Hepsinde şunu anladım.

Hangisi olursa olsun, siyasi irade önce açlık grevlerini yok sayıyor. Sonra sorun ciddi noktalara gelince küçümsüyor (gizli gizli yiyorlar vs gibi) , ölümler başlayınca da bocalıyor.

Şimdi yine aynı şeyleri yaşıyoruz. Bu kez "sıcaklığı" sokakları sardı. Bursa'da, Ankara'da, İstanbul'da, Diyarbakır'da.

Ne olursa olsun ölüme, çatışmalara, gerilimlere neden olacak iklimi değiştirip, çözüm için çaba yürütecek bir siyasal iradeye ihtiyaç var. AKP bunu yapabilir. Yapmalıdır.

Bizler de sorunun bir parçası değil çözümün bir parçası olmak için ne gerekiyorsa yapmalıyız.

Sorun çözümsüzlük noktasına gelince siyasi iktidarlar meseleyi tıbbi bir sorun gibi göstererek "topu hekimlere atmaktadır" çoğu zaman.

İşte bu da çözümsüzlük halidir.

İngiliz hekimlerin söylemiş olduğu bir söz vardır bu durumlar için.

 "AÇLIK GREVLERİ  VEYA ÖLÜM ORUÇLARINDA SİYASETÇİLER KANLI ELLERİNİ HEKİMLERLE YIKARLAR..."

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.